On dokuzuncu yüzyılın
başlarından bugüne Osmanlı ve Türkiye okur/yazarlarının sorması gereken soruyu
sordu kendine: “Kimim ben?” Cevap, onca
çileli okumaların, aramaların, tedirginliklerin, tecessüslerin izlerini
taşıyordu: “Hayatını Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessis bir fikir
işçisi”. “Kültürden İrfana” yaptığı yolculuk, ona kıvrak bir idrak, geniş ve
derin bir zihin, sıkı ve keskin bir kavrayış kazandırmıştı. Doğunun ve Batının düşünsel ve edebi
süreçlerini adeta koşarak geçiyordu. Her geçtiği birikimin epistemolojisini,
kültürünü, tasavvurunu ve inancını birbirine değdirerek, çarpıştırarak,
dengeleyerek kendini var etmeye çalışıyordu.
Diliyle, düşüncesiyle alışılmadık yerli bir entelektüel kimlik çıktı
ortaya; “Bizler ki aynı kitaba baş eğen
insanlarız; bizden yakın akraba mı olur” diyecek kadar, kendine el uzanmasını
isteyen yerli bir entelektüel. Ama münzeviliğe ve kitaplara kaçmaya mahkumdu.
Çünkü ilerici/ gerici, sağcı/solcu, modern/muhafazakar gibi yığınla kavramın
Türkiye’nin problemi olmadığını hatta Türk insanının bu kavramları gerçekte
asla tanımlayamayacağını söylüyordu. Bu yüzden aslında kavga fikirler arasında
değil kelimeler arasındaydı. O, çağının vicdanı olmak; ülkesine vurulan idrak
zincirlerini kırmak, Türk insanını Türk insanından ayıran yalanları ortaya
koymak; duvarları yıkmak istiyordu.
Türkiye kafası, Cemil Meriç’i sosyolojisiyle, felsefesiyle, kültür tarihiyle, üslubuyla şu veya bu oranda tanıdı mı bilmiyorum. Kimi, ulaşılmaz bir düşünce ve dil yıldızı olarak kabul etti onu. Kimi bütün keskin zekâsına ve tecessüsüne rağmen yönünü bulamayan bir entelektüel olduğunu söyledi. Kimi izini sürdü; kimi, izlerini silmeye çalıştı. Ama benim asıl değinmek istediğim bu Cemil Meriç değil; edebiyat okuyan ve edebiyatı değerlendiren Cemil Meriç.
Cemil Meriç, edebiyat alanında bir akademisyen, bir edebiyat tarihçisi, edebiyat öğretmeni, yaşadığı süre içinde tanımlanmış haliyle bir edebiyat eleştirmeni değildi. Ama bütün bunlardan faklı bir okumayla, bir yaklaşımla, bir üslupla edebiyat tarihi, edebiyatçılar ve edebi türler üzerine değerlendirmeler yaptı; yargılar geliştirdi. Özellikle Kırk Ambar’da, yer yer de Bu Ülke ve Jurnal’lerde Türkiye Batılılaşmasını/modernleşmesini edebiyat üzerinden okudu; az önce saydığımız alan uzmanlarının uğramadığı yerlerden geçti. Bu yüzden ulaştığı değerlendirme ve yargıların bir kısmı Türk edebiyatı tarihindeki konumlandırmaları, edebi kişilikler ve türler hakkında verilen hükümleri sarsacak ve değiştirecek nitelikteydi. Sağ ve sol sivil edebiyat eleştirisi, okumadı ve yüzünden okudu bunları; örgün ve resmi edebiyat eğitimi, hemen hemen hiç görmedi veya görmezden geldi. Mesela bugün Türkiye bağlamında roman tarihinde dillere pelesenk olan Donkişot meselesinde, klasik anlatı çağını kapatan ve modern romana yol açan kişinin Cervantes olduğunu belki de ilk söyleyendi. Okullarda edebiyatta Batılılaşma bağlamında Namık Kemal, Recaizâde, Tevfik Fikret merkeze alınırken yüksek sesle hepimizin Ahmet Mithat’ın çocukları olduğunu, onun, nesillerin tecessüsünü dünya düşüncesine kanatlandıran yol gösterici bir üniversite olduğunu söyleyen oydu. Ama ne yazık ki pek kimse duymadı.
Cemil Meriç’in edebiyat bağlamındaki yargılarının en doğru yargılar olduğunu, edebiyatla uğraşanların böyle kesin ve değişmez değerlendirmelere asla ulaşmadığını falan söylemiyorum. Onun, edebiyatın kendi içindeki yapısal özelliklerine ve ilişkilerine dair önemli belirlemelerde bulunduğunu da söylemiyorum. Şunu söylemek istiyorum. Cemil Meriç’in aşağıda örnekleyeceğim epistemolojik, ideolojik, tarihsel ve sosyolojik bazı belirlemelerine dikkat edilseydi; hem örgün edebiyat eğitimimizde hem sivil edebiyat ortamımızda daha derinlikli daha ufuk açıcı eleştiriler, tartışmalar olabilirdi.
Mesela edebiyat tarihinde metinlerin işlevi ve anlamı üzerine hükümler serdeden edebiyatçılarımız, Tanzimat’la açılan süreçteki aydınımızın alın yazısını aldanmak ve aldatmak kelimeleriyle özetleyen; Senaryoyu başkaları hazırlamıştı, biz sadece birer oyuncuyduk. Nesiller bir ütopyanın kurbanı olmuşlardı… Avrupa’yı tanımamak gaflet; Avrupa’yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız” diyen; Tanzimat Babıali'nin Avrupalılaşması. Bürokrasi, halktan da, saraydan da kopar. Aydın da bürokrattır, hem de çok nazlı, çok hassas, çok hercai bir bürokrat” diyen; “Zavallı Türk aydını. Tanzimat’tan bu yana yalnız Fransız edebiyatını hecelemiş. Avrupa edebiyatının bir bütün olduğu anlayamamış bir türlü. Ormanı da görmemiş, ağacı da. Rüzgarın önüne savurduğu birkaç kuru yaprağı insan zekasının bütünü sanmış” tespitini yapan Cemil Meriç’i dikkate alsalardı, Tanzimat dönemi aydın/bürokrat/yazarın mücadelesini, ortaya koydukları metinlerin anlamlarını nasıl yorumlarlardı acaba? Ama dikkat edemezlerdi, dikkat etmeleri için on dokuzuncu yüzyıl pozitivist ve emperyalist seyrin nasıl oluştuğunu ve amacının ne olduğunu eleştirebilmeleri, gerekirse karşı görüşler oluşturabilmeleri, vazgeçebilmeleri gerekirdi. Oysa algılayabildikleri kadar ellerindeki reçeteye bağlı kalmaları gerektiğine iman etmişlerdi.
“Bir müstağripler kervanı olan; her iskeleye uğrayan, hiçbir ülkeye yerleşmeyen bir kervan” olan Servet-i Fünûn, inkırazın, kopukluğun, Avrupa ideolojinin şark için yazdığı reçetenin ilk nesliydi. Ama Cumhuriyetle açılan kurumlarımıza bir edebiyat tarihi oluşturan idrak, bu neslin dilindeki tek gerekçe olan istibdata sarıldı ve onu tek gerçek olarak kabul edip tekrar etti. Cemil Meriç’in işaret ettiği gerekçeleri görmedi; onu görmediği gibi güya “hürriyetin” ilanından sonra neslin neden değişmediğini de sormadı.
İkinci Meşrutiyet yıllarından Cumhuriyet yıllarına Türk romanının nasıl başladığı, ilk Batılı romanın hangisi olduğu, hangilerinin romantik, hangilerinin realist olduğu, ilk tarihi romanın, köy romanının, psikolojik romanın hangileri olduğu hakkında tespitler yapıldı; her bir tespit edebiyat tarihlerine ders kitaplarına girdi. Bu kayıtların çoğu elbette içerik ve kronolojik olarak doğru bilgiler içeriyordu. Yanlış batılılaşma vardı; doğruydu. Türk romanı eğitim, kölelik, kalkınma gibi konulara eğilmişti; doğruydu. Roman, Avrupaî bir türdü; doğruydu. Ama doğru Batılaşmanın niye olmadığına, romancılarımızın köleliği nasıl anladığına, Batılı tarzdaki romanın Osmanlı toplumunda neden olmadığına veya geç geldiğine hiçbir cevap yoktu veya cevaplar oldukça yüzeyseldi. Çünkü Cemil Meriç’in romanın varlığı ve doğuşu etrafında sosyo kültürel, siyasal ve dinî zeminle ilişkili olarak ileri sürdüğü görüşler hiç düşünülmemişti. Tanzimat kuşağı romanı ve nesri getirmişti ama esasında hepsi hâlâ şairdi; hem de Osmanlı hikâyecilerinin, mesnevicilerinin, menakıpnamecilerinin, tarihçilerinin, vakanüvislerinin, seyahatnamecilerinin yanında oldukça romantik şairlerdi. Kendilerini sadece nesre veren Ahmet Mithat ve Beşir Fuat vardı. Onlara da şöyle bir dokunup geçtiler.
Türk romancısı Batı romanına meftun oldu ama ne Batının tarihini, ne inançlarındaki değişimin ve iktisadındaki ilerlemenin kökenlerini biliyordu. Her toplumun romanı kendi meselelerini ifade eder. Namık Kemal nesli ne kendi meselelerini biliyordu, ne de Avrupa’nın meselelerine aşina idi. Tek kaygısı vardı: neslin teceddüdü. Başka bir dünyada doğan, başka bir dünyanın yaşayışını aksettiren romanı, o bütünden koparıp manevi toprağımıza dikmekte başarılı olabilir miydi? Avrupa düşüncesinin zirvelerini bulutlar arasından bile görememiştik. Ne Descartes’i tanıyorduk, ne Kant’ı. Namık Kemal nesli, Avrupa’nın inkişaf tarihini bilmez. Ne Donkişot’u okumuştur, ne Rabelais’yi okuyabilir. Kendi hayal, hayat ve macerasının büyük eserlerinden de uzaklaşır Tanzimat nesli. Divan şiirine düşmanlığı, ona Hindin, Arab’ın, Osmanlının büyük kaynaklarına eğilmesini de engelledi. İki büyüklük arasında şaşkınca yol alıyordu: Kendinden ve dininden emindi ama şehirleri, dekorları, romanı, tiyatrosu ile karşısında büyük bir Avrupa duruyordu. İkisi arasında şüphenin, düşmanlığın ve yığınla sorunun boy vermesi kaçınılmazdı. Dininden emindi ama bu dinle Avrupa’nın kültürünü artık fethedemiyordu. O kültürün hayat içindeki enstrümanlarına talip olmakla yetiniyordu. Oradan getirdikleri ile roman, tiyatro, şiir yazmaya, devleti düzenlemeye çalışıyordu.
Cemil Meriç’in el yordamı ve terakki azmi ile milletini ve devletini aydınlatmaya çalışan Tazminat neslini ve sonraki nesli batı karşıtlığı merkezinde bu şekilde fazlaca hırpaladığını edelim. Ama şu soru hâlâ geçerliğini koruyor: Peki kendi eğitim kurumları için bir edebiyat tarihi hazırlayan, edebi şahsiyetlerini değerlendiren eğitim mekanizması aktörleri, neden sadece Batılaşma çizgisini esas alarak bir edebiyat tarihi ortaya koymak istediler? Neden kendinden vazgeçerek batıyı kabul edenlere karşı duran, kendini ispat ve ıslah etmeye, aileyi, eğitimi, edebiyatı yerli kalarak inşa etmeye çalışan bir bakış açısının olup olmadığını araştırmadılar? Neden Ahmet Mithat’ı küçümsediler, Muallim Naci’ye eski yaftasını vurdular; Mehmet Akif’e iyi adam ama şair değil dediler.
Cemil Meriç’in kişiler çevresinde yaptığı tespitler, verdiği hükümler bazen o kişinin edebi ve kültürel varlığını gölgeleyecek kadar veya bilinen ortalama varlığını çok yukarılara çekecek kadar kesinlik arz eder. Edebiyat tarihinin kişilere bu kadar kesin yaklaşması elbette beklenemez. Ama kişiler bağlamındaki edebi ve fikri konumlandırmaların, verilen yargıların çok boyutlu bir zeminden hareket edilerek yapılması da edebiyat tarihinin sahihliği için gereklidir. Aksi takdirde yargılarda çelişkiler, yerli yerine yerleştirmede yanlışlıklar kaçınılmaz olur. Mesela Halide Edip’i Türkçü/milliyetçi yazar sınıflaması içine alırsanız, Yeni Turan romanını esas almış ama Sinekli Bakkal’ı görmemiş olursunuz. Tevfik Fikret’i modern şiirde kurucu bir şair olarak konumlandırırsanız, aslında onun poetik ve siyasal çelişki ve tutarsızlığını es geçmiş olursunuz. Bu konularda daha sağlam değerlendirmeler yapmak için Mehmet Fuat Köprülü’ye, Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Mehmet Kaplan’a, Kenan Akyüz’e ihtiyacımız olduğu kesin ama farklı bir bakışa ve değerlendirmelere sahip olan Cemil Meriç’e de ihtiyacımız vardı.
Mesela, örgün edebiyat eğitiminde Ahmet Mithat, ortalama olarak şöyle tanıtılır: Eski hikayeyi yeniledi; çok yazdı, kolay ve popüler romanlar yazarak Türklere roman okumayı öğretti. Roman tekniği zayıftı. Bu yargılarda büyük oranda yanlışlık yok diyebiliriz. Ama edebiyat eğitimi alanlar şu ifadeleri de görmeliydi: “Hepimiz Ahmet Mithat’ın çocuklarıyız. İlmi tecessüsümüz yüz yıldır onun çizdiği sınırı aşamadı. Rıza Tevfik veya Hilmi Ziya, felsefe ile uğraşan birer Ahmet Mithat. Hüseyin Rahmi ile Kemal Tahir, Hikayeci Ahmet Mithat’ın devamcıları. Ahmet Rasim’den Ali Kemal’e, Peyami Safa’dan Burhan Felek’e kadar her gazeteci bir yanıyla Ahmet Mithat” Ahmet Mithat, saldıran küfür karşısında şahlanan imandır, şahlanan ve hücuma geçen. Avrupa kırk haramilerin mağarası, Ahmet Mithat hazineyi ülkesine taşıyan dev. Tarihinden koparılır aydın, toprağından, hatıralarından, hikmet-i vücudundan koparılır. Ahmet Mithat son direniş” Bu ifadeler görülmüş ve konuşulmuş olsaydı, bugün belki de yazmayan, okumayan, anlamayan edebiyat öğreticileri ve aynı şekilde sadece bazı ders notlarını ezberleyerek sınıf geçmeye çalışan edebiyat öğrencileri olmazdı veya çok az olurdu.
Şu karşılaştırmanın abartılı soyut olduğunu düşünsek bile, bu karşılaştırmadan habersiz bir edebiyat kültür tarihi eksik kalmaz mı: “Cevdet Paşa, Namık Kemal.. Türk düşüncesinin diri ve yaşayan iki temsilcisi. Paşa, ağır başlı, dürüst bir medreseli. Batıya aşık, fakat Doğudan kopamıyor. Şiirlerinde kendisi yok. Coşmaktan ölçüyü kaçırmaktan utanıyor gibi. Ponsiflerin adamı. Namık Kemal deli dolu, haylaz ve coşkun. Şiirlerinde olduğu kadar, nesirlerinde de kendisi. Cesur, atak ve kendini beğenmiş. Cevdet daima frenli. Kemal daima sarhoş.
Cenap Şehabettin’in Servet-i Fünûn en iyi ikinci şairi olduğunu; yeni şiirin Fransız kaynaklarını iyi bildiğini; tabiatı hakiki özellikleri ile şiire taşıdığını; Edebiya-ı Cedide’nin dil bakımından en güçlüsü olduğunu; Parnasyen özellikler taşıdığını öğrettik. Büyük ölçüde yanlış da yapmadık. Ama acaba başka bir Cenap Şehabettin yok muydu? Mesela Cemil Meriç’in işaret ettiği gibi; asırlarca süren Osmanlı şiirini gül, bülbül, şem, mey gibi dokuz manzum etrafında belli başlı mevzu işlemeyen bir şiir olarak gören; eski edebiyatı samimiyetsiz bulan; gönülden fazla kalem ürünü sayan da Cenap Şehabettin idi. Meriç, bunları okuyunca “aman yarabbi üstat hafızasını kaybetmiş; ne Fuzûlî’yi hatırlıyor; ne Nedim’i, ne Nâilî’yi, Hümayunname’yi, Evliya Çelebi’yi okumamış olabilir mi” diye şaşkınlıktan halden hale girer. Ama özellikle örgün ve resmi edebiyat eleştirimiz, bu Cenab’ın varlığını aklına bile getirmez. Aslında sözünü ettiğimiz eleştiri ve eğitimci kadrosu, hem Servet-i Fünun’u yüceltirken hem de Milli Edebiyatı Türk edebiyatının geldiği en doğru ve en iyi nokta olarak değerlendirirken mesela ”Son cereyan Genç Kalemler’in Selanik’ten salıverdiği balondur… Resmi mekteplerin programlarına zorla sokturuldu. Öğretmenler için bir terfi, bir ilerleme çaresi oldu. Bir dil bu kadar fakirleşmeye razı olamaz” diyen Cenab Şehabettin’i görmediği için içinde yüzdüğü çelişkinin tutarsızlığın farkına da varmadı.
Halide Edip Adıvar, Türkçesiyle, romanlarını sosyal hayata nüfuz ettirmesiyle, kadınlık gücünü edebi metinlere dercetmesiyle ve tabi Milli Mücadele’deki azmi ve çalışmasıyla Edebiyat tarihinde yer aldı. Kuşkusuz İkinci Meşrutiyet yıllarından Cumhuriyet yıllarına uzanan edebiyat hayatının en kudretli isimlerindendi. İhtimal Cemil Meriç de bunları biliyordu. Ama bir de şunları söylüyordu Meriç: “Halide Hanım romancı Zola’yı tanımamıştı; tanıyamazdı da; çünkü Fransızca bilmiyordu. Fakat Dreyfus Davası etrafında bir hayranlığı vardı. Dreyfus Davası’nın kahramanı bütün dünyada hayranlık uyandırmıştı, bütün dünyada bilhassa Yahudi camiasında”
Dediğim gibi Kırk Ambar’ı, Bu Ülke’yi, Jurnal’leri, Umrandan Uygarlığa’yı okursak bunlara benzer daha nice edebi değerlendirmeler ve yargılar buluruz. Ama maksadı anlatmak için bu bir kaç örnekleme yeterlidir diye düşünüyorum. Sonuç: Ne yazık ki ortalama sağ ve sol sivil edebiyat ortamı da, örgün ve resmi edebiyat eğitimi de ve bunlara kaynaklık eden vasat edebiyat tarihi yazıcılığı da Cemil Meriç’i, bir edebiyat eleştirmeni olarak ya görmedi ya görmezden geldi.
° Muhit, Ekim 2020
1963 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk orta ve lise öğrenimini aynı şehirde gördü. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Maraş’ta 4 yıl öğretmen olarak çalıştıktan sonra Sütçü İmam Üniversitesine asistan olarak geçti. Aynı üniversiteden 1996’da yüksek lisansını, Hacettepe Üniversitesi’nden 2000 yılında doktorasını tamamladı. Halen Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyesidir. Mehmet Narlı, 1987 yılından bu yana Dolunay, Kırağı, Kanat, Türk Edebiyatı, Yedi İklim, Hece, Varlık, Dergah, İtibari İzdiham, Muhit gibi dergilerde şiir ve edebiyat eleştirileri; Türk Dili, Türkbilig, İlmi Araştırmalar, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları gibi dergilerde akademik yazılar yayımlıyor. Narlı, 2007 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından inceleme dalında yılın yazarı ödülünü aldı. Şiir Kitapları1. öylece Yeryüzünde, Muhitkitap,20202. Ömürlük Yara, İz Yayınları, 20173. Dil Kapısı, Öncükitap Yayıncılık, 20104. Ruhumun Evvelyazıları, Meb, 19985. Çiçekler Satılmasın, Dolunay, 1988 Akademik Kitapları1. Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı 20022. Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, 20063. Roman Ne Anlatır, Akçağ Yayınları, 20084. Şiir ve Mekan, Hece Yayınları, 20085. Şiir Çözümlemeleri, Kriter Yayınları, 20106. Edebiyat ve Delilik, Akçağ Yayınları 20137.Çağdaş Türk Romanı, Anadolu Üni. 20118.Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, Anadolu Üni. 20119.Roman Sevdaları, Akçağ Yay. 201510. Şiir Burcu, Akçağ yay. 201511. Öykü Burcu, İz Yayınları 201612.Kahire ve Paris Notları, Cümle Yayınları, 2017 13. 40 Soruda Türk Romanı (editör) Ketebe Yay 2019