“Hayat yalnızın yalnıza uçuşudur” diyordu Plotinus. Günleri bir bir elerken, yılın sonuna doğru,bu kasım ayı M.Ö. 28.yüzyılda Mezopotamya’daki Uruk kentinde hüküm süren ölümsüzlüğü arayan Kral Gılgamış’ı hatırlattı. Yalnız karada ve denizde olan biten her şeyi bilebilmek, yaşlanmaya ve ölüme çare getirmiyordu. Bazı anları vardır Gılgamış ruhlu insanın. O anları, kendisi ve evreni için en önemli epizotlardandır. İnsanın kendinin bilgeliğine kapalı olmaması, alıcı gözle düşünerek hayata bakmasından geçmektedir.
İnsanı erken öldüren sebepleri konuşabiliriz. Sinema insanın yaşlanmasını kolaylaştırır mı ? Buna katkısı ne ölçüdedir. Amerikan Sineması , Avrupa Sineması, Uzak Doğu Sineması “insanın amaçlarını”değiştirerek, apolitik sanatın ölümüne mi vesile olmuştur? Hangi filmler, hangi insanları stimule ediyor/ harekete geçiriyor? Acının ve korkunun sinemada görüntü sürekliliği “artık bize iyi günler uğramaz” diyen yaşlı ve ölü ruhları mı çoğaltıyor. Hepimiz bir mangada talihimizi çekiyoruz. Bu sırada kafamızda stigmalar/sivri uçla açılan yaralar/ oluşuyor. Derin hançerler veriyor, apokrif/kutsal sayılmayan metinler. İnsan ölmelere doyamayan bir varlıktır. Parmenides, -“zira aynıdır, düşünmekle varolmak” der. Düşünmek istiyoruz. Tüm bunlardan 16.yy da İncilci Yahya tarafından yazıldığı söylenen "beş yara ayini"ni söyleyerek de kurtulamayız. Doğanın kendisini Mesih’in azabının aynası şekline çeviren ressamlardan etkilenen senaryo yazan ve görüntü yönetmeni olan sinemacıların varlığını da biliyoruz.
Bütün bu bilgiler bir yana birden ayaklarımızın dolanmasına ihtiyaç duyarız.Rüyalar yetmez. “Bir kaç film seyretmeliyim” diye içimizden geçtği an, sıraya koyduklarımız arasında ilk önce imlediğimiz bize misafirliğimiz olur.Ben de öyle yaptım. İnce seçimlerden kanoya binmiş oldum ve açtım “Timbuktu” adlı filmi. Yönetmeni Abderrahmane Sissako olan bir film, 2015 yılının başında gösterime girmiştir. Dram türünde olan bu film; Fransa , Mali , Moritanya yapımıdır.
Günümüzden oldukça uzak Afrika’nın içine çok hızlı bir biçimde düştüm. Hayır rüyada değildim. “Kum rengi açısından dünyanın soluğunu izlemek” harikaydı –desem, her konuyu birden yemek olarak düşünmüş oluyorum. Öyle demeyeyim de “bejin ortasından kana bulandım” belki daha uygun. XI. asrın sonlarına doğru Tuareg halkının ticaret merkezi olarak hayatına başlayan Timbuktu Mali sınırları içinde yer alır.
Bir Afrika (Tamaşek) atasözü der ki : “Tuz kuzeyden, altın güneyden, gümüş beyaz adamın ülkesinden gelir; Allah’ın kelâmı ve bilgeliğin hazineleri ise sadece Timbuktu’da bulunur”. Brian Gardner’a göre Avrupa’da asırlarca hiç kimsenin Timbuktu’nun tam olarak nerede olduğunun bilmemesine rağmen, evleri altından bir şehir olduğu hikayelerine inanılıyordu. Üzerinde düşündüm. Altın rengi ile kum eşleşmesi zihnen yapılmıştı, lakin sömürge düzeninin yaygınlaşmasının gereği olarak, en değerli “altın” görüldüğü için o dönemlerde “altından” benzetmesi yapılmış olabilirdi. Kıskanılan mesele şu muydu?:”
Asırlar boyu Timbuktu uleması tefsir, hadis, fıkıh ve kelam ilimleri ile birlikte dilbilimi, tarih, matematik, mantık ve astronomi ile ilgilenmişlerdi.” Papa emriyle dolaşan seyyahlar tarafından, Timbuktu’da bilim ile uğraşanlara hükümdarların destek verdiği ve dışarıdan getirirlen yazma ve basma eserlerin, değerli eşyalardan daha fazla paraya satıldığını öğreniyoruz. Ticaret kervanlarının geçtiği bu tınılı yer, başı belli olmayan borulardan evrenin sesini duyurur gibi “siyah efsaneleri” geçmişinde barındırır.
Avrupa’nın bu “sırlı yumurtaya” düşkünlüğüne dair belge olarak, şu şiiri de gösterebiliriz. Saray şairi (Poet Laureate) olan Alfred Tennyson (1809-1892) 18 yaşındayken “Timbuctoo” şiirini yazmış, Cambridge Üniversitesi’nin verdiği “Chancellor's Gold Medal”adlı ödülü bu yüzden kazanmıştır.Ayrıca, BBC’nin 2009 tarihli “The Lost Libraries of Timbuktu” belgeselindeki sunucu, siyah ırkın köleleştirilmesi ve devletlerinin sömürgeleştirilmesiyle (colonialization) zenginleşen ülkeleri iyi bildiği için, Timbuktu’da mevcut astronomi ve matematik sahalarındaki yazma kitapları görünce çok şaşırıyor.
YASAKLAR İNSAN BEYNİNİ KÖSTEBEĞE DÖNÜŞTÜRÜR
Gelelim Timbuktu filmine. O günlerden bu günlere, altın şehir lakabının yerine bu film, kente başka bir açıdan yaklaşır. Radikal bir grup tarafından yönetilen Timbuktu’da, müzik dinlemek, futbol oynamak, sigara içmek, eldivensiz satış yapmak, çorapsız çarşıya çıkmak yasaklanmıştır. Yasakların insana ettiklerini başka bir şey belki de yapmamıştır. İnsana “men’ olunmak direkt olarak” hırs, kibir, şiddet, cesaret” huylarını bağışlar. Filmde geçen Kidane ve ailesini izleyenler, çölde açan çiçeğe benzetirken, genç ve bir çocuklu, kuma karışmış postmodernizm görüntüleriyle bizi ilginç bir vücut sıcaklığına eriştirir. Şehrin baskısından kendi seçtikleri çadıra ve çaya müzikli bir kaçıştır bu. Büst gibi duran eşi ve gamzeli kızıyla , uzanarak gitarından metinler okuyan siyah sarıklı adam, balıkçı Amadou’nun ineğini öldürmesiyle, bilinçle kurduğu direklerinin, yönetimle yıkılmasına izin vermiştir. Amadou karakterini görünce , içimiz demişti ki gözyaşı ile yaratılmış bu kişi. Lakinleri yine devreye sokmanın zamanıdır. Acıma duygusu bu kişinin yaptıklarıyla yerini “sinirlenmeye” bırakır. İnsanları insanlar rahat bırakmaz. Oysa çölde şahsi kültürü olan bu aile huzurla yaşayabilseydi. “Olasılıklar”zincirinde yeni kilitler birden zihnimizi karıştırır.
Kidane’nin kadınına göz koyan yönetimden bir adam, kendi dinini kullanarak eline bir fırsat geçirmiştir. Kocası öldürülebilecek ve O’nun kadını kendisine kalabilecektir. İzlerken oluşan acılardan birincisi bu ailenin başına gelenlerdir.
Ya müziğin yasaklanmasına ne demeli? Geldi ikinci yara. Kıymetli yerde müziğe karşı donanımlı bir sürü kişi yaşamaktadır. Evlerde ailecek genç yaşlı, gitarlarıyla şarkı söylerler. Ama diktatörler evin bacasından notanın çıkmasına izin vermez. Artık evinde uyuşturucu bulunmuş gibi müzikseverler muamele görürler.
Üçüncü acı, futbol yasaktır. Top bir kişide bulunursa direk kırbaç cezasına tabi tutulur. Filmin gerçek dünya görüntülerinden birisi olan bir bölümü vardır ki, “top olmadan takımlar maç oynarlar” Futbol maçına önceden giden ben, zamanımı okumaktan alıkoyuyor diye bu alışkanlığımı değiştirmiştim. Bu sahneyi görünce, acilen futbol konulu bir tiyatro oyunu yazmak ve bir film daha çekmek istedim.
Dördüncü yara, yaşlı bir adam yolda kalaşnikofla durdurulur ve “erkeklerin pantolon boylarını kısaltmalarına yönetim tarafından” karar verildi denir. Emredilir. Adam namlunun baskısıyla paçasını kıvırmaya çalışır. Asker –“olmadı der. Adam üstünü sokakta çıkarmaya zorlanır. “Elbise ve Hukuk”adlı konu incelenmeli.
Beşinci yara, kadının birisi bekar bir adamın dış kapısı önünde bulunur. Yönetimin kararıyla, bu kız ve adam “taşlanarak” öldürülecektir. Unutmamamız gereken bir görüntü de şudur; “Horozlu kadın ve eldiveni giymeme” imgesi ayrı ayrı filmde direnişi anlatan bir bölümdür.
Filmin başındaki sahnede silahlardan geyik kaçar ve askerler bağırır “yor, hemen öldürme” Belirlenen av, “yok etme” gücüyle kendisinden uzaklaşması bir nevi kendi gücüne zarar vermemesi istenir. Sonra heykellerin silahlarla vurulması sahnesini izleriz. Yani gücün yakaladığı ve tutuklunun fonksiyonlarının elinden alındığı “kara bela”addedilen günahkarların(!)yok oluşlarını. Heykeller, sarsırılırken elimizden alınmış tüm haklar için, diken yutmuş gibi, kanayarak ağlarız. A.Sissako bu imgesellikle aslında “özgürlüğe karşı oluşturulan, tüm dünyadaki genel tutumu ve yapılmak isteneni anlatıvermiştir. Geyiğin estetiğine, gücün kabalığı ve oyunu binmiş, geyik kendi kimliğinden mecburi olarak kara heykellere dönüşmüş sonra da parçalanmaya mahkum edilmiştir. “Ölüme mahkum edilmiştir” diyemedim. Çünkü heykel olmak zaten yok olmak ta sayılabilir. “Umutlarını, dileklerini, geleceğini dondurmak”ağır bir sınavdır. En ağır sınav da şudur, hassaten ilgilendiği uğraşılarına birilerinin karışması. Burada karışılmakla kalınmamış, bireysel meşgalelerine karşılık “”ölüm”cezası verilmiştir.” İğrençlik“insanın biricik amblemidir (colophonudur).
İNSANI YARATICIDAN UZAKLAŞTIRANLARIN LİSTESİNİ KİM BELİRLEMİŞTİR?
Önüne bakan insanlar varsa o şehirde “yasak”vardır. Omuzlar dik değilse, “şiddet” yaygındır. Gözler buğulu bakışlarla yüklü ise, “susturucular” yakın çevrelerdedir. “İnsanı yaratıcıdan uzaklaştıranlar”listesini kim belirlemiştir. En çok “yaratıcı” kullanılır insan tarafından. Görünmezdir.(!)Sessizdir(!). İnsanlar tarafından parçalara ayrılır. Ve insan kullanışlı olan her şeyi çok sever. Bütün şiddet gösterileri bu eğilimden çıkmıştır. Durup dururken “Efkaristiya” bayramı yapamam şimdilerde. Ekmeğimin hamuruna kötülüğü bilen yılanlar sokulmuş durumda.
Soylu denilen ırklara silahlar put olmuş, yutak borularından “h” harfi kelpetenle alınmıştır. Yazık olmuştur, yaşamak isteyene.Gülümsemenin, zorbalar tarafından ebedi mahkum edilişini günümüzde de çok görüyoruz. Yaşlanan dünyada “her şeyin sona erecek olması “cümlesi rahatlatıcı değildir. Gılgamış ruhlular, İsa olmakla denenmiş, omurlarda azalmalar olagelmiştir.” Ölüm sessiz bir tanık”iken, bir bilge kavramı bile kullanan insan, bu başlık altında -gagalanmış-, rüzgarda artılarda, çivilenmiş, “yaşamak”hediye olmaktan çıkmıştır. İnsanın bireysel hakları üzerine dünyanın kararlar alması, bir mantık yanlışını da beraberinde getirir. Yeniden düşünceli davranışları yaygınlaştırabilmek için, sırtı yasaklardan uzaklaştırmalıyız. Yaşlanmak bir kader iken, “tutuklanmak”kazasını bu kadere eklememeliyiz. Bu konu burada bitmez.
(SİNEMA TERSPEKTİF DERGİSİ)