1.Edebiyat, kültür dünyası zihinsel kamplaşmalardan kurtulmalı ama somut olarak bu nasıl mümkün olur? Kitabınızda vermiş olduğunuz “Fethi Naci’nin dışında solcuların kötüye kötü dememe alışkanlığından vazgeçmeleri (s.176) ile sağcıların ‘maziseverlik melankolisi’ni terk etmeleri dışında başka somut önerileriniz var mı?
-Solcuların, söz alanını genişletmek, mevcut alıcı kitleyi büyütmek niyetiyle İslamcılara, Sağcılara kendi alanlarında yer açma numarasıyla, İslamcıların, Sağcıların ise Solcuları entelektüel hayatı temsil tahtında görme yanılgısıyla (diğer bir söyleyişle onlar karşısında duydukları kompleksle) onların alanlarında oryantalist bir tutumla yer alma gayretleri ortadan kalktığı takdirde kültür dünyasındaki zihinsel kamplaşma sanırım büyük oranda ortadan kalkmış olacaktır. Demem o ki, ideolojik kazanımları aşarak edebiyat ortak paydasında buluşma niyeti sözün zenginliğini ortaya çıkarmaya, kültürel renklerin belirginleşmesini sağlamaya yöneldiği anda müşterek hareket mümkün ve anlamlıdır. Doğruyu söyleme, doğruyu söyleyene sahip çıkma ve son olarak doğruyu söyleyenle birlikte olma ahlakı yürürlüğe konulduğu sürece ortak zeminler oluşturmak ve yan yana yürümek mümkündür gibi görürünüyor. Bu söylediklerim zihniyetten, kimlikten taviz vermeyi gerektirmiyor; herkesin kendisi olarak kalacağı söz konusu ahlak dairesi içinde doğru kültürün yaşatılmasına ve geleceğe mahsus kültürün inşasına ortak katkı esasında buluşmanın zorunluluğunu bilmek ve uygulamak... Evet, zor gibi görünüyor ama mümkün.
2. Son kitabınızda [Minare’nin Kılıfı] sağcılık kavramına çokça vurgu yapıyorsunuz. Hatta “Sağcılık” denen sosyokültürel vaziyet alış, solculuk ve İslamcılık’tan daha çok eleştirilerinize muhatap oluyor. “Hece gibi sağcı dergiler…” diyen hanımların (Gonca Özmen), beylerin hiç de az olmadığı gerçeğinden hareketle tane tane anlatmanızı istirham ediyorum. “Sağcılık”la, “sağcı gelenek”le bu kadar uğraşmanızın nedeni nedir?
-Sağcılık derken Anadolu tipi bir sağcılığı kastediyorum. Felsefi, sosyolojik, siyasi ve ekonomik anlamdaki Sağcılık bir düşünme biçimi, hayata ve olaylara karşı insani tutumlardan biri olmak bakımından eleştirilerimin dışındadır. Bunlar ancak Anadolu tipi sağcılığı besleyen ana damar olarak etkili oldukları oranda eleştirilerime dahildir. Anadolu tipi sağcılığın en önemli özelliği pragmatist olmasıdır. Bu anlayışta eylem imandan, taraftarlık ya da karşıtlık şahsiyetten (kimlikten), tavır ahlaktan, değişim gelenekten daha öncedir. Onlara göre düşüncenin kıymeti asaletinden, semaviliğinden, asırlık bir birikimin sonucu olmasından değil, gündelik hayattaki pratik yararlarından ibarettir. Edebiyat merkezli konuştuğumuza göre bu belirlemelerimiz için Tanpınar’ı tipik bir örnek olarak verebiliriz. Osmanlı İslam mimarisi karşısında hayranlığını gizleyemeyen, Türk Sanat Musikisi karşısında kendinden geçen, toplumsal hayatımız içinde tapınağın önemin bilen, dini kültürün ve geleneğin gündelik hayatımızdaki büyük etkisi karşısında huşu duyan, insanı sevmenin evrensel bir haslet olduğuna inanan Tanpınar (zinhiyet olarak Avrupacı olmasının ötesinde) Tek Parti rejiminin yararları söz konusu olduğunda bağnaz, aklı kilitlenmiş bir taraftar psikolojisine bürünür. Bir camiyi hayran hayran seyretmeyi akledip, içeri girip iki rekat namaz kılmayı akletmeyişi de dahil olmak üzere (ki bundan ibaret eleştirisi yapmadığımı, dışta kalmayı, içeriden bakamamayı kastettiğimi de belirtmeliyim) Anadolu tipi sağcılığının malum çelişkilerine ait önemli ipuçlarını Tanpınar’ın hayatından izlemek, anlamak mümkündür. Dün Tanpınar böyleydi, bugün ordudan atılmayı Müslümanların sırtına binme hakkına dönüştürmek isteyenler, İslami kültür üzerine araştırma yapmayı sürekli bir ulufeye bağlamak isteyenler böyledir. Güç kimdeyse onun yanında olmak, pasta kimdeyse onun elini yalamak, kültürel faaliyetlere kimler bütçe ayırıyorlarsa onların hizmetinde olmak... E ben bu Sağcılıkla (omuzgasızlıkla) ve onu temsil edenlerle (omurgasızlarla) uğraşmayayım da kimlerle uğraşayım?
3.Sağcı geleneğin “maziseverlik melankolisi” yüzünden özgür düşünemediğini söylüyorsunuz. Buradan iki soru çıkarmak istiyorum: 1- Özgür düşünmeyi engelleyen yaklaşımlar nelerdir, bunların genel özelliklerini belirlemek mümkün mü? 2- Günümüzün yoğun tarih ilgisi ile “maziseverlik melankolisi”ni nasıl ayrıştırıyorsunuz?
-Maziseverlik, hayatımızı doğrudan etkileyen bugünün iç ve dış olaylarını asil bir tutumla okuma ve doğrudan yana taraf olma çaba ve zahmetinden muaf olmak halidir bana göre. Örneklendirecek olursam, Selahattin Eyyubi’nin kahramanlıklarını efsanevi bir boyuta taşımak amaGazze’yi görmekten kör olmaktır. Bundan hareketle özgür düşünmeyi engelleyen yaklaşımların putçu zihniyette ve genel özelliklerinin de putlaştırma esaslı eylem içinde saklı olduğunu söylemeliyim. Hayranlık yanlış ilahlaştırmaya, hayret yanlış kutsallaştırmaya bitişiktir. İlah ve kutsal konusunu yukarıda söylediğim şekliyle bir iman meselesi olmaktan önce fayda meselesi olarak konumlandırırsanız özgür düşünme hasletini peşinen kaybetmişsiniz demektir zaten.
Günümüzde tarihe duyulan yoğun ilgi, 1950’lerde Kemal Tahir’in başlattığı karşı tarihçilik anlayışından da beslenen asıl gerçeği öğrenme merakının sonucu olarak görülebilir. Ancak bu yoğun ilginin edebiyat klişesi altında istismar edilişini ayrı değerlendirmek gerekir. Burada da sağcı geleneğin hemen kendi tezgahlarını işletmeye başladıklarını görebilirsiniz. Mevlana’nın aşkı, Yavuz’un küpesi, Yunus’un iç yangını üzerinden sıradan insanın merakını, teferruatın da teferruatı kabilinden konuları yazarak sömüren tarih yazıcılarını maziseverlik ve maziseverlik melankolisiyle birlikte dünyevi hırs, istiskal, pazarlamacı vb. kavramları doğrultusunda konuşmak bence daha makuldür.
4. “Sağcılar, solcular ille de kendi düşüncelerinin iyi olduğunu birbirlerine zorla dayatmak yerine, içinde yer aldıkları coğrafyada yaşayan halkların asgari refahını, azami selametini sağlamak üzere çekincesiz konuşabilmeliler.” (s.41) diyorsunuz bir başka yerde Sezai Karakoç’la Kemal Tahir’i, Peyami Safa’yı bir arada yaşatmaktan söz ediyorsunuz. Kendi kalarak bir arada kalabilmek nasıl mümkün olabilir, bunu ne kadar başarabiliyoruz?
-Yukarıda da kısmen konuştuğumuz gibi zor evet, ama mümkün. Bunu geçenlerde yaşadığım bir örnek üzerinden anlatmaya çalışayım isterseniz: Yeni çıkan bir derginin genel yayın yönetmeni, dergisinde (gazetelerden alışık olduğumuz ama dergilerde örneğini henüz görmediğimiz) köşe yazısı yazmamı istedi. Ben de yazdım. İzleyen sayının yazısı vesilesiyle görüştüğümüzde bana “senin bu dergide olmandan rahatsızlık duyanlar var, kulağına kimi olumsuz sözler ulaşırsa aldırma” dedi. Ben de onun açıksözlülüğüne karşılık “Bu dergiyi ve yayın hayatını sürdürmesini önemsiyorum. Benim varlığımın bu bağlamda bir engel oluşturması ihtimaline bile tahammül etmem, yazmayabilirim” dedim. O da şu karşılığı verdi: “Senin bu dergide yazmamanı gerektirecek olan hal, beni bu dergiyi çıkarmaktan vaz geçirecek haldir”. Bunu söyleyebilen insanla aynı kuşaktanız; o iflah olmaz bir Marksist bense kimliğine son derece düşkün bir İslamcıyım, yani ikimiz de kendimiziz ama iyi edebiyata ilişkin ortak idealimiz bizi bir arada tutuyor. Verdiğim bu örneğin henüz tekil bir örnek olması bakımından sorunuza tam bir karşılık oluşturacağını sanmamakla birlikte, her şeyin bir ilki vardır söyleşinden hareketle bunun ilgili birçok alanda devamının gelebileceğini umuyorum.
5. “Salaklığa övgü” başlıklı yazınızda olduğu gibi gerçekleri çarpıcı bir şekilde söylemenin bazen farklı bir yolunu seçiyor edebiyatçılar. (Erasmus’un Deliliğe Övgü, B. Russel’in Aylaklığa Övgü, Nazım Hikmet’in “Enayi” eserleri gibi…) Memleketi kurtarma umudu beslenen deliler, enayiler, salaklar… Nedir bunların özellikleri?
-Bunların ortak özellikleri serdengeçti ve derviş meşrepli olmalarıdır diye düşünüyorum. Maddi anlamda kaybedeceğiniz bir şeyin
olmaması, manevi anlamda sahipleneceğiniz şeylerin varlığını keşfetmenize ve onlar uğruna cesurca mücadele etmenize neden olur. Diğer bir söyleyişle maddenin redediyle ortaya çıkan boşluk, manevi olanla doldurulur; bunun tersi de geçerlidir, çünkü İbn Arabi’nin meşhur söyleyişiyle “Hayat, boşluk kabul etmez”. Manevi olan derken metafizik, mistik bir içerikten çok, hayata bitişik olan ilgiler bütünününe sahip bir içeriği kastediyorum. Umut gibi, ideal gibi, merhamet gibi, adalet gibi, özgürlük gibi... O nedenle semavi bir inanış içinde olanlarla, teist ya da ateist olanlar belli idealler çevresinde ortak tutum ve eylemlerde buluşabilirler. Serdengeçtilikte, dervişane tutumda toplanabilirler örneğin. Hedeflerinde tırnak içinde yazılan insanın değil genel
manasıyla insanın iyiliği, hayrı ve faydası olabilir. Evrensel perspestif olarak da adlandırabileceğiniz bu yöneliş asil bir idrake ve ortak bir akıla sahip olarak düşünenlerin büyük bir çoğunluğunu kuşatır bence. Erasmus’u, Russel’i, Nazım’ı, Necip Fazıl’ı, Hüseyin Avni Ulaş’ı, Hikmet Kıvılcımlı’yı... ortak bir çizgide tutan o ideal ve onurdur sonuçta.
6. Son 10 yılda sanat, edebiyat dünyamızda bir erozyon yaşadığımızı söylüyorsunuz, neler oldu/ yapıldı ya da olmadı/ yapılmadı da bahsettiğiniz erozyon yaşandı? s.79
-Üzerinde yaşadığımız topraklarda sürdürdüğümüz var olma mücadelesinin Tanzimat’tan itibaren devletin çöküşüne karşı birçok düşünsel arayışı beraberinde getirdiği malumdur. Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük, Avrupacılık... gibi. Bu siyasi tutumlar aynı zamanda kültürel tutumlardır. Dolayısıyla bugün için de kültürün (temsilin) söz konusu olduğu yerde bunların toplumsal bir
karşılığı, kendilerine mahsus bir talebi ve eylem biçimi vardır. İşte tam da bu yüzden devlet ya da iktidarın kültürle ilişkisi söz konusu değişkenlik, çeşitlilik, ideolojik ve kültürel farklılıklarımız nedeniyle mayınlı bir tarla hükmündedir. Burada toplumu buluşturacak temel noktalar bulmak, bir merkez oluşturmak uzun çok uzun süreli projelerle mümkündür. Bunun bilincinde olan AK Parti yöneticileri kısa, orta ve uzun vadede gerçekleştirilmesi mümkün olan insan haklarına, ordu-iktidar ilişkisinin yeniden düzenlenmesine öncelikli olarak el attılar ve çok uzun süreli projeleri gerektiren kültürü “şimdilik” mahalli idarelerle, ilgili sivil kuruluşların himmetine terk ederek, ihtiyaca göre onları maddi olarak desteklemeyi yeterli gördüler. Mahalli idarelerde ve ilgili sivil kuruluşlarda bu işlerin hangi gaye ve mantık gözetilerek yapıldığını söylemeye gerek var mı? Onların kendi taraftarını,
elemanlarını besleyecek, yeni taraftar, eleman kazanmalarını sağlayacak, muhaliflerini susturacak işler cümlesinden saydıkları kültürel faaliyetleri, olması gereken şekilde değil oldurulması gereken şekilde yürüttükleri de aşikardır. Ciddi kültür adamlarının, yazarların bu taraklarda bezi olmayacağına göre, kültür işlerinde kimlerin etkin olacakları ve onların anlayışına göre sağılmaya hazır bir inek hükmünde olan kültürün nasıl bir erozyona uğrayacağı bellidir; olan buna göre olmuştur ve olmaktadır zaten.
7. Butik yayınevlerinin ne gibi bir işlevi var, bize nasıl bir umut ışığı sunuyorlar da onları öne çıkarma gereği hissediyorsunuz?
-Butik yayınevlerinin bize sağladığı umut, Kapitalist pazarın şartlarına göre tekelleşen yayın ortamında, yazarın sermayedar karşısında ceketini iliklemeyerek eser sunmak zorunda kalmadığı bir yayın ilişkisini sağlamasıdır. Bu aynı zamanda az satan ama varlığı elzem olan kitapların da tedavülde olmasına mahsus bir çabanın adıdır. Yoksa, kitap üretim şirketlerinin çok satmayan kitaba yatırım yapmaktan kaçındıkları, ünlü yazarları futbolcu tranfer eder gibi şirketlerine transfer ettikelri bir ortamda butik yayınevleri olmadığı takdirde ne yazarın haysiyeti korunabilir ne de kaliteli eserlerin hayatiyeti...
8. “Minarenin Kılıfı”nda dil kirlenmesini ifadelere yapışan bir ajan/ virüs gibi görüyorsunuz, yanılmıyorsam. Dilimizi bu ajanlardan nasıl temizleyeceğiz?
-Bunlar kendimizin yani “biz”in farkını ortaya çıkarma ve onu yaşanılır kılma açısından söyledim şeyler cümlesindendir. Bu bakımdan dilimizi kirlilenmeye karşı, onun özünü bulandıran kavramlara karşı korumanın en garantili yolu dilimizin var oluşunun dinimizin var oluşuna bitişik olduğu bilincini işlemektir. Dün “inşallah” kelimesine “selam”a karşı çıkanların mantığını tersinden izlemek yani. İnşallah’ın ve selam’ın çağrışımlarının yaygınlığını bilenler, bu kelimelerle Allah’ın zikredildiğini, doğrudan İslam’a (salim olmaya) göndermeye yapıldığını bildikleri için onları tedavülden kaldırmanın zikri ve din dlini ortadan kaldırmak olacağını düşünmüşlerdi. Bunda kısmen başarılı da oldular; en azından onların içeriklerini boşaltarak, çağrışım alanlarını daralttılar, kuru bir söyleyişe indirgemeye çalıştılar. Bu durum karşısında bizim asli kavramlarımızın içeriklerini yeniden gözden geçirmemiz, onları doğru içerikleriyle ve doğru yerlerde kullanma hassasiyetimiz ajanların girmeyecekleri, girseler de künhüne vakıf olamayacakları bir dil alanının (yani din alanının) yeniden inşasıyla mümkün olacaktır inşallah. Yukarıda örnek olarak verdiğim kelimeleri sanat merkezli olarak çoğalttığımızda başta sanat kavranının kendisi olmak üzere resim, estetik, etik, fantastik, roman vb. birçok temel kavramı yeniden düşünmemiz, yorumlamamız -Batı’daki kullanımlarıyla, bizdeki karşılıklarını hatta bizim bu kelimelere neden itibar etmediğimizi, edemeyeceğimizi düşünerek öncelikle- kendi dil ve zihniyetimizin farkımızı belirlememiz bunun üzerinden Batı’da neye itibar edip etmeyeceğimize yeniden karar vermemiz gerekiyor.
(DİL VE EDEBİYAT DERGİSİ, MART 2012, SAYI: 39)