Kendime ait olmayan bir odada Woolf okuyorum. “Kendine ait bir oda!” diye bağırıyor, biraz da para. Bağımsız düşünebilmek için kilitlenebilen bir kapıya, derinlemesine düşünebilmek için belirli bir gelire ihtiyacı varmış çünkü. Kadın yazarlar bu yüzden edebiyata geç kalmış. Woolf dertli.
Okumaya ara veriyorum. Kitabı masanın üzerine bıraktığımda Woolf ile göz göze geliyoruz. Soluk benizli bir fotoğrafı var kapakta: Çenesi sağ elinin avucunda, muhtemelen dirseğini bir masaya yaslamış. Parmaklarının uzunluğu dudağından gözlerine kadar, tüm yanağını kaplamış. Yüzüğü seçiliyor. Küpeleri, varsa, görünmüyor. Saçları her zamanki gibi toplanmış. Gözleri gerçekten şehla mı yoksa öyle mi çıkmış, bilmiyorum. Fakat bakışlarındaki muazzam derinlik sabit. Deha ile delilik arasındaki ince çizgide sallanan bir ip cambazı olmalı. Woolf’un zihnindeki gösteri, gözlerine yansımış. Ve ben, o noktaya, simsiyah çukurlara dalıyorum farkında olmadan. Dirseğimi masaya dayayıp sağ elimden destek alarak çenemi avuç içime yaslıyorum. Bu şekilde, dakikalarca bakışıyoruz Woolf ile.
Neden sonra eğiliyorum sanırım, düşüncesizlikten zihnim uyuşuyor ve iyice yaklaştığım gözler büyüyüp odayı kaplıyor. Sonra odanın içinde Woolf’u görüyorum tekrar: Bu defa arkası dönük, pencere önündeki koltuğa oturmuş sigarasını içiyor. İlk defa tütün kokusundan rahatsız olmadığımı fark ediyorum, duman görüntüye yakışıyor. Ve daha çok, daha yakından görmek istiyorum Woolf’u. Fakat adım atamadığımı fark ediyorum, bedenen odada olmadığımı... Romanlardaki ilahi bakış açısıyım sanıyorum, görüntüyü kendime doğru çekmeye çalışarak. Zor da olsa bunu başarınca, koltuğu döndürüyorum hafifçe. Çok değil, fark edilmekten korkuyorum çünkü. Yine de merakımı dizginleyemiyorum. Ve o, sol elinde kendine özgü zarif bir kavrayışla tuttuğu sigaradan bir nefes daha çekiyor. Ardından sağ elindeki diviti cam hokkaya daldırıyor. Dizlerinin üzerindeki şövalede mor mürekkeple yazıyor Woolf. Ve bu sahneye tanık olmak beni ürpertiyor. Tarifsiz bir haz alıyorum gördüklerimden, bulunduğum yerde sıkışıp kalmak istiyorum uzun süre.
Fakat sigaradan geriye bir izmarit kaldığında bitiyor her şey: Divit kalem, mor mürekkeple buluşmuyor. Woolf yazmayı bırakınca dönmeye başlıyor oda; merkezi ben kabul ederek, üç yüz altmış derece, hızla. Demek ki kendine ait değilmiş diye düşünüyorum oda hakkında. Sevdiğim yazarın hayatı, film şeridine dönüşüyor. Kopuk kopuk, bağlantısız sahneler ışıyıp soluyor gözlerimin önünde. Örneğin ablası geliyor bir aralık, dikkati dağılan Woolf ona çıkışıyor, tartışıyorlar bir müddet. Sonra Woolf özür diliyor her şey için. Bu her şeyin içine, çocukken kardeşinin ellerini duvara sürtüp tırnaklarını kanatmasını da katıyor. Sonra burnundan öpüyor ablasını. Doğru mu gördüm diye dikkat kesiliyorum, evet, burnundan öpüyor uzunca. Sonra eşine sarılıyor Woolf, ağlıyor, yemek yapıyor, keki yakıyor, saçlarını tarıyor, bardak kırıyor yanlışlıkla. Bir gününü yirmi dört saniyede seyrediyorum.
Bu sırada defalarca nehrin kenarında görüyorum onu. Bir şey düşünmek istediğinde oraya gittiğini biliyorum çünkü. Aklının oltasını nehre daldırıyor. Zihnini sudan çıkarıp yeşilliğin üzerine serdiğinde hâlâ canlıysa kullanıyor fikirlerini. Suya bakarak düşünüyor Woolf. Dalgalar romanını suyun ritmine uydurması, orada atından düşen Percival’in Woolf’un halası gibi ölmesi bundan. Araştırma yapmaya gittiği kütüphanenin kapısından, sırf kadın olduğu için geri çevrildiğinde gelip dertleştiği su: Ouse Nehri. Önce ona anlatıyor: “Kitaplığın kapalı kapılarını ve dışarıda bırakılmanın ne denli kötü bir şey olduğunu düşündüm ve içeriye kapatılmanın nasıl daha da kötü olduğunu…” Sonra kocasına döküyor içini. Nehrin başında düşünüp, Leonard’ın yanında dinleniyor Woolf. Ömrü, evi ile bu nehir arasında geçiyor.
Ve ben izliyorum. Önceden bildiğim bütün bir yaşamı, dalıp gittiğim kitap kapağının yüzünde öylece seyrediyorum. Sahneler hızla geçtikçe saçı beyazlıyor, yüzü kırışıyor Woolf’un. Yeteri kadar yaşlandığında yeniden yavaşlıyor görüntü: Woolf, kendine ait bir odada oturuyor. Her zaman yazı yazdığı şövalesi yerde, beyaz kâğıtları etrafa saçılmış. Divit kırık, mor mürekkep dökülmüş. Pencere camında çatlaklar var artık. Duvardaki takvim 28 Mart’a kadar koparılmış, yıl 1941. Woolf kulaklarını tıkıyor ağlarken. Neler duyduğunu merak ediyorum. Odada olmayıp onun kulaklarını yırtan sesi duymaya çalışıyorum yeni güçlerimi kullanarak. “Virginia!” diyor bir ses, ardından uğultuya dönüşüyor. Bu uğultunun içinden bir sürü “Virginia!” daha. Kimi tiz, kimi kalın; kimi çığlık, kimi fısıltı. Birbirine giriyor savaşı hatırlatan sesler. Dünya harbinin getireceği felaketi, büyümeden ölecek çocukları, o çocukların annelerini, açlığı, hastalığı, kaybolup toprağa karışan ya da suya dökülen insanları anlatıyorlar yankılanarak. Dayanamıyorum. Silkinip çıkıyorum Woolf’un gözlerinden. Bedenime, bulunduğum odaya kavuşuyorum nihayet.
Tekrar kitaba doğru baktığımda Woolf koşmaya başlıyor. Kapaktaki noktalar büyüyüp ağaç oluyor birer birer, kitabın yeşil deseni ormana dönüşüyor. Ve yazar, bu noktalar arasında canhıraş ilerliyor. Nereye gittiğini bilip nasıl gideceğini bilmeyen bir hâl ile. Doğruca değil, sağa sola saparak; ikircikli, gergin. Nereye gittiğini biliyorum ben, engel olamıyorum. Düşünmeye ihtiyacı var çünkü. Ouse onu çağırıyor.
Nehrin kenarına geldiğinde duruyor Woolf. Etrafına bakınıyor kesik bir hışımla, beni görmüyor. Yere eğilip büyükçe taşlar toplamaya başlıyor sonra. Her birini paltosunun ceplerine dolduruyor. Göğsü inip çıkıyor kesilen nefesi yüzünden. Ama asla ağlamıyor. Ne yaptığını biliyor çünkü: Eşini kurtarmak için artık doğru düzgün okuyup yazamayan bu bedeni temizliyor. Bir tek adım ile…
Akıntıya kapılıp gidiyor Woolf. Düşünmek için bu suya ihtiyaç duyan zihni, bedeninden önce boğuluyor. Başından beri Leonard’ı kıskanan nehir, zaferini haykırıyor gururla. Woolf’a herkesten çok o sahip çünkü. Suyunda yüzen ayakkabısına kadar.
Kapaktaki “L” harfini nehirde yüzen ayakkabıya benzettiğimde koptu ip. Delirmeye başladığımı düşündüm. Duyduğum sesler, gördüğüm sahneler; bilincim daha tuhaf yerlere akmadan bitsin istedim. Kitabın kapağını açıp kaldığım yerden okumaya devam ettim: “Düşsel planda kadın son derece önemlidir; gerçek yaşamda ise tümüyle önemsiz. Şiiri bir baştan öbür başa kaplar; tarihte hiç görülmez.” Bu satırlardan sonra tekrar durdum. Ama kitabın kapağını kapatamadım, yeniden onunla göz göze gelmeye cesaretim yoktu. Biraz düşünüp, normal insanlar gibi, kaldığım yerden devam edecektim. Sayfaların sarısına bakıp soluklanmam gerekti sadece. Woolf dedim, yanılıyorsun, kadın düşsel planda da gerçek yaşamda da son derece önemlidir. Şiiri de kaplar, düzyazıyı da. Ve tarihte görülebilir pekâlâ. Kendime ait bir odaya geçip düşsel bir yazı yazacağım senin için. Göreceksin, takvim bile kullanacağım yazarken. Hem düşsel olacaksın, hem tarih.