Eski minder
Yüzünü göster
Göstermezsen
Bana bir poz ver
Çocukluğumda sokaklar oyun bahçesiydi. Akşam ezanı ise oyun saatinin bittiğini duyuran ulu bir nida… Oyun dediğimiz o kutsal varlığın en tatlı kısmı ise müezzin sesinin hoparlörden duyulmak üzere olduğu bir iki dakikaya sığardı. Anneler pencerelerden yarı bellerine kadar sarkar, birazdan ünleyecek olan hocaya nispeten avazları yettiğince isimlerimizi okurlardı. İşte çocukluğun en hınzır vakti o vakitti; dar alanda kısa bir pas atmadan evin içine, ders başına, televizyon karşısına ve tabi ki rüyalara geçilmezdi. O kısa zaman diliminde erkek çocuklar şöyle bir kenara çekilir, kız çocukları ise özellikle de etek ve elbise giyinmiş olanları bir çırpıda toplanır ve “ eski minder” oyununu oynardık.
Oyunun esas kuralı en hoş, en havalı, en coşkulu ve en yaratımcı pozunu verebilme becerisi idi.
Mâni bittiğinde en muhteşem pozu veren kazanır!
Sokak pozunun haricinde evin içinde verilen kıymetli pozlarımız da vardı. Aile albümlerinde nezaketle verilmiş büyük – küçük tüm insanların duruşları. Annem, babam, dedem, ninem, dayılarım ve onların dostları…
Bir dönemin insanlarında objektife karşı ‘poz verme bilinci’ oluşunu henüz fark ediyorum. Gözler açık, eller göğüs hizasında, boyun dik, duruş odaklı, yüzler ise o an nasıl olması gerekiyorsa öyle. Hiçbir pozda fazladan bir tebessüm asla yer almıyor.
Albüme de sığmayan poz verme sözünü bizim oranın insanlarından da sık sık duymuşluğum vardır; küçük bir çocuk sevilirken, onun bize nasıl bakış attığı, bir delikanlının, genç bir kızın gönlünü nasıl çaldığı, muhabbet koyulaştıysa kimin kime daha sıcak davrandığını betimlemek için de kullanılırdı ‘şöyle bir poz ver de görsün amcalar seni, az poz kesmezdin bana değil mi, Hasan? Ablama gittim bana hiç poz vermedi, darıldım vallahi’ bu gibi cümleler eminin sizin de kulağınıza değmiştir.
Poz vermekten epey uzak düştüm, çocukluğumda kaldı ve gitti. Ama ne!
Ama ne?
Kadim hikmet bilgisi üzerine okumalara ağırlık verdiğim yakın dönemimde bu kavramla yeniden karşılaştım. Başlangıçta ben de ona pek ‘poz vermedim’ yani oralı olmadım. Ama ne mümkün? Gündüz okumalarımda tekrarlanan bu emir cümlesi, bir gece beni rüyamda da yakalamasın mı?
Kadim bilgide şöyle diyordu;
Cenabı Hak, Zatıyla ve sıfatlarıyla bilinendir. Sıfatlarıyla eylemlerinde görülendir. Bir bebeğin gülüşü, bir kedinin süt içişi, bir kaplanın delice koşturması, paslı bir bıçağın akıbeti, aynada bana bakan bir çift gözdeki gözbebeği ve dahası.
Sıfatlarıyla, eylemlerinde tavırda bulunandır. Tavırda bulunan yani ki eşyaya poz verendir. O her an yeni bir şey’endedir yani ki O her an yeni bir tavırda, yeni bir poz vermededir.
Varlığın hareket kabiliyeti, her an bir neşe alış-verişi halinde poz vermek üzere inşa edilmiştir. Zerreden deryaya, batından zahire, erilden dişile, ölüden canlıya, yerden semaya, içten dışa, sağdan sola, soldan sağa, dört bir taraftan, tarafın dahi olmadığı en ücraya kadar. Her an ne demek ise işte öylesi bir ‘her yerde’ işleyen poz verme gayreti…
Bunları işittiğim iyi oldu, dedim kendime. Poz verme cümlesini yeni yazılarımda da kullanırım, havalı olur diye düşündüm.
Düşündüm, henüz iman etmedim.
Hemen iman ettim denmezmiş, iman kalplere belli bir nizama göre yerleşirmiş. Samimi olunmalı, Allah’a poz kesilmemeliymiş!
Zira iman kumaşı zedelenmiş olan minderin yüzü, tez elden değiştirilir ona yeni bir poz verilirmiş.
İşvene, cilvene, tavrına hayran olayım, dedim Kendime. Sanatçı dediğin aslında kendinden kendine söyler ve yaparmış. Sen, ben Onun için hep birmiş. Zaten O, en güzel, en has pozu, her daim verenmiş.
Sanırım iman beni sevdi, kabul etti ve razı oldu benden. Öyle oldu ki bu kez rüyama da giriverdi.
Rüyamda, sıfat güzelliği tescillenmiş ve mesleğinin ana ilkesi –has esması- poz vermek olan, işte şurada en yukarıda duran, genç bayan bana şöyle seslendi:
“Poz verme-diğim an
Manamı yitiririm!
Ben
Poz verdiğim sürece manalanıyorum.”
Her verdiği poz ile varlığa çıkan Hakikat Cevheri,
Bana,
Varlığını her tür örnekle sunan Rabbimden ben işte böylece razı oluverdim.
Aldım
Verdim
Pozlandım.
(2014, Ocak)