Menu
SELVİGÜL K.ŞAHİN İLE ÖYKÜ ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Söyleşi • SELVİGÜL K.ŞAHİN İLE ÖYKÜ ÜZERİNE SÖYLEŞİ

SELVİGÜL K.ŞAHİN İLE ÖYKÜ ÜZERİNE SÖYLEŞİ

       

Sizi çeşitli dergilerdeki öykülerinizden ve öykü kitaplarınızdan tanıyoruz. Kalemini ustaca kullanan; okuru, öykülerinin içinde dolaştırmayı bilen kıymetli yazarlarımızdansınız. Belki çok bilindik bir soru olacak ama yine de sormak istiyorum.  Sizi öykü yazmaya iten ve öyküyü sevdiren etkenler nelerdir? Yazı yolculuğunuz nasıl başladı? 


Öncelikle söyleşi için teşekkürlerimi sunuyorum. Ayrıca güzel düşünceleriniz için de müteşekkirim… İlk öykülerimi lise yıllarında yazdım. Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı romanından çok etkilenmiştim ve ondan aldığım ilhamla öyküler yazmıştım. Üniversite yıllarına geldiğimde okumalarım yoğun bir halde devam ediyordu. Düşünsel ve inanç yönünde hayatımda meydana gelen değişim ve dönüşümlerle, okuduklarım, arkadaş çevrem, görüştüğüm ustalar, muhatap olduğum edebiyat ortamları da değişti. Bana yol gösteren, yol olan değerli üstatlarla yazı yolculuğumda tanışmış oldum. Ve ilk olarak öykülerim edebiyat dergilerinde yayımlanmaya başladı. Şiirler yazsam da dilimin öyküye yakın olması hasebiyle öyküye yoğunlaştım. 

Çok kıymetli öykü – hikâye yazarları vardı önümüzde, öncü kuşaktan değerli isimler.  Onların izleğini sürmek bizim için anlamlıydı. 

Öykü yazmayı sevdim, düşüncelerimi, duygularımı, içinde yaşadığım toplumu, tüm duyumsamalarımı öyküyle daha rahat ve etkin anlatıyordum. Öykü yazmak diğer türlere göre titiz gözlem gücü, özenli ve seçkin bir dil, fazlalıklardan arındırılmış bir anlatı, etkili ve derinlikli bir bakış açısı gerektiriyor. İmgesel yoğunluğun fazla, kısa, özlü yazılınca şiire, tahkiyeye yaslı, oylumlu lirik, akıcı bir dille ve anlatımla yazıldığında romana, olaylara ve insanlara yaslı didaktik, eleştiri dozu yüksel yazıldığında ise denemeye yakın bir tür öykü. Öykü evrenini kurup, kurgusal metinler ortaya koymak çoklu okumalar, özenli, titiz çalışmalar, dikkatli bir gözlem gücü gerektiriyor. Sabır ve sebatla çalışınca, özen gösterince sizin öykünüz ortaya çıkmış oluyor. Şiir dışında pek çok türde yazsam da öyküde yakaladığım heyecanı ve yazma hazzını diğer türlerde hissedemiyorum. 


Kurmaca bir öyküde gerçeklik kavramı nasıl olmalı? Kurgu mu gerçekliğe müdahale etmeli gerçeklik mi kurguyu şekillendirmeli? 


 Hayatın gerçeği, yaşanmışlıklar, ilham alınan olaylar ve insanlar bir tarafa öykünün kendine ait bir gerçekliği var mıdır bunu sormalıyız bence öncelikle... Ve bu gerçeklik neye tekâmül eder. Öykü gerçeğe ne derece uymalıdır, inandırıcılığı nasıl olmalıdır, bu sorular uzayıp gider… Öykü edebiyata, kurmacaya, sanata dâhildir ve kendi gerçekliğiyle var olmak için yazarın duygu, düşünce tezgâhından geçerek, onun elinde adeta plastikleşerek, eğilip bükülür, değişip dönüşür. Gerçekten ilham alarak yazar kelimelerden itibari bir dünya kurar. Bu dünya gerçek dünyadan mutlaka farklıdır. Öykünün gerçekliği işlenmiş bir gerçekliktir, yazar ham ve işlenmemiş olan hayata, insanlara, olaylara müdahale ederek, yeni bir inşa ile öykünün gerçekliğini ortaya koyarak bir kurmaca metin olan öyküyü yazar. Yazar, yaşanılan hayatı, görüp müşahede ettiklerini, anlatılanları, gerçeğe uygun hale dönüştürmeyi ve ya yaklaştırmayı değil, okuru kurgulanmış öykünün kendine ait gerçekliğiyle yüz yüze getirmeyi amaçlar. Öykünün gerçekliği böyle bir durumdur diyebiliriz. 

Gerçek dünya içinde yaşayan yazar, kurguladığı öyküyle hayattan aldığı ilhamla bir bakıma kurguya müdahale eder. Öykünün kendine ait inandırıcılığı, sahici dünyası, yaşanılan hayata uyum sağlayamayabilir. Bu durum halk hikâyelerinde gerçeklik anlamında mutlaka uyumluluk gerektirebilir ama söz konusu modern öykü olunca bu durum geçersiz kalır. Öykünün kurgusal gerçekliğiyle inşa olmuş olan sahiciliği, kendi atmosferinde, iç disiplininde, kelimelerin şiirsel ve ya ironi örgüsünde, yazarın kurduğu fantastik, mistik, düşsel yazı evreninin inşasıyla gerçekleşir. 

Gerçek dünyadan, kurgulanmış olan öykü evrenine baktığımızda, gerçek dünya ile örtüşmeyen, öykünün kendine ait olan dünyasının içinde buluruz kendimizi. Öykü evreni, kurmacanın sahiciliğiyle bütünleşerek, adeta eriyerek, kurgulanmış metne madenler gibi içten içe işlenmiştir. Okuduğunuz öykünün o zaman gerçeğe uygun mu değil mi sorgulamasını yapmazsınız. Ustaca kurgulanmış anlatının büyülü dünyasında, inşa olmuş olan itibari dünyanın sizi götürdüğü olağanüstü şiirsel, etkili dil ve anlatım hazzıyla gerçekliği sorgulamaz hale gelirsiniz. Okuduğunuz öykü verdiği okuma lezzetiyle size artık gerçekliğe dair sorular sordurmuyor ve sizi kendi dünyasında muazzam bir okuma ve keşfetme, duygusal doyum noktasında mutmainlik sağlıyorsa işte o zaman gerçek dünyayı aşmış ve kurmaca dünyanın kendisi olmuştur. 




Siz kurmaca bir öyküde nelere dikkat edersiniz, öncelikleriniz nelerdir, gerçeklikten, hayattan ilham alır mısınız?  



Kurmaca, gerçekle hayalin yazarın muhayyilesinde işlenip, kalemiyle ve tüm duyumsamalarıyla inşa olup kâğıda öykü olarak döküldüğünde ortaya çıkar. Öncelikle kurmaca metin hayatın damarlarından süzülüp gelmeli diye düşünüyorum. Gerçeklikten ilham alınmalı. Ama yaşanılan her ne ise olduğu gibi anlatılamaz. Sanatsal yapıt olarak metin oluşturulurken, yaşanılan trajedi, sıradan bir olay, bir yıkım veya herhangi yaşanmışlık kurgusal metin olarak tasarlanmalı ve yazınsal kurgusal işçilik yapılmalı. Edebiyatın, sanatın imkânları kullanılarak imgesel anlatımla her dönemin yazınsal ve estetik kaygıları da göz önünde bulundurularak, kurgu ile gerçeklik iç içe geçirilerek, estetik, etik, sözün ve anlatının zirve yaptığı edebi bir yapıt oluşturulur. Bu öykü olabilir, roman olabilir. Kurmaca metin adeta plastik bir yapı gibi yazarın elinde istenildiği ölçüde estetik anlamda olgunluk aşamasına taşınarak değiştirilir, dönüştürülür. Yazar karakterleri, yerleri, olayları kurmacanın tüm imkânlarından yararlanarak anlatır ve edebi eser anlamında bir ürün ortaya koyar. Kurmaca metin derken eğer öyküden bahsediyorsak, öykü kalemime gelmeden önce uzun süre dikkatimi çeken, beni etkileyen, yüreğimi yaralayan, toplumsal veya insanî bir konu üzerinde düşünür ve onunla ilgili değişik duygu halleri yaşarım. Bu süre uzun olabilir, kısa da olabilir ama yazacağım öykü önce içimde gezinir. Vakti geldiğinde öyküyü yazmaya başlarım ve biter. Ama bitmemiştir aslında demlenme dönemi, kurmaca metin üzerinde editörlük yapacağım dönem başlamıştır.




Kurmaca metnin yazarın muhayyilesinden, yazarın dünyasından özgün bir ırmak gibi doğal bir akışla akarak yazıya aktarılması gerekir. Ben bu doğallığı önemserim. Doğal ve zorlamasız bir şekilde yazılan ilk metnin, dönüşmesi, terbiye olması ve yine yazar tarafından redakte olması gerekir. Kurmaca metnin yazıldıktan sonra sıcağı sıcağına yayınlanmasını da doğru bulmadığımı söylemeliyim. Her metnin bir demlenme süreci vardır. Bu yazının olgunlaşma evresi gibidir. İlham ile aniden sayfalara akan metin editöryal bir süreçten geçmeli ki kurmaca olarak yazıya aktarılsa bile demlenme sürecinde hataların ve eksiklerin görülmesi daha kolay olur.


Kısaca kurmaca metin yazarın muhayyilesinde yazmaya değer bir olayın, kişinin, eşyanın yazıya aktarılırken, edebiyatın imkânlarını kullanarak estetik ve etik anlamda, usta bir dille, okuyucunun dikkatini cezbedecek şekilde ama sıradanlıktan ve basitlikten uzak, edebiyat tarihinin önemli eserlerinden alınan ilhamla yazılan metinlerdir diyebilirim.



 Yazar hikâyenin neresinde durmalı? 


Bu soru yazardan yazara değişir diye düşünüyorum. Kimi yazar yazıyla arasına mesafe koymayı başarır. Kimi yazar da bu mesafeyi koyamaz, anlatının içindedir, duyguları ve düşünceleriyle okura göz kırpar. 

Benim kanaatim yazar yazdığı eserin bu öykü, hikâye, roman, şiir her ne olursa tam da kalbinde olmalı. Ama okura bunu hissettirmeden, duyumsayarak, yaşayarak yazdığı metne anlamlı bir mesafede durarak inşa etmeli eserini. Tarafsız, dışardan, kahramanlara müdahale etmeden, görünmez bir el, hissedilmez bir nefes gibi ama tam da öykünün kalbinde kendi kalbi atarak bu ustalığı göstermeli. 


Öykülerdeki nesneler çağrışımları bakımından kurguyu yönlendirmeli midir?


İnsanoğlunun kadim yaradılış hikâyesine baktığımızda,  Âdem’le, Havva’yı cennetten mahrum eden “elma” biricik nesne olarak çıkar karşımıza. İnsanoğlunun kadim hikâyesi adeta yakıcı bir imge halini almış olan “elma” nın yasak olması etrafında gerçekleşir. Nesne olarak “elma” nın koparılması, cennet sürgünüyle insanoğlunun dünya hikâyesini başlatır. 

Öykülere baktığımızda nesnelerin imgesel zenginliği ve gücüyle öyküyü sürüklediklerini görmekteyiz. Örneğin Sabahattin Ali’nin “Değirmen” hikâyesinde, değirmenin canlı bir varlık olarak hikâyesinin finalinde büyük bir etkisi, okuru sarsan bir gücü vardır. Sait Faik’in, Mustafa Kutlu’nun, Handan Acar’ın öykü - hikâyelerinde de nesnelerin nasıl öyküyü – hikâyeyi yönlendirdiklerine şahit oluruz. Gogol’un “Burun” ve “Palto” öykülerini de örnek gösterebiliriz. 


Son zamanlarda çoğalan küçürek öyküler hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Sizce küçürek öyküler anlatım imkânını genişletiyor mu daraltıyor mu? 


Küçürek öyküler yazmak kolay değil bence. Tıpkı şiir yazmanın zor olduğu gibi… Öykü zaten kısıtlı bir metinde, oldukça titiz kelimeler seçilerek, fazlalıklardan arınmış, rafine bir dille yazılıyor. Girişi önemli, öykünün serim bölümü önemli ve final oldukça etkili olmalı. Aslında öykü yazmak zekâyı da zorluyor diyebilirim. İmgesel yoğunluğu fazla, post modern anlatımın olduğu, ironi düzleminde yazılan, kapalı, sembolik öyküleri çok dikkatli okuyarak anlayabiliyoruz. Örneğin Hasibe Çerko’nun öykülerini örnek verebilirim. 

Küçürek öyküler ise daha bir ustalık ve anlatı gücü istiyor bence. Bunu başaranlar var. Cemal Şakar, Ahmet Sarı, Abdullah Harmancı, Süheyla Hanönü’nün kısa ve dikkat çeken öykülerini okuyoruz dergilerden. İlk aklıma gelenleri yazdım mutlaka başka isimler de vardır. Küçürek öyküler şiir tadında imgesel anlatı gücüyle anlatı imkânını daraltıyor gibi görünse de genişletiyor diyebilirim. Yazara, özgün, özlü bir yol açıyor. Tabi bu da ayrı bir maharet, ayrı bir ustalık istiyor. 


Size göre öykü hayatın neresindedir?


Öykü hayatın neresinde ifadesini, yazmak hayatın neresinde gibi algılasam daha kolay cevap verecek gibiyim… Yazmak hayatımın tam merkezinde diyemeyeceğim. Yazı benim için önemli ama hayat ve yaşanmışlıklar daha önde. Yazmak hayatımın bir parçası, benim için saliha bir amel. Öyküler önemli tabi hem yazarak hem okuyarak muhatap olduğumuz öyküler, hayata, insanlara farklı açıdan bakmamızı sağlıyor. Zaten edebiyatın gücü de böyle bir şey; algımızı güçlendirmek, muhayyilemizi zorlayarak hayal gücümüzü genişletmek, hayatın anlamlı, zorlu, üzüntülü bazen neşeli zamanlarını kurgu ve gerçekle harmanlanmış öykülerle derinlemesine duyumsayarak okumak... Öykü, okunurluğu, olayları, anlatılmak istenileni ve ya anlatılamayanı, özleneni,  özlü ve derli toplu bir şekilde okura sunar. Okur daha rahat ve kolay okusa da öykü okumak aslında daha zorludur. Roman kalındır ama akıcıdır, rahat bir atmosferi ve dili vardır. Tabi her romana göre değişir, şimdi oraya girersem uzar… Modern insanın çok fazla vakti yok. Şiir ise herkese hitap etmiyor. Öykü bu haliyle kendini okutuyor diyebilirim. 


Türk edebiyatının dününü ve bugününü düşündüğümüzde baskın bir tür olarak karşımıza çıkan öykünün gelişim süreci hakkında neler söylemek istersiniz?

Bu konuda yazan önemli eleştirmenler var tabi, benim değerlendirmelerim eksik kalacaktır ama elimden geldiğince ifade edecek olursam, Türk edebiyatında öykünün, hikâyenin yeri çok daha eskilere dayanıyor romana göre. Bizim her daim bir hikâyemiz vardı. Roman batıdan geldi yüz yıllık bir geçmişi var diyebiliriz. Örneğin Ömer Seyfettin hikâyeleri, Sebahattin Ali gibi yazarların hikâyelerine yol açtı. Kuşak kuşat hikâyeciler bir önceki kuşağın izini sürdüler…

 Öykü, Türk edebiyatında şimdi önemli bir tür. Özellikle 50 kuşağı ile önemli bir dönüşüm yaşanıyor ve ilk defa bu yıllarda öyküde modernist dönüşümler gerçekleşiyor. Öyküde klasik anlamda yazılmış, ortaya konmuş eserler sorgulanıyor. Bu değişim ve dönüşüm tüm sanat dallarında da görülüyor, resim, heykel, mimari, tiyatro vs. Böylelikle sinemayı da içine alan tüm sanat dallarında yeni arayışlar başlıyor. Tabi bu dönüşüme etki eden etmenler var: siyasal yaşamın demokratikleşmesi, hızlı kentleşme, edebiyat dergilerinin sayılarının artması, toplumcu bakış açısı, bireysellik ve pek çok tartışmalara, araştırmalara neden olan sebepler. Tabi 50 kuşağını Sait Faik, Nezihe Meriç gibi öykücüler zemin hazırlıyorlar. Bilge Karasu, Yusuf Atılgan, Erdal Öz, Leyla Erbil, Orhan Duru gibi isimler öykülerinde bunalım edebiyatı önceleyerek, hiçlik, kötücül bakış açısı, cinsellik, suç ve ceza, intihar gibi konulara odaklanarak yazıyorlar. Ayrıca cümle yapılarına ve genel olarak öykü metnine yansıyan yenilikçi biçimsel anlatım da dikkati çekiyor. 

1960 sonrasına baktığımızda ise, bu dönemde toplumsal gerçekçi öyküler yazanların sayıları artarken, bilinç akışı tekniğiyle anlatımla öykülerde iç seslere, gözlemlere yer verilmiş. Muhteva olarak baktığımızda bu yıllarda yazılan öyküler bireyin toplumdaki yerini sorgularken, kadın erkek eşitsizliğine değinilmiş.  

Edebiyat her daim toplumda meydana gelen olaylardan değişim ve dönüşümlerden etkilenmiştir. 80 darbesinden etkilenen edebiyatta her anlamda meydana gelmiş olan yıkımdan nasibini alır ve ona rağmen filizlenir. Öykü yazarlarının sayıları da bu dönemde artış gösterir. Darbeyle, siyasi anlamda yaşanan travmalar eserlere yansır. Seksenli yıllardan sonra bizim de izleğini sürdüğümüz “İslami hikaye – öykü” yazarları eserlerini vermeye başlarlar. Başta Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu, Ali Haydar Haksal, Hüseyin Su, Sevinç Çokum, Cihan Aktaş ve onları izleyen hemen arka kuşak; Necip Tosun, Cemal Şakar, Fatma Barbarasoğlu, Nazan Bekiroğlu, Ramazan Dikmen, Yıldız Ramazanoğlu gibi isimler ilk akla gelenler…  


1980 sonrasında darbenin etkisiyle Türk Edebiyatında öykü alanında Müslüman kadın yazarlarda artış oldu. Kamusal alandan soyutlanan kadınlar bir bakıma yaşadıkları travmatik durumu, toplum içinde yaşadıkları dışlanmayı, adeta edebiyata, öykü – hikâyeye, romana taşıdılar. Cihan Aktaş bu yıllarda öncü bir isim olarak yerini aldı. 2000’li yıllardan sonra ise Müslüman kadın yazarlarda büyük artış görüldü. Burada bırakayım çok uzayacak…

 

Biraz da son olarak yazdığınız ESKADER ödüllü ‘Kadim Şehirler’ isimli kitabınızdan konuşmak istiyorum. Kısaca Kadim Şehirler’i tanımlamanızı istesek neler söylersiniz. Gezi yazısı türündeki bu eseriniz kısa sürede çok sevildi. Pek çok okurun kütüphanesinde yerini aldı.  Kitabınızın yazım aşamasından bahseder misiniz?


Geçmişten günümüze kadar medeniyet, tarih, hukuk, edebiyat, sanat, inanç ekseninde insanlık tarihinin kültürüne ve oluşumuna anlamlı katkılarla mekân olmuş önemli, insanlığın yaşadığı yerleşim yerleri Kadim Şehirler vardır… Her coğrafyada bulunan “Kadim Şehirler” bizim kültürümüzde, medeniyetimizde; Mekke, Medine, Kudüs şehirleri olarak anılır. .  

Geçmişten günümüze kadar gelmiş olan mirasıyla, mimarisiyle, medeniyetlerin diri, ilham verici, inşa edici olarak yaşadığı şehirler ‘Kadim Şehirler’dir. İstanbul, Diyarbakır, Bursa, Mardin, Urfa, Maraş, Şam, Bağdat, Kurtuba, Bosna, Buhara gibi pek çok şehir Doğu’daki kadim şehirlere örnek verilebilir. Tabi bu sayı çok daha fazladır. İnsanlık tarihi kadar kadim bir hikâyeyi bağrında barındıran, medeniyetleri temsil eden şehirler her ülkede vardır. Batıda Atina, Roma, Paris, Londra, vs pek çok şehri sayabiliriz. Ruhunu kaybederek büyüyen, modern mimariyle oluşan ve sonsuz derecede yıkımları, yoklukları, gök kafesleri içinde barındıran kentlere rağmen bu “Kadim Şehirler”, geçmişten günümüze güçlü ve naif yanları, dokunaklı, derin hikâyeleri, sağlam ve muhkem duruşları ile üzerinden geçip giden insanlığı selamlamaktadırlar. 

Kadim Şehirler kitabında on yılı aşkın süredir gezip gördüğüm, ziyaret ettiğim şehirleri, O şehirlerde yaşamış kültür insanlarını, şairleri, yazarları anmaya çalıştım, aynı zamanda şehrin önemli medeniyet duraklarına vurgu yaparak yazdım. Seyyah duyarlılığıyla gezdiğim şehirleri yazmaya çalıştım. Yazar olduğum için gerek davet edilerek, gerekse azmederek, yurt içinde ve yurt dışında pek çok yeri gezmek nasip oldu. Gezerken de notlar aldım. Dönüşte bu notları büyük bir heyecanla, araştırmalar da yaparak yazdım. Bu yazılar bana büyük bir heyecan verdi. Elimden geldiğince bir kültür kitabı olmasına özen gösterdim. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın nefis üslubu ve seçkin diliyle kaleme aldığı “Beş Şehir” beni çok etkilemiştir. Yine Ahmet Haşim’in “Frankfurt Seyahatnamesi”  adıyla, böbrek rahatsızlığı sebebiyle gittiği Almanya’da anlamlı bir gezi kitabı olarak yazıyor. Ben de bir edebiyatçı olarak gezdiğim tarihi ve kültürüyle iz bırakmış medeniyet şehirlerini yazarak, kendi dönemimde duyumsadığım, hissettiğim şehirlerin ruhunu ve o şehirlerin ruhuma sirayet eden hikâyelerini kaleme almak istedim



Sizce günümüz Türk Edebiyatında, gezi yazılarına gereken önem veriliyor mu?

Gezi yazıları ve şehir yazıları olarak pek çok kitap var ve her yıl bu kitaplar neşrediliyor. Son zamanlarda gezi kitaplarına büyük bir ilgi olduğunu, meraklı, özel okuyucuları olduğunu öğrendim. Özellikle edebiyatçıların yazdığı gezi yazıları büyük ilgi görüyor bence. 


Son olarak yeni yazmaya başlayanlar için neler söylemek istersiniz? 


Son dönemde yazı yazmak isteyenler çok arttı. Yazarlık atölyeleri çoğaldı. Bu olay sosyal medyanın da varlığıyla artık maddi boyut da kazandı. Bizler kendimizi bir akışa bırakmıştık, gençliğimizde yazıya istidadımızı hisseden dostlarımızın tavsiyesi ile dergilerin, üstatların kapısını çalmıştık. Ve her şey doğal akışında ilerlemişti. Bu doğallık, okunacak kitapların, yazılacak yazıların, ziyaret edilecek üstatların varlığı ve her şeyin yerli yerinde, zamanında olması çok anlamlıydı. Şimdi okumadan yazar olma hevesi var. Okuyanlar az, yazanlar çok. Oysa aslolan okumaktır. Bize ilk emir olarak da “oku” emri gelmiştir. Bu manidardır. Tabi sadece kitâbî okumadan bahsetmiyorum, yaşadığı dünyayı, çevresindeki insanları ve en önemlisi de kendisini okuyarak yazmaya râm olmak gerekir. Şu anda hala çıkmaya devam eden dergileri ve oradaki üstatları ziyaret etsinler, dergilerin tedrisatından geçmek çok önemli. Acele etmeden kendi yüreklerine yürüsünler, kendilerini keşfetsinler ve acele etmeden de yazmaya azmetsinler. Tabi âcizane bunlar tavsiye değil benim düşüncelerim. 


Teşekkür ederim.  

 

Ben teşekkür ediyorum…