NERMİN TENEKECİ:
“EVLERİMİZ, EŞYALARIMIZ, İHTİYAÇLARIMIZ HEPSİ BİRBİRİNE BENZEMEYE BAŞLADI.”
Nermin Tenekeci, İnsan Hatırlar, Büyüyen Ay, 2015.
Gazetelerin üçüncü sayfalarını çok mu okuyorsunuz? (Bu soruyu sorarken yüzümde bir tebessüm olduğunu belirtmek isterim.)
Her gün elime bir tomar gazete alıp günlük fal okur gibi üçüncü sayfalarını karıştırmıyorum tabii. Kaldı ki ‘üçüncü sayfa’ dediğimiz şey, ayrı bir sekans, apayrı bir dünya da değil: TV’de, sosyal medyada, sokakta, komşuda, dolmuşta iç içe, dip dibe yaşayıp gittiğimiz ve hatta bir anlık basiret bağlanmasıyla kendimizi bile o sayfada buluvereceğimiz bir dünya hali. Böyle anılmaya başlandım galiba ama ‘üçüncü sayfa hikayecisi’ gibi özel bir unvan biçmedim kendime.
Nermin Tenekeci’nin kendisini ait hissettiği bir edebi oluşum, edebi gelenek, edebiyat dergisi var mı? Nermin Tenekeci kendisini nereye ait hissediyor ve/veya hangi kanaldan edebiyat dünyasına giriş yaptı? Bununla birlikte ilk okuma, yazma ve yayın denemeleriniz? Tarihe not düşelim…
Aslına bakarsanız, çok yazıp çok yayınlayan biri değilim. İlk öyküler Dergâh’ta çıktı çoğunlukla; son yayımladıklarımsa Aşkar’da; seyrek aralarla birkaç başka dergi. Bu biraz da mizaç meselesi.
Şimdi de samimi bir gayret var mutlaka ama bir zamanlar bir ocak, mektep medrese vazifesi gördüğü o muhkem yapının yerinde, günümüzde sosyal medya hesapları, kişisel bloglar vs. saltanat sürüyor, malum; kendi dili, ifade biçimleri ve kendi imajinatif evreniyle üstelik.
Bizim kuşağın pek çok öykücüsünün zıddına sizin öyküleriniz bir hayli “Türkiyeli”… Yani İslami hassasiyeti olan insanlardansa daha ortalama, daha halktan kişilerin öyküleri… Adeta bir ülke ortalamasını tutturmaktasınız… Dolayısıyla gene kuşağımızın aksine siz entelektüellerin öykülerini yazmıyorsunuz. Halktan insanların öyküleri bunlar… Bu konuyu düşündünüz mü hiç?
Entelektüel der miyiz bilmem ama en azından okumuş-yazmış ve kan grubu ortalamanınkiyle pek uyuşmayan (içeride de kendi ruhsal yaralarını habire ‘jiletleyen’) kişiler de var aslında: Ceviz Ağacı’ndaki ağabey, İnsan Hatırlar’daki mühendis, Cinnet’teki yazar, Kurşun Yarası’ndaki oğul, Bu Böyledir’deki Suat, Eşik’teki Necmi; sonra Baran.
Yine de öyle görünüyorsa bir itirazım yok ama ‘ülke ortalaması’, niyet-cüret etmediğim ve fazla iddialı bir ifade sanki.
Yaşadığınız şehirle yazdıklarınız arasındaki bağlantı konusunda ne düşünüyorsunuz? Başka bir şehirde ömür sürseydiniz yazdıklarınızda değişiklikler olur muydu?
Mutlaka ve ‘coğrafya kaderdir’ sözünü bu minvalde ele almak da mümkün ama bu, ana gövdede büyük bir değişikliğe yol açar mıydı, bilmiyorum. İnsan (tüm o zaaflarıyla) her yerde insan çünkü. Tabii şu da var: bizde, Cumhuriyet kurulalı beri, ilerlemekten-gelişmekten kasıt dikey bir yükselme ve aynılaşma; habire ‘format’ atma yani. Evlerimiz, eşyalarımız, ihtiyaçlarımız hepsi birbirine benzemeye başladı bu yüzden; korkarım köylere değin böyle. Ve en ücra köyde bile başköşede TV (ve sunduğu ortak bir dünya) var bugün.
Edebiyat dünyamızda, hak edenin hakkını aldığı, yetersiz olanın eleştirildiği bir ortamın var olduğunu düşünüyor musunuz? Bir yazarın kendi çemberi içinde sadece güzide metinler yazmaya gayret ederek edebiyat dünyasında tutunması gibi bir durum söz konusu mudur?
Bu soruya gönülden evet diyebilmek için Pollyanna olmak lazım; ama bu tartışma eskiden de vardı ve gelecekte de devam edecek. Geçmişteki kalem kavgaları, edebiyat polemikleri gibi. İşin, ısrarla görmezden gelme ya da haddinden fazla yüceltme veya gruplaşma gibi magazin tarafını geçelim, en büyük eksikliğimiz kendi metnimizi bile eleştiremeyişimiz bizim; kıyıp da içinden iki cümle atamayışımız. Bu bir yana, kaba bir tasnifle, ister Mehmet Kaplan isterse Berna Moran ekolünden olsun (isterse de kendisi bir ekol olsun), eleştiri ve kuram mevzuunda gayret sarf edenler iki elin parmaklarını geçmiyor maalesef.
‘Sadece güzide metinler’ yazarına gelince (ki ben bu ‘güzide’den gerçek edebiyat kaygısını anlıyorum) o zaten tercihini yapmış ve işin illüzyon tarafını bir kenara itmiştir. Makus talihini yener de henüz hayattayken tutunduğunu görebilirse ne âlâ. Yalnız, şimdi adlarını altın harflerle andığımız yerli-yabancı kimi sanatçıların, ancak öldükten sonra bu payeye erdiğini, hayattayken talihin yüzlerine pek gülmediğini hatırdan çıkarmamak gerekir. Tercihini değiştirdiğinde ise şöhretin yollarından birini illaki bulur.
Ölüm, cinayet, intihar, aldatma gibi konuları işlemektesiniz. Bu durum bir Müslüman yazar olarak sizi rahatsız ediyor mu? Acaba başka türlü bir estetik geliştirmeliyiz, gibi bir endişeye kapıldığınız oldu mu?
Tüm bunlar, %99’u Müslüman diye tanımlanan bir ülkenin hayli kanıksanan haber vtr’leri bir yandan da. Ve edebiyatın yolu da insanlığın bu en ‘derin’, en öznel tarafını aynı incelikle kuşatıp işlemekten geçiyor belki de; bilincine, bilinçaltına inebilmekten. İslam coğrafyasının her geçen gün biraz daha batağa saplandığı dibimizdeki savaş, bundan çok daha endişe verici ve çok daha vahşi.
İslami hassasiyetler, Müslümanlık meselesine gelince, bunun bize, yazarken daha nezih bir ortam, daha steril bir estetik ve kurtarılmış bölgeler sunduğu kanısında değilim açıkçası; tıpkı yaşarken sunmadığı gibi. Tam tersine, asıl büyük imtihan, muhasebe, yüzleşme burada başlıyor. Güncel siyasi, toplumsal meselelerde bu tartışma en hararetli biçimde devam ediyor nitekim. Muhafazakarlık, kültürel iktidar vs.
Hemcinsiniz olan ve sizin gibi İslami çevrelerden çıkmış öykücülerin büyük bir kısmından ayrılıyorsunuz. “Feminizm” denebilecek endişeler taşımamanız ve yukarıda bahsettiğim gibi, modern Müslüman kadınların karşılaştığı problemlerden ziyade, Anadolu insanının “üçüncü sayfa”lara yansıyan dramlarını anlatmayı tercih etmeniz bana bunu düşündürüyor…
Gen meselesi midir nedir, sonradan feminist olunmuyor, feminist doğuluyor galiba. İşin şakası bir yana, dördüncü sorunun cevabında kısmen bu soruyu da yanıtlamıştım aslında. Orada andığım isimler nezdinde (modern insanın alametifarikası olan) bir iç dramdan, didiklemeden de bahsedilebilir belki diyeceğim ama bir kitap, okuyucunun eline geçtiği andan itibaren takdir onundur artık.
Son zamanlarda öykücülerin kendi öykülerini değiştirme, dönüştürme çabaları üzerinde çok düşündüm. Ve bunu önemsiyorum. Bu anlamda, ikinci kitabınızla ilk kitabınızdaki çizginizi muhkemleştirdiğinizi düşünüyorum. Acaba yeni kitaplarda yeni arayışlar ya da aynı çizginin başka versiyonlarını araştırma denemeleri olacak mı?
Olmasını arzu ediyorum. Her yeni seferde, öncekinden bir adım ileriye gidebilmek yazmanın en büyük hazlarından biri. Yazma uğraşısı denen şey de bu belki: mahalleden şehre, şehirden metropole vites değiştirebilmek.
Bu tür söyleşilerde pek konu edilmez ama ben Hasibe Çerko’ya sorduğum soruyu size de soracağım. Öykülerinizin imlası, noktalaması için kafa yoruyor musunuz? Özellikle titizlendiğiniz meseleler var mı? Bu konuda bir mercii otorite olarak görüyor musunuz?
Kafa yormayı yazmanın birinci şartı sayanlardanım. Dil, başlı başına titizlenilmesi gereken en büyük mesele zaten. Dilbilgisi de onu kullanma kılavuzu. Sözcükler, sözlükler hakeza: yazarken elimizdeki tek sermaye. Dilden bağımsız bir ifade zenginliğinden bahsedilebilir mi?
Daha kapalı yazıp daha zor anlaşılma gibi bir endişe taşıyor musunuz? Ya da bir başka deyişle, öykü dilinizi daha soyut ya da sanatlı bir noktaya çekmek gibi bir kaygı taşıyor musunuz? Ayrıca son zamanlarda giderek daha çok yazılan ve okunan “fantastik” metinler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yazmak, “Ali topu at” cümlesini yedi değişik şekilde kurabilme becerisi bir yerde; maharet, top kelimesini kullanmadan topu anlatabilmekte yani ve üstüne, ondan ikinci üçüncü anlamlar devşirebilmekte. Benim daha soyut ya da sanatlıdan anladığım bu; yani çokanlamlılık. Bu kaygıyı ne kadar taşırsanız diliniz, kurgunuz, üslubunuz o derece incelir; incelmeli de.
Fantastiğin kendisinde değil ama her türlü öykü, biçim deneyi(mi)nin bu başlık altında gidebileceği anlayışında bir sıkıntı var sanki: hiçbir şartı şurtu yok ve istediğin manevrayı yapabilirsin gibi bir adrenalin. Yeni başlayanlara bu daha cazip geliyor. Tabii, bilmem hatırlatmaya gerek var mıydı ama, böyle düşündürten kısmi örnekler özelinde yazılmış bir mızıldanma bu; yüzeye çıkanlar müstesna.
Mahalle Mektebi 28, Mart Nisan 2016