Menu
ATEŞ ÖYKÜSÜ: OINONE
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ATEŞ ÖYKÜSÜ: OINONE

ATEŞ ÖYKÜSÜ: OINONE

“Ateş!” dedi Oinone, “Ne kadar güzel.”

Ve önünde harelenen sıcağa tuttu ellerini: İnce uzun parmaklarına renkli bitkiler sarılıydı. Dikenlerin bıraktığı kırmızı ize yakışıyordu bunlar. Böyle istiyordu Oinone; yaralarını gizlemiyor, onları süslüyordu. Bir tek sağ elindeki, serçe parmağına yakın yerde duran lekeden hoşnut değildi. Onu sevemiyordu bir türlü. Paris, karısının ellerini severken bu lekeden öperdi. “Sevmeden öpmüş demek ki. Helena’nın ellerini daha çok beğenmiş.” Ateşin titreyen ışığı altında yanıp sönen çirkinliğe baktı Oinone. Bir an, çok kısa bir an, ellerini koparıp ateşe atmak istedi. Sonra vazgeçti. Bu ellerle şifa dağıtıyordu çünkü. Kendini bildi bileli, İda Dağı’ndaki bitkilerden türlü ilaçlar çıkarıyordu. “Şifanın sırrı bırakıp gidilmez.”

Tekrar ateşe baktı Oinone, uzunca seyretti. Neden sonra, ateşin bir şey anlatmak istediği hissine kapıldı. “Bu sıcak ışığın bir derdi var.” Eğildi, dinledi. Hiçbir şey duyamadı. Sarının kırmızıya karıştığı yerde bir gölge peydahlandı. Kırmızının maviden koptuğu çizgide başka bir ışık belirdi. Işığın kıvrımlarından bir gölge doğdu ve bölündü. “Ateşin içinde iki kişi var.” dedi Oinone, fakat seçemedi. Daha çok eğildiği sırada kesik bir rüzgâr esti. Oinone’un saçları ateşe değdi. Geriye sıçrayıp ucu tutuşan saçlarını elleriyle söndürdü. Ayağa kalkarken ateşe baktı yeniden. Bu defa korku ile: Gölgelerden biri kocasına dönüştü. Paris’i görünce elleri titremeye başladı Oinone’un. İnce uzun parmaklarını koyacak yer bulamadı. Saçları uzun diğer gölgeyi seçemedi bu sırada. Ama kadındı ve Helena olabilirdi ancak. “Yanacaksınız!” diye bağırdı Oinone öfkeyle. “Taptığım her bir tanrı tarafından birer birer yakılacaksınız! O gün daha çok ateş için yalvaracağım onlara! Sönmeyeceksiniz Paris! Uğruna beni terk ettiğin kadının kemikleri eriyecek…”

Devamı gelmedi, donup kaldı Oinone. Eli havada, ağzı açık, korkunç hayalleri boğazına takılı, öylece kaldı. Paris’i gördü çünkü. Ateşin içinde değil, arkasında. Gölge değil, gerçek. Ona doğru yürüyordu. Fakat normal bir yürüme değildi bu. Ayaklarını peşi sıra sürüklüyordu Paris. Sendeliyor, kıvranıyordu. “Oinone!” diye bağırdı sesi titreyerek “Beni vurdular!” Ve Oinone, bu cümle içindeki bütün hikâyeyi anladı: Paris’in Helena’yı Yunanistan’dan kaçırması üzerine savaş çıktığını, Troya’da kocasının kasığına saplanan okun zehirli olduğunu, bu yaralı komutanın iyileşmek ümidiyle aldattığı ayaklara kapanmak istediğini… Anladı fakat kabullenemedi.

“Git!” dedi Oinone, “Helena’ya git. Beni terk etmene, bu savaşın çıkmasına sebep olan kadına git. O iyileştirsin seni!”

Paris inliyordu. Yalvardı. Kan çanağı gözleri yuvalarından fırlayacaktı. “Oinone!” dedi, “Yapma!”

Ne bir pişmanlık, ne bir af dileme. Sadece iyileşme isteği vardı Paris’te. Bu, Oinone’u daha çok yaraladı. Öyle ki karşısında can çekişen adamın yarasını hafif buldu. “Git!” dedi yeniden. Arkasını dönüp uzaklaştı.



Eve girip masanın üstündeki bitkilere baktı Oinone. Önceden hazırladığı otları tek tek yolmaya başladı. “Helena’nın saçları yerine.” Dışarı çıkıp birkaç çiçek daha kopardı. “Paris’in başı niyetine.” Sonra eve döndü tekrar. Elinde kalan çer çöpü büyükçe bir sahana boşalttı. Dövdü, ezdi, ağladı. Çıkan sesler Paris ve Helena’nın kemiklerine dolandı. Elindeki faydasız karışıma baktı Oinone. Döktü hepsini. Masanın üzerinde ne varsa yere çaldı.

Ağlaması da titremesi de durmadı. Yattı, uyuyamadı. Elleri saçlarına gitti birden. Sıkmaya, köklerinden sökerek çekmeye başladı siyah bukleleri. Derisi kopsun, teni soyulsun, canı yansın istiyordu kendisi için. O zaman içindekini unutabilirdi. Ama olmadı. Parmaklarını zor kurtardı. Ellerine baktı tekrar. Süslemek için kullandığı bitkiler yoktu artık. Dikenlerin bıraktığı kırmızı izler kanamaya başlamıştı. Odadaki ışık, sağ elindeki siyah lekede toplandı birden. Tam o nokta üzerinde ılık bir şey hissetti Oinone, Paris’in öpüşü gibi bir şey.

Ve koşmaya başladı. Gecenin bir vakti, yalın ayak, İda Dağı’ndan aşağı...

Evinin önünde yanan ateş söndü Oinone koşunca. Karanlık orman, onun geçtiği yerde seyrini değiştirdi. Zehirli yılanlar çıngıraklarını ağaca çarptı örneğin. Mantar şapkaları altında şehirler kuran yaratıklar, ağlamaya başladılar. Periler, ellerindeki yıldızları düşürdüler. Ters durmaya alışkın yarasalar, olgunlaşmış elmalar gibi yere düştü. Pelerini dala takılan Oinone koşmaya devam edince omzu açıldı. Yırtık sesi ağaçların arasında yankılandı, birkaç kuş öldü korkudan. Gözü dönmüş bir arslan, ağzındaki kanlı ceylanı yutamadı. O gece, anne tavşanlar yavrularını unuttular.

Oinone koşuyor ve hıçkırarak ağlıyordu. Daha önce kimse onu böyle görmemişti. Göğsü inip kalkıyor, içinde ne varsa dışarı çıkmak istiyor fakat kemikten kafes izin vermiyordu. Oinone’un içinde bir şey tutuştu; İda dağındaki tüm ateşleri söndürebilecek bir tutuşma.

Vücudundaki bütün ağırlığın tek bir adımda toplandığını hissetti Oinone. Yer küre sallanıyor, toprak parçalanıyor sandı. O an, bir taşa takılıp yuvarlanmaya başladı; tırnakları yarıldı, dizleri kanadı, kemikleri kırıldı. Dikenler ellerini kesti, sarmaşıklar ayağına dolandı. Orman, “Gitme!” diyordu kendi dilinde, Oinone duymadı.

Kurtuluşunun Paris’in yaşamına bağlı olduğunu anlayan şifacı, doğrulup koşmaya devam etti. Neden sonra bir kalabalık görünce durdu. Birkaç adım daha yaklaştı. Hemen önünde, yas tutan perilerin arasında, Paris’in cesedi ateşe verildi.

Ve ağlaması kesildi Oinone’un. Titremesi durdu. Birkaç adım daha attı sakince. Ateşin içindeki güzelliğe baktı. Uzun, yolunmuş ve uçları yanık saçları yüzündeki ter damlalarına yapışmış vaziyette. Donuk gözleri renklere gömüldü birkaç saniye. Evinin önünde bıraktığı ateşi hatırladı, ateşin içindeki iki gölgeyi... Ve hiçbir şey söylemedi Oinone, hiçbir tepki vermedi. Kendini tutup ateşe attı.

“Oinone!” dedi ateş, “Ne kadar güzel.”