Menu
ÖMER LEKESİZ'LE SÖYLEŞİ
Söyleşi • ÖMER LEKESİZ'LE SÖYLEŞİ

ÖMER LEKESİZ'LE SÖYLEŞİ

•Günümüzde edebiyat, mimari ve müzik gibi temel sanat disiplinleri

arasındaki ilişki ve irtibatın durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Medeniyet ortak paydasından neşet eden bir güzel sanatlar ağacı mümkün mü sizce?

-Hiyerarşik açıdan değil, etkileşim silsilesi açısından sanatlar müzik, şiir, mimari, resim (her tür suretlendirme, tasvir, süsleme), heykel, temsili sanatlar ve nesir sanatları şeklinde sıralanır ki, bu sıralama günümüzde de geçerlidir.

Ses kendisine maruz kaldığımız şeydir ve malum, kulaklarımızın da kapakları yoktur. Bu manada sesle ilişkimiz, ehlileştirilmemiş bir kısrakla olan ilişkimize benzer. Kelime dediğimiz şey, belli figürlere yüklediğimiz seslerle yarattığımız anlamlı bir birim olduğuna göre ses-figür-kelime üçlüsünden doğan şiir de sesin çocuğudur ve her üçü de insanla, insan içindir.

Nitekim cami kültürü açısından bakarsak mimari de –boşluktaki sesin kelime olarak yere indirilmesindeki gibi- göğün temsili olarak yer yüzüne indirilmesidir; yerden yukarıya o devasa boşluğun belli bir kısmını ibadet mahalli için “sınırlayarak” –tıpkı kelimeyi kullanıma açar gibi- kullanıma “açmaktır”. Basit bir örneklemeyle testi sayesinde elde edilen boşluğun suyu muhafaza etmek için kullanılmasındaki gibi.

Birbirini üreten tezyin ve tasvir’in mimari ile ilişkisi de hem bu zincir üzerinden hem de bağımsız olarak kurulabilir. Söz konusu ilişkinin (öz’ü sabit ve saklı kalmak kaydıyla) düzeyi, sıklığı ya da gevşekliği zamana ve şartlara göre değişir. Örneğin teknolojinin şekillendirdiği bugünün dünyasında sanatlar arası etkileşim de birbirlerinin değil teknolojinin gereklerine göre gerçekleşmektedir.

Bir milletin (en geniş anlamıyla milletin), dünya görüşünün ya da kültürünün kendi ürettiği sanata kendi mührünü vurmaması düşünülemez ve bu manada sanatları da İslami, Batı, Doğu şeklinde nitelemek mümkündür. Ancak “sanat ve insan” ilişkisinden baktığımızda ve insanı Vahy’in muhatabı oluşuna göre tanımladığımızda “medeniyet” kavramı beni çok fazla ilgilendirmiyor.

Hikmet merkezli bir sanat ilgisinde yeni ve sahih olanın nerede nasıl süreceğine bizim karar vermemizin zor olacağını düşünüyorum. Dolayısıyla onu mekanla sınırlanmış bir medeniyet ilgisi içine hapsedemem, çünkü mekanın hükmünden çok zamanının hükmünde olması ona daha çok yakışıyor.

olekesiz•Batı sanatının gerçekçilik anlayışıyla İslam düşünce ve sanatındaki tevhid fikrinin birbirini reddettiğini, çatışma halinde olduğunu tespit ediyorsunuz. Tevhid fikriyle uyum halindeki bir sanat görüşünün tarzla alakalı tercihleri ne yönde olmalı?

-İbn Arabi, Ebu Yezid el-Bestami’nin şöyle söylediğini bildirir: “Siz bilginizi ölülerden aldınız, biz ise ölümsüz diriden aldık. Bizim gibiler, ‘kalbim, rabbimden bana aktardı’ der. Siz ise ‘bana falanca, falanca aktardı’ dersiniz. O nerededir diye sorulduğunda, öldü derler. Aktardığı kimse nerededir? O da öldü’, derler.”

Peygamber Efendimiz ise "Yağmur, Rabbimizin en son/yeni yarattığı bir makluktur ve bereketi en çok olandır." buyuruyor.

Bunlardan baktığımızda her dem taze olan Vahy’in ve Sünnet’in muhatabı olmak her dem yeniliğin takipçisi, kaşifi olmayı gerektirir. Tecellilerin de sürekli farklılaştığını ve yine İbn Arabi’nin söyleyişiyle işaretin, işaret edilen yönünden değil, işaret edenin kastıyla gerçekleştiğini düşünürsek Tevhid üzre bir (metafizik) idrak içinde olmak öncelememiz gereken ilk şeydir.

Bu da bizi “Tevhid fikriyle uyum”a değil, Tevhidi idrakin içinde olmaya, diğer bir söyleyişle dışarıdan ona bakmaya değil, ondan dışarıya bakmaya götürür. Bu manada ve sanatsal planda ortaya çıkacak her tarz onununla bitişik olacak, tercih edilenin Tevhid olması nedeniyle tarzın “tercihi” de onun tercihi olacaktır.

•Klasik dönemde İslam sanatının mimari ile neredeyse özdeş olduğunu tespit ediyorsunuz. Peki bugün İslam sanatı dediğimizde hangi disiplinler öne çıkıyor? Mimarinin geriye çekilmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Şiir hala sürüyor. Nesir sanatları ise Batı’nın da etkisiyle tüm sanatların önüne geçmiş durumda.

Mimarinin geriye çekilmesinden kasıt “insani ihtiyaçlarla ilgili vasatın” terkedilmiş, Babil’i inşa eden zihniyetin teknolojik bir destekle yeni bir çılgınlığa evrilmiş olmasıdır.

Diğer bir söyleyişle geriye çekilen ibadet, rahat yaşama, insan ilişkilerini kolay sürdürme, birarada bulunma, dayanışma fikir ve çabasının geriye itilmiş olmasıdır.

Bugünkü mimari çelik gövdeli steril bir ortamca binlerece insanın “mesai” maksatlı olarak sabah yutulmasına ve akşam onların yorgun, soluk benizli, bıkkın varlıklar olarak caddelere kusulmasına mahsus bir mekanizmanın adıdır.

Bu yanıyla bugünkü mimari salt bir yapılaşma, bina dikme eylemi değildir, yalnızlaştırılmış insanı saran bir kabuk, hayvani bir yarışma sonucunda elde edilen ama bu elde edişte yaşarken kazanacağından daha fazlasını yaşayacağı zamandan daha uzun vadelerle kapitalizme iptok etme biçimidir.

•Muhayyilenin ürünü olan sanatın, zan ve hayalle imanı reddeden dinin gözünde muteber olmadığını, fakat tasavvufun bu konuda farklı bir duruşa sahip olduğunu ifade ediyorsunuz. Sufîlerin şiirle irtibatı da bunun en büyük kanıtı. Tasavvufun sanata bakışını ve katkılarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Bizler “elest bezminde”yken “Bela ya Rabbi” dediğimizde henüz şeriat(lar) yoktu. Dolayısıyla bizim “Bela” deyişimiz, ontolojik bir kabul ve aidiyettir. Bu durumda şeriat ise elest bezminin değil değişen zaman ve şartların İlahi şartı olarak elest bezmindeki misak’ı unutmaya, onan uzaklaşmaya karşı İlahi bir hatırlatmadır, ikazdır şeriat.

Tasavvuf bu ontolojiden diğer bir söyleyişle o bilginin anlamına ancak hikmet sayesinde erişilebilecek olan bu varlık bilgisinden beslenir. Her bilgi gibi bu bilgide de meydana gelen değişmeler yine şeriat vasıtasıya tashih, tecdid ve tahsil edilir.

Buradan hareketle tasavvufun ilahi olanı idrak ve onun bilgisini içselleştirme konusunda aceleci, cahil ve zalim olan insanın aynı nedenlerle şeriatın emir ve yasaklarına karşı ürettiği gerilimi, çelişkiyi regüle ettiğini, hilkat ile şeriatın karşılaşmasındaki potansiyel bir sertliği yumuşattığını söylememiz mümkündür.

Sanat da bunun tipik örneklerinden biridir. Allah’ın yaratmasına benzemeyen bir yaratma olarak sanat Vahiy’le nitelenemez. Bu manada bir niteleme çabası Vahyi sanata indirgemek olur ki bu da Vahyin özüne terstir.

Bu manada sufi şiiri bir şiir üretme derdinin değil, sufinin gökle yer arasındaki bağlantıyı kelam ile süreklileştirmesinin bir gereğidir. Şöyle ki Rabbimiz nimeti “indirir”, sufi ise bu nimete olan teşekkürünü “onun katına / yukarı”ya iletir. Diğer bir söyleyişle “Tanrı iner, kul çıkar” esasınca gerçekleşen bir ilişkidir sufinin şiirle ilişkisi. Tekrar belirtmek zorundayım: Sufi şiir, söyleme derdinde olunmaksızın gerçekleşen kutsi bir şiir eylemidir. Bu eylem şükrü içerdiği kadar şathiyyeyi de içerir. İşte tasavvuf her iki durumu da bünyesinde tutar, ikisini de himaye eder.

•Köşeyazarlığınızı, yaşadığımız dünyadan rahatsız olmanızla ve rahatsız olmayanları rahatsız etme isteğiyle açıklıyorsunuz. Bu rahatsızlık ihtiyacı nereden kaynaklanıyor? Rahatsız olmadan ve rahatsız etmeden yazmak mümkün değil mi?

-Samimiyetle söylemeliyim ki bu bir “ihtiyaç”tan kaynaklanmıyor; bir idraktir bu, bir yaşama biçimidir.

Geçtiğimiz ay Kudüs-i Şerif’i ziyaretimde de yaşadım bu hali. Kıble Mescid’inde son akşam namazını kılıp, Babü’z-Zahire yönünden Kübbetü’s-Sahra’yı ardımda bıraktığımda isimleri orayla bütünleşen peygamberlerimizi, validelerimizi, çocuklarını, evliyaları ve halen onların izini süren müminleri Yahudi askerlerinin ellerine terkediyormuşum duygusuna kapıldığımda yaşadığım zihni savrulmayı anlatmaktan acizim. Bu duyulan “özel rahatsızlığı” onu anlayabilecek olanlara da hatırlatarak onların da rahatsız olmasına neden olmak bize mahsus bir sorumluluk ahlakı değil midir?

Turistik bir ziyaretin rahatlığıyla kimseyi de rahatsız etmeden Kudüs-i Şerif’ten dönmek, İslam topraklarının işgal atında olduğunu hissetmemek ve hissettirmemek mümkün olabilir mi?

Ben Kudüs dedim, siz Beytullah deyiniz, Suud işgali deyiniz, Batılılara beğendirilmek üzere yapılan İslam sanatları deyiniz… Ve asıl siz rahat mısınız; siz kendinize bir bakınız. Eğer siz rahatsanız, ben arızalı bir rahatsızım, klinik bir vakayım der ve susarım.

•Bir resme dair yapılan abartılı bir yorumdan hareketle "mutlu azınlığın işi ancak mutlu azınlığın anlayacağı bir dille konuşmaktır" diyorsunuz. Azınlığın sanatı ile kitlelere sunulan/ulaşan sanatlar arasındaki üslup farkı nereden doğmaktadır sizce?

-Mutlu azınlığın sanatı dediğimiz şey, sanatı dinin yerine koyan ve ancak o dinin müminleri arasında tedavül edebilecek bir dile yasalanan sanattır. Bunların sergilerine gittiğinizde gerçekte tipik bir aptallıkla üretilmiş figürlere, rast gele oluşturulmuş renk karışımlarına kadar herşeye ne o işle ne de hayatla ve gerçeklikle bağdaşması mümkün olmayan kimi değer yüklemelerinin yapıldığını görürsünüz.

Sokağa bıraktığınızda “elimi kirletir” diye kimsenin dokunmayacağı o işler orada Kandinski’nin işleriyle yarıştırılır ve son tahlilde bunu sadece onlar bilirler, onlar söylerler ve viskiyle yoğunlaştırılmış bir tatmin anında yine önce onlar hemen unutuverirler.

Gerçek sanatın ve dolayısıyla sanatçınınsa ne azınlıkla ne de kitlelerle bir alıp-vereceği yoktur. Sanatçının işi sanat, sanatının muhatabı da onun kıytmetini bilecek olanlardır. Sayı burada hiçbir değer taşımaz. Dolayısıyla üslup farkı belli bir adres belirtmemekten başlayıp, avamın da havasın da kendilerince nasiplenecekleri çift katlı bir anlamın üretilebilmesiyle devam eder.

•Sanat ve sanatçılar söz konusu olduğunda dönüp dolaşıp geldiğimiz iki temel noktanın muhafaza ve muhalefet olmasını nasıl yorumluyorsunuz?

-Sanatsal manada muhafazanın mantığı basittir: “Sen geçmiştekini koru ki, gelecekteki de seni korusun.” Bunu birikime hürmet, marifet sahiplerine saygı şeklinde genişletmek de mümkün. Büyük sanatçılar, kendilerinden önceki sanat çabasını ıskalamak bir yana önce doğrudan o birikime yaslanarak, sonra onu kendi sanat anlayışlarının içine çekerek, akabinde de onun üstüne çıkarak oluşturmuşlardır kendi çabalarını. Dolayısıyla burada tanımak, muhafaza etmek, içselleştirmek ve bunların üstüne çıkarak kendi yenisini yapmak esastır. Haliyle her sanatçı muhafazanın ve gelecekte muhafaza edilmeye değer kendi yenisinin peşindedir ve bu yanıyla muhafaza edilgen değil, sürekli etkin olandır.

Muhalefet konusuna gelince, bu iş biraz karışık. Çünkü bugünkü anlamıyla muhalefet, modernizmin kendi katılığından, zorbalığından ürettiği enetelektüel ve göreceli bir hava deliğidir. Sanatçı karakteri itibariyle sultanların, muktedirlerin alanlarında yer almaz çünkü iyi gören göz olarak gördüğü olumsuzlukları işaretlemesi, ilan etmesi için (selin dışında durmak anlamında) onun bağımsız olması gerekir. Oysa bugün muhalefetten kastedilen, sanatı din olarak bellemiş birinin başka dinlere karşı çıkması hatta bu uğruda hürmetsizilik etme yarışında başarılı olmasıdır. Her türlü heykeli put sayan bir toplumda inadına heykel yapmak ve bunu benimsetmeye kalkışmak muhalefet yapmak değil, sanat üzerinden zorbalığa kalkışmaktır.

•Ak Parti hükümeti döneminde en pasif ve durgun kalınan alan kültür-sanattı. Birçok alanda büyük hamleler yapan bir hükümetin kültür-sanatta -içinde kültür-sanat adamları da bulunmasına karşın- başarılı olamamasını neye bağlıyorsunuz?

-Bu sorunuzu başarı ya da başarısızlık hükümlerinin dışında durarak cevaplamak isterim. Çünkü AK Parti’yi başarısız gördüğümüz bu nokta aslında bir başarısızlığın başarısı olarak da tahakkuk ediyor olabilir. Şöyle ki, kültürel konular bu ülkenin mayınlı alanında yer alır. Mayınlıdır çünkü “besleme” esaslıdır ve besleyecek oldukların senden değildir hatta sana çok açık bir biçimde düşmanlık gösterenlerdendir.

Bu mayınlı alan siyasi hegemonyanın ancak kültürel hegemonyayala tamamlanmasıyla güvenli hale gelebilir ki, 10 yıllık bir iktidarın bunu gerçekleştirmesi muhaldir. Bu manada AK Parti’nin, kültür politikasını 175 yıldır var olan kültürel hegemonyayla çatışmama üzerine kurduğu söylenebilir.

Belediyeler halk nabzına şerbet kabilinden, muhafazakarları şu ya da bu oranda memnun eden kültürel faaliyetlerle uğraşırken, asıl uluslararası bianelleri, festivalleri, resim ve heykel sergilerini düzenleyenler (ki onlar sermaye sahibi, çok dilli ve çok dinli seçkinlerdir) büyük desteğin muhatabı oldular. AK Parti’nin bu  manada “ver, kurtul” politikası güttüğünü söylememiz mümkündür.

Ancak gelinen noktada kültürel hegemonistlerin tam kadro olarak Taksim darbecilerini desteklemeleri, söz konusu politikanın problemli olduğunu, 175 yıllık kültürel hegemonizmin “verdim, kurtuldum”la kurtulunamayacak kadar büyük bir bela olduğunu göstermiş olmalıdır. Dolayısıyla Ak Parti bu konuda da risk almadan bir değişiklik yapamaz. Bu riski aldığı takdirde sizin kelimenizle başarılı olmasa da başarılı olmuş sayılır çünkü en azından doğru niyetleri ve gayretleri Hak ve halk tarafından görülmüş olur.

•Günümüz sanatçısı, edebiyatçısı niçin kendini modernist olmak zorunda hissediyor sizce? Bir dayatma mı bu, yoksa içsel bir zorunluluk mu?

-Bu hem dayatmadan hem de zorunluluktan kaynaklanıyor olabilir.

Dayatmadandır çünkü Kemalist ideolojinin herşeyi belirlemeye kalkıştığı bir ortamda yer alabilmek onların dilini, beğenisini, zevkini kabul etmeyi gerektirir. Dolayısıyla “istediğimi yapmazsan, sevdiğimi sevmezsen, istediğini yaptırmam, sevdiğini sevdirmem” tarzında bir psikolojik baskından söz edilebilir.

İçsel zorunluluktur çünkü “onların bildiğini ben çok daha iyi bilmeliyim, onların iletişim kurduklarıyla, beslendikleriyle ben daha yakın olmalyım, onların yaptıklarından çok daha iyisini ben yapmalıyım” şeklindeki bir eğilim bilerek ya da bilmeyerek bir zorunluluğa dönüşmüş olabilir.

Öte yandan kültürel dilinizi yitirdiğiniz, kabile diline mahkum edildiğiniz bir ortamda yer alıyorsunuz. Size ait her şey dondurulmak suretiyle “gelenek” adı altında hapsedilmekle kalınmamış “bununla uğraşırsan, onu diriltirsen gerici ve devlet düşmanı olursun” azarına tabi tutulmuşsunuz. Bu durumda eliniz neye erer? Onların size verdiklerine! Nedir onlar, rasyonalizm, sekülerizm, oryantalizm, yabancılaşma… Kısaca modern olmayı seçme değil, moderne mahkum olma; zorunlu modernlik durumu bunlarla beraber gelmiştir!

•Sanat Bizim Neyimize?’nin üç sacayağından biri olan Edebiyat başlıklı son bölümde ağırlıklı olarak şiir merkezli yazılar yer alıyor. Bundan hareketle şiirin edebî sanatlar arasındaki konumunu nasıl gördüğünüzü sorsak?

-Size garip gelebilir ama dilsel ve tanımsal zorunluluklar nedeniyle şiiri edebi sanatlardan biri olarak zikrediyorsam da aslında onu edebiyatın dışında değil “fevkinde” insani bir uğraş olarak anladığımdandır.

Klasik Arapça’da şiir “ilim” demek aynı zamanda, yani şiir müstakil bir anlama, bilme ve bildirme tarzı. Yer yer Vahy’in diline “değen”, yer yer dünyayı en sahici renkleriyle tanımamıza neden olan, yer yer de karşısında hayretten dona kaldığımız durumlarda, vaki tecelliler eşliğinde aklımızın yetersizliğini apaçık olarak gördüğümüzde yaşadığımız bir dilsizleşme halinin dilidir şiir.

Dolayısıyla şiir, dün olduğu gibi bugün de edebi sanatlar içinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Hikayeniz kırılmaya uğratılabilir, içeriği değiştirilebilir (nitekim masal ve fıkralarımızın tümüne Cumhuriyet döneminde tecavüz edilmiştir), hatta onu anlatmanız, nakletmeniz, saklamanız yasaklanabilir. Ama bunlar şiir için geçerli değildir. Çünkü o su gibidir, sıkıştırılamaz ve daima boşaltıldığı kabın rengine bürünerek de olsa varlığını sürdürür. Yeter ki şiirin sahibi farkının farkında olsun ve taşıdığı özün özüne sahip çıksın.

•Birileri sık sık 'şiir öldü' yazıları yazıyor. İşin ilginci, bu yazıları genelde öykücüler vb şiir dışı kimseler kaleme alıyor. Siz ise şiirin değil, kimi şiir tarzlarının, akımlarının ölebileceğini ifade ediyorsunuz. Şiir üzerine de kafa yoran, yazan biri olarak şiirin günümüzdeki güç ve etkisini nasıl buluyorsunuz?

-Sözümü hemen yukarıdaki son kelimemden sürdürerek cevap verecek olursam, aslında konu şiir olunca olaylardan çok olguları konuşmak bana daha doğruymuş gibi geliyor.

Çünkü şiirimizdeki çıta seviyesi çok yüksek ve mevcudu buna göre değerlendirmek, kendi zamanımızın şairlerini o seviyeye göre tartmak hakkaniyete uygun olmasa gerek.

Öte yandan, “Müslüman şair” tanımı altında toplanmalarına rağmen, şairlerimiz aynı kültür ikliminde yaşamıyorlar, aynı sorunlarla uğraşmıyorlar, aynı tehlikelere maruz kalmıyorlar.

Fakat şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Şiirde muhkem ve sahih bir duruşumuz varsa ki var, o kırılmalarla, değişmelerle de olsa sürecektir; o mevcut haliyle her yeni şairi de içine alabilecek güzel bir yaygı hükmündedir.

Ne diyordu İbn Arabi: “Yaygı üzerine otur ama yayılmaktan sakın!” Mirasın kıymetini bil, mirasyedilik oynama! Şiirimiz dilimiz, dilimiz dinimizdir. Bu aynı zamanda bir sorumluluğun belirlenmesidir.

Zaman bu sorumluluğun bilincinde olan şairce ve şiirce şekillenecektir diye umuyorum.

(İTİBAR, AĞUSTOS 2013, SAYI: 23)