"Benim trajedim şu bir kaç satırda: Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani, dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla 'Büyük Doğu' kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla 'Yön'e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış."
Cemil Meriç… Kelimelerden müteşekkil muhkem kalenin en sağlam burcu. Kelimeleri devleştiren, kelimelerin devleştirdiği bir modern zamanlar münzevisi… Rahatı kaçan ve rahatımızı kaçıran bir vicdan… Çileye talip olan ve çileyi vaz eden bir mürşit, bir bilge… Doğu ve batı arasına gerilmiş gergin bir yay… Dokununca, dokunduğunuzda düşüncenin namusundan, fikrin aydınlığından, emekten, hüzünden, arayıştan ses veren bir muhayyile…
Çok güçlü, insanın beynine yumruk gibi inen kelimeleri var Meriç’in. Her cümlede şaha kalkan şiirsel bir üslubu… Samimi, yapaylıktan ve yapmacıklıktan uzak… Etkili, etkileyen… Onu bir kez okuyan ve Onunla yolculuğa çıkan biri bir daha bırakamaz onu ve yazdıklarını. Cemil Meriç’in hüzün yağmuruna yakalananlar yalnızca yanar. Alev ırmaklarından boşanır gönül zembereğinden kopan sözler. Gönül zembereğinizi darmadağın eder ol sebepten. İşi gücü yolunda, tezgâhı sağlam, entelektüel fantazya peşinde olanlara bir şey söylemez. Konuşmaz onlarla Meriç. Hem aşktan ağlayanlara hem dertten söylenenlere yoldaşlık eder. O, herkesindir aynı zamanda hiç kimsenin. Onu en yakınınızda hissetmeye başladığınız bir demde en uzaklara savrulabilir. Ele avuca sığmayacak, bir kliğe, ideolojik bir gruba angaje edilemeyecek kadar kendine özgüdür söyledikleri… Mülksüzdür ve mülkiyetsiz…
Hayatı gerçek bir mücadeleci ruhun yansımalarıyla dolu. Gerçeğin, hakikatin peşinde, binlerce gerçeğin ve milyonlarca hakikatin üretildiği yalancı ortamlarda. Onun için ülkemizdeki ne sağcılığın ne de solculuğun camdan fanusu onu içine hapsemedi. Hüseyin Cemil olarak başladığı hayat serüvenine Cemil Şaman olarak devam etti. Cemil Yılmaz durağında biraz dinlendi. Cemil Meriç’e yürüdü ve yürüyüşünü burada hitama erdirdi. Batıcılık afyonuyla kendi varoluş dünyasına uzaklaşan sol ve batıcı aydınlar onu anlayamadı. Çünkü zihni yeterlilikleri ve düşünsel çapları onu anlayabilecek bir düzeye erişmedi hiçbir zaman. Şanlı bir geçmişe, muhayyel bir tarihe hapsolan sağcılar ve muhafazakârlar ise hiç benimseyemediler. Arafı yaşadı hep, araftan seslendi… Onu gerçek manasıyla ancak gönlü arafta olanlar anlayabilir. Arafta olmayı tecrübe etmişler ancak onun hakkında sahici konuşabilir… Hem arafta olmak hem de yanlış anlaşılmış, yanlış yorumlanmış bir dünyayı tashihe uğraşmak. İşte bu Cemil Meriç’in harcıydı… Yeniyle eskinin, Batı’yla Doğu’nun, kadim değerlerle çağdaş dünya algısının ortasında kendini iki tarafa da yaslamadan olan biteni anlama, insanları uyarma gibi büyük bir yükü omuzladı. Omuzlarında yitip gitmeye yüz tutan bir medeniyetin vebali ve önünde yeni doğan ve eskiyi yok sayan bir devrimin herc-ü merci…
“Ne Batıyı tanıyoruz, ne Doğuyu... En az tanıdığımızsa kendimiziz. Biz Müslümanlığından, Doğululuğundan, Türklüğünden utanan, tarihinden utanan, dilinden utanan şuursuz bir yığın haline geldik” diyerek içinde bulunulan hale projeksiyon tuttu. Arkasından kendimizi tanımanın, kendimizi bilmenin yerlilikle, İslam’ı tanımak ve bilmekle olacağını tespit etmişti. Sahici bir oluşun ancak burada ve Anadolu’yu tanımakla, Anadolu’yu Anadolu yapan manevi iklimi solumakla olacağını keşfetmişti. Batı edebiyatını tanıyan, Fransız klasiklerinden çeviriler yapan Meriç Doğu’yu keşfetti, hikmeti…‘Işık Doğudan Gelir’ dedi. ‘Kültürden İrfana’ doğru kanatlandı…
Cemil Meriç, çok boyutlu, çok esaslı bir düşünce ve irfan atlası.
Cemil Meriç, yalnızlığın, sükûtun çığlık çığlığa dervişi…
Cemil Meriç, tefekkür göğümüzün münzevi yıldızı…
Cemil Meriç, bu ülkenin vicdanı…