- İncelemeleriyle, denemeleriyle, öyküleriyle ve köşe yazılarıyla tanıdığımız Ömer Lekesiz, suyun sesine banarak doğurduğu yangın rengi kelimelerini bir de kendisini anlatmak için kullanabilir mi? Çünkü bir insanın hakiki aynası kendini anlatırken ki seçtiği cümlelerde saklıdır…
- Sanatçı olsaydım, seçeceğim cümleler ayna olabilirdi ama sanatçı değilim; haliyle bu manada kuracağım cümlelerin renksiz, soğuk, metalik olabileceğini peşinen belirteyim. Deyim yerindeyse edebiyat işçisiyim. 1982’den beri edebiyat eleştirisiyle uğraşıyorum; son beş yıldır da ağırlıklı olarak görsel sanatların mantığını, üretim koşullarını, süreçlerini, işlevlerini, akibetlerini anlamaya çalışıyorum. Okumak zorunda kalmış bir köylü çocuğuyum. Bu yüzden yedi yaşımda aile hayatının dışına düştüm. Zor ama zorunlu bir deneyimdi benimkisi; hayatı tanımak, onun güçlüklerine karşı hazır olmak açısından çokça avantajlar içeren ama ruhsal donanım, olgunlaşma açısından da kimi dezavantajları içkin olan bir deneyim... Bakışımdaki kararlılık, keskinlik; dilimdeki sertlik o günlerin armağanı olduğu gibi, yalnızlığı sevme, kendisini avutma, okumayı, düşünmeyi ve yazmayı önce kendisi için gerekli sayma gibi içsel bir bakışla olumsuzlanabilecek kimi tercihlerim de o günlerin aramağanıdır. Profesyonel anlamda yazı hayatına Mavera dergisinde kitap eleştirileriyle başlayıp, edebiyat eleştirisinde karar kıldım. Çok uzunca bir süre öykü türü üzerinde çalıştım. “Edebiyat kardeşliği” olarak terimleştirebileceğim bir kardeşliğin içinde durdum ısrarla; dergi kuruluşlarına, çalışmalarına bu sayede katıldım. 30 yıl geçti böyle böyle. Zihnimde Kayıtlar, Hece edebiyat ve Hece Öykü gibi güzel resimler, Ramazan Dikmen, Hasan Aycın, Cemal Şakar, Mete Çamdereli, Hüseyin Su, Mustafa Işık, Recep Yumuk, Fatih Yurdakul, Hamit Can, Necip Tosun, Özkan Gözel vd. güzel ışıklar, çok çok fazlasıyla da üzerlerinde “Hüve’l-Baki” yazan mezar taşları var. Son on iki yıldır İstanbul’da ikamet ediyorum; edebiyattan, sanattan ve güncele dair yazılardan başka da bir uğraşım yok.
-Kelimelerin ateşini yaşamın ıslak teni yakar! Bir bakmışsınız bir şiirin dizesinde köz köz olmuş mânâ. Sonra gelir yüreği mürekkebe banmışın biri, mânâsını doğuran közlü ağrıları öykülerin kozasına taşır usul usul. “Ateşten Kelimeler” de şiirin avlusunda hakikatin denizine kulaç atan 8 şiir şerh edilmiş. Hangisiydi gülü ilk yakan? Ki gül yanmalıydı ki öykülerin kapısı açılsın…
- “Gülü ilk yakan” o sekiz şiirin hepsiydi belki de ve orada yer alamayan daha bir o kadar şiir belki. Şiir derken ilgili şiirlerin şerhlerini kastediyorum. Şiirleri şerh etmek o şiirlerin derin manasına katılmak bir anlamda; unutulmuş bir türdü sonuçta; onu kendi çapımda gün ışığına çıkarmaya çalıştım. Şiir, kendi adıma şiir yazmaya kalkışmayı düşünmeyeceğim kadar hürmet duyduğum, itibar ettiğim bir tür; ilhama muhatap olma zevkinin zirvesi; kelimelerin rehberliğinde ışığa yürümek; özel bir berzaha girmek sanki. O sekiz şiir, gerek hayatın geneline gerekse kendi özel hayatıma ilişkin engin çağrışımlar deniziydi; korkmadım ilk kez, o denizde yüzmeyi denedim; hayatıma ve hayata ilişkin suretler devşirmeye çalıştım o denizden. Deniz benim çabamdan memnun kaldı mı bilmiyorum ama ben cesaretimden memnun kaldım; o yüzmelerin tadı hala belleğimde; yenileriyle kulaç atmaya zamanım var mıdır bilmiyorum ama bunun olabilmesini çok isterdim.
- “Ateşten Kelimeler” sıradışı bir kitap. Elinizdeki haritayı yırttırıp size kendi haritasını veren bir kitap! Şiirin sihirli saçlarına kelimelerin uysal tarağı değerken “dil” ve “ateş” kilidini, öykü anahtarı ile açan bir kitap. Şiirleri neden öyküsel bir yoldaşlıkla açmaya kalkıştınız?
- “Öyküsel” çünkü, hikayeden başka ne var elimizde? Hayat arkadaşımıza talip oluşumuz bile kendi hikayemizi güzel anlatmamızla gerçekleşmez mi? Hikayemiz hem yitik cennetimizi, hem varlığımızı hem de muhtemel geleceğimizi kurar. Havva’nın çocuklarını avuttuğu dilin kendisidir zaten hikaye; cennete göre aşağının aşağısı olan dünya hayatına başladığında cennetteki hayatından başka neyi biliyordu ki anlatsın Havva. Bu yüzden olmalı hikayelerde yaşar erişilmez tatlar, anılar, renkler. Hikayeyi “ilk anne”nin diline yakın durmak şeklinde anlıyorum bu yüzden; ilk annenin anlatışına hürmeten anlamak istiyorum. Şiirleri şerh ederken hikayelerin yolunda yine onların yoldaşlığıyla yürümeyi kendiliğinden seçmiş olmalıyım.
- Aşk, söyleyememenin sütünü içen dervişlere hû makamınca kuyular açmaktır! Kuyu duvarlarında vuslatı zikredenlere armağandır hakikatin ışığı. Sayın Lekesiz, “Ateşten Kelimeler” de “Söylenemez Aşk” derken çağıl çağıl akan kelimelerin alnından öpen neydi ki okuyucunun dimağında mukaddes bir tat bıraktı?
- İnşallah dediğiniz gibi güzel bir “tat” bırakmıştır. Bunu “samimiyetinde samimi olmak” şeklinde cevaplarsam umarım abartmış olmam. O metinlerin tamamı yazıya geçilmeden önce yollarda yürünerek yazıldı. Benim için de ilginç bir deneyimdi. Kitapların içinde masaya bağımlı olarak süren bir eleştiri alışkanlığından, yola ve yürümeye bağlı serbestlikte nasip kılındı o metinler. Aşiyan’dan Sultanahmet’e, Cankurtaran’dan Haliç’e, Çamlıca’dan Kuzguncuk’a... yollarda biçimlenen harflerden, kelimelere, oradan cümlelere geçişte doğal olanın evreninde bulundum. Şiir kendisiyle yarışan değil, kendisine dokunan ve kendisini izleyen bir dili gerekli kılıyordu adeta. Şiir dilinin gerisinde kalmama çabası değil, şiir dilinin hakkını ihlal etmeme kaygısı söz konusu şerhlere de şiirsel bir öz kazandırdı sanıyorum. Güzel şiir, kendisiyle ilgili her kelimeyi kendi rengiyle boyar. Benim çabamın da buna muhatap olduğunu umuyorum.
- “Sanat Bizim Neyimize” adlı kitabınızda tasavvuftan sanat yapma çelişkisine değinmişsiniz. Ve bunun akabinde pekiştirilmiş yalana vurgu yapmışsınız. Tasavvuf ve sanat arasındaki o keskin süreci sormak istiyorum?
- Bilgi/ilim:İslam’da: Şeriat yani Kuran ve sünnettir; Tasavvufta: Hikmet’tir; Felsefe’de ise: düşüncedir. Buna mahsus da üç zihniyet, üç bakış vardır: Buddha, bilgi için “Başkalarının kumlarını saymanın ne gereği var” der; İbn Arabi, bilgi için “Merhamettir” der; Thomas Hobbes ise bilgi için “Kudrettir” der. Şimdi şeriatı, hakikati ve felsefeyi kendi nazariyesinde toplamış olan İbn Arabi’nin “merhamet” tanımından baktığımızda bilginin merhamet oluşunu İlah-meluh, Rab-merbub ilişkisinin özü ve özeti olarak almamız ve dolayısıyla tasavvufu, şeriat’la felsefeyi hem ayrıştıran hem de birleştiren bir berzah olarak nitelememiz mümkün görünüyor. Ama burada bir problem ortaya çıkıyor: Merhamet dediğimiz şey, kaydi bir bilgi değildir ki, başlı başına bir olgudur. Yani merhameti bir bilginin gereği olarak esas almayız, bir yaşama biçimi olarak esas alırız ki bu da insandan insana, insandan hayvana, bitkiye, böceğe göre değişir. Öte yandan hilkatin özü merhameti içkin olduğu kadar şiddeti de içkindir. Bebek doğmak için anneye şiddet uygular, dalın çiçeğe, çiçeğin meyveye durması şiddetle olur; aslan, kedi yavrusunu ensesinden ısırarak taşır, dişi örümcek çiftleşme esnasında erkeğini öldürür... Bu durumda bu ilişkilerin değişmelerindeki hakikati ve bunun sözle değil yaşamayla öğrenilmesi, düzenlenmesi zorunluluk arz eder. İbn Arabi söz konusu değişmeyi şöyle formüle etmiştir: “Dinler yalnız ilahi ilişkilerdeki farklılıktan dolayı farklı olur. / İlahi ilişkiler yalnız durumlardaki farklılıktan dolayı farklı olur. / Durumlar yalnız zamanlardaki farklılıktan dolayı farklı olur. / Zamanlar yalnız hareketlerdeki farklılıktan dolayı farklı olur. / Hareketler yalnız teveccühlerdeki farklılıktan dolayı farklı olur. / Teveccühler yalnız gayelerdeki farklılıktan dolayı farklı olur. / Gayeler yalnız tecellilerdeki farklılıktan dolayı farklı olur. / Tecelliler yalnız dinlerdeki farklılıktan dolayı farklı olur.” Bu çeşitliliğin içinde düşünmek, yazmak, sanat yapmak şatahat’ı yani sarsılmayı, hareket etmeyi, yürümeyi, titremeyi, bilincinde olmaksızın hadsizleşmeyi veya gevezelik etmeyi beraberinde getirir. Avam bunları anlayamaz, anlayamadığı gibi bunu mahkum da eder. Ancak havas bunu anlayabilir ki, onlar da çoğunlukla tasavvuf sayesinde bunu sağlayabilirler. İşte bu nedenlerle tasavvufla sanat arasında (hem anlamaya hem de korumaya mahsus) zorunlu bir ilişki vardır.
- Sayın Lekesiz, Murat Morova imzalı bir resim paylaşmışsınız son kitabınızda (Resim:9) Karanlığın insan bedenine akışını sembolize eden bir giz var resimde. Harflerin diri tuttuğu bedene zifiri saltanatın akışı ve düello! Peki, “pazar zekâsı” dediğiniz bu emek/ler sanatın hangi basamağında tasavvuftan kopuyor?
- Elbette öncelikle “Pazar” basamağında. Çünkü Pazar yığınlar tarafından beğenilme, satın alınma arzusunu doğuruyor. Sanattaki samimiyet, kendindenlik dediğimiz şey yerini numara çekmeye, sunileşmeye bıraktığında sanatsal yaratımın özü zedelenmiş, maddileşme ön plana geçmiş oluyor. Bu sanatın kendisini geriye çekmesi, “sanat-mış” gibi olanın onun boşalttığı alanı doldurmasıyla sonuçlanıyor. Numara çekmenin olduğu yerde sanatı üreten hal de parodiye tebdil olur. Sahicilik değil sanallık, doğallık değil yapaylık oraya çıktığında tasavvuf da kendisini geriye çeker zorunlu olarak.
- Bazen sanat, harflerin kutsal soluğunda sırrın suyuna ateş olup hiçliğin hırkasını giyebilmenin ilmini verir insana. Aslında tümüyle kavranamayan harflerin sırrını çözememek değil midir hakikatin bir diğer anlamı? Sanat ve hakikatin ruhunu ortak emziren şey nedir?
- Sanat ve hakikatın ruhunu emziren şeyin yaratma (ibda, ihtira’) duygusu, düşüncesi olduğunu sanıyorum. Çünkü sanat dediğimiz şey son tahlilde surete çıkarmadır. Akıl tohumdur, kelimeler tarlasıdır ve eser (suret) onun sonucudur. Diğer bir söyleyişle: düşüncenin ve kelimelerin evliliğinden eser (suret) doğar. Bu eser figürlerle bir tasvir (suretlendirme) olabileceği gibi kelimelerle bir suretlendirme yani metin de olabilir. Hayal ise bu üçlünün zeminidir; söz konusu ilişkiler onda kurulur, onunla olgunlaşır ve oradan sonuçlanır.
- Bazı düşünürlere göre modernite kırılmaya uğrayıp postmodern bir zamana geçildi. Sanat için de bir kırılmadan bahsedilebilir mi?
-Postmodernizm, insanlığa aydınlanma ve güzel günler, yarınlar vadeden ama son tahlilde acıdan, zulümden, kandan, üzüntüden başka bir şey üretemeyen modernizm devamlılığa adına kendi içinde ürettiği bir tedbirin adıdır. Başka bir söyleyişle postmodern modernin kendisi için açtığı güya beyaz bir sayfadır. Bu yanıyla postmodern beni pek ilgilendirmiyor. Bu ilişki de sanat için bir kırılmadan söz edilebilir mi? Elbette edilebilir. Sanat adına yaptığımız konuşmalarda yeni bir zihniyetin gerekliliği ortaya çıktığına göre demek ki ciddi manada bir kirlenme, kırılma, tahrip olma söz konusu.
- Sayın Lekesiz, çalışmalarınızın edebiyat eleştirisi alanından sanat eleştirisi alanına yöneldiğini biliyoruz. Parçadan bütüne doğru gerçekleşen bu yönelişin nedeni nedir?
- İlk çalışmalarımdan biri “Hasan Aycın Çizgilerinden Örneklerle Çizgi Sanatında Dil ve Mesaj (1995), diğeri “Sevgilinin Evi, Ev-Kabe Simgeciliği Üzerine Bir Çözümleme’dir (1997). Haliyle görsel sanatlara, simgeciliğe, mitolojiye dair düşünmemin tarihi eskidir. Evet, son beş yıldır edebiyat eleştirisinden çok sanat eleştirisiyle uğraşıyorum ama inancım gereği zihnimin, idrakimin kuruluşu dikey ya da yatay değil, daireseldir ve bu nedenle sonu başlangıç, başlangıcı son (dolayısıyla kesintisizik, süreklilik) olarak bildiğim için yeni bir yönelişten çok kendi zihniyetime, idrakime uygun davranıyor olsam gerektir diye düşünüyorum.
- Peki efendim, muhafazakâr sanattan neyi anlamalıyız? Bugün bir muhafazakâr sanattan bahsedebilir miyiz?
- Muhafaza eylemini muhafaza kastıyla yapmanın muhafazakarlık olduğunu söylemeliyim. Şunu kastediyorum: Muhafaza eylemi hayatımıza dahildir ancak Nietzche’nin “Hayatı geriye bakarak anlarız ama ileriye doğru yaşarız” sözünden hareketle muhafazaya yüklediğimiz işlev bizim hayat algımızı, tutumumuzu belirler. Bir muhafazakar bir şeyleri muhafaza etme kaygısıyla bir tür sabitlenmenin, donmuşluğun içinde dururken, bir yenilikçi ise ne muhafazanın muhafazası ne de geleceğin şimdiden yaratılması gibi bir kaygıyla hareket etmez. Diğer bir söyleyişle bir muhafazakar geçmişin tekrarına takıldığından kendi şimdisini üretemez, bir yenilikçi ise “kendi zamanının çocuğu” olarak hareket eder; onun için ne geçmişe ne de kendisi adına meçhul olan geleceğe hakim olmak gibi boş, sonuçsuz bir çabaya yönelmez. Bu nedenle muhafaza etme düşüncesi bir muhafazakar için amaçtır, bir yenilikçi içinse şimdiyi daha iyi idrak etmede gerekli bir araçtır.
-Sayın Lekesiz, “İslamcı yazar” olmanın “muhafazakâr yazar” olmamanın zorlukları nelerdir?
- “İslamcı yazar” çok keskin, fazla köşeli bir tanım. Muhafazakar olmayan dindar bir yazarı tanımlamanın başka bir yolu bulunursa “İslamcı yazar” nitelemesi boşa çıkar, çıkması da gerekir. Ama malum zorunluluk nedeniyle bu tanımı kullanarak söyleyecek olursam, İslamcı yazar yaratışta (eser / suret ortaya koymada) Allah’a bakar. Allah’ın tecellisinde bir tekrar olmadığı gibi yaratışında da bir tekrar yoktur. Adonis’in kelimeleriyle söyleyecek olursam “geçmiş, gelmiş olan gelecektir ve şu an ise gelmekte olan gelecektir ve gelecek ise gelecek olan gelecektir. Zaman, gizli-açık varlığı ölçen bu gölge-aydınlık hareketidir. Varlık gizli-açık, açık-gizli’nin (zahir-batın, batın-zahir) karşıt güçlerinin sürekli hareketinden daha fazlası değildir.” İslamcı yazar bu hareketin içinde, an’da olma bilinciyle hareket eder. Yine o bir sürrealistten farklı olarak “bilinmeyeni bilmenin” değil, “görülmeyeni görmenin” çabası içindedir. Çünkü üzerine gün ışığı düşmemiş hiçbir düşünce yoktur ancak görenin görüşünde (eşyadaki sürekli değişme nedeniyle) sürekli bir arayış vardır. Bu perspektifle pratik durumlar üzerinden muhafazakar yazar olmanın zorluğunu kurutulmuş et yemek, İslamcı yazar olmanın zorluğunu da taze etten başka bir şey yiyememek şeklinde düşünebiliriz. Malum bu iki durumda kendi içinde (olumlu ya da olumsuz anlamda) bir zorluğu içkindir.
- Sayın Lekesiz, bir yerde okumuştum “sahaflar toplumun hafızasıdır” diyordu. Sizin sahaflık yaptığınızı da biliyoruz. Kitap kokularının içinde tarih ile gelecek arasında bir rüzgâr; ilmi, bilgiyi ve merhemi taşır insanın öğrenmeye aç dimağına. Teknolojinin gelişmesi ile insanın okumaya ilgisi eksildi. Bilgiye ulaşmak internette çok daha kolay ve hızlı artık!.. Dolayısıyla sosyal medya edebiyatın neresindedir demek istiyorum?
- Evet sahaflık güzel bir meslek; dört yıl kadar uğraştım; çok keyifliydi ama kimi zorunluluklarla bırakmam gerekti. Hız çağında oluşumuz, bilginin aşırı çoğalması, çabuk erişmesi ve çabuk tüketilen bir nesneye dönüşmesi kitabı da okurluğu da olumsuz etkiliyor. Ancak buna karşı durmak, reddiye üretmek yerine bu şartlara göre yeni bir kitap algısı yaratmak ve okurluk tarzı belirlemek daha doğru geliyor bana. Sosyal medyadan edebiyat planında konuşmayı henüz erken görüyorum ancak okuma, yazma ilgisini doğrudan iş edinen sitelerin çok önemli hale geldiğini söyleyebilirim. Bu siteler hem edebiyat yeteneklerinin keşfinde hem de profesyonel ilgi öncesinde edebiyatla meşgul olmanın keyfine erişilmesinde, diğer bir söyleyişle edebiyat ilgisiyle mutmain olmada etkili oluyorlar. Artı “Kitap Haber” gibi, sanatsal ve kültürel haberlerin de çabukduyulmasını sağlayarak, bu yanıyla edebiyat ortamının nabzını da elinde tutabilen sitelerin yakın gelecekte çok daha değerli işlevleri yükleneceklerine inanıyorum. Mesele kendi zamanına ve ondaki değişmeye ayak uydurabilmektir. “Kitabın önemi azalıyor, kitap okuyan kalmıyor” şeklinde bir olumsuzluğun tellallığını yapmaktansa, değişen teknolojileri ve algıları da kitap merkezli olarak yeniden kurgulamak, dönüştürmek, yönetmek daha asil bir tavır ve tutum gibi geliyor bana.
- Kitap Haber “Kitaplardan Bir Dünya Kurduk” sloganı ile kitabı boş zamanlarında değil en değerli zamanlarında okuyanların karşısına çıkıyor. Kitap Haber’deki her bir paylaşımın amacı; kitap ve bilginin kutlu birikimine katkı sağlamaktır. Kitap Haber takipçilerine ve yazarlarına neler söylemek istersiniz.
- Çok okumaktan ve az yazmaktan başka bir şeye aklım yetmez. Kitaplar binek hayvanımız değil, yolumuzu aydınlatan fenerlerimizdir. Kitap okumayı yazar olma kastıyla değil, daha iyi insan olma, daha iyi düşünme ve idrak etme kastıyla okuduğumuzda ancak yazarlık da dahil kimi doğru sonuçlara ulaşacağımızı sanıyorum. Evet, Kitap Haber’in sevgili okurlarına da bunları tavsiye edebilirim.
- “Sebebin önünde bir kâğıt parçası gibi sürünmektir rüzgâr” derken, hayat felsefesini rüzgârın kanatlarına takan güzel insan, harflerin ateşten yağmurunu hem içtik hem dinledik. Teşekkür ediyorum bu güzel söyleşi için.
Ben teşekkür ederim; sanatçısız, sanat, sorusuz cevap olmaz derler; sordunuz ki söyleyebildim. Sorularınızdaki yetkinliğe denk cevaplar verebilmişsem kendimi bahtiyar sayarım.
KAYNAK: http://kitaphaber.net/omer-lekesiz-ile-harflerin-atesten-yagmurunu-icmek-k1532.html