Menu
ÖMER LEKESİZ’LE SÖYLEŞİ
Söyleşi • ÖMER LEKESİZ’LE SÖYLEŞİ

ÖMER LEKESİZ’LE SÖYLEŞİ

Yozgat’ta dünyaya geldiniz. Yozgatlı olmak şehir kültür ilişkisi bağlamında sizin için ne ifade ediyor?

Yozgat’ta doğmayı ve Yozgatlı olmayı eslâfın "Şerefü'l mekân bi'l mekîn" sözü gereğince kıymetli buluyorum. Çünkü Yozgat Bozoklu Mustafa Paşa, Âkif Paşa, Mehmed Sa’id Fennî, Nihânî, Hüznî gibi büyük şairlerin, Mehmed İhsan Efendi gibi alimlerin, Şeyhzade Ahmet Şevki Ergin gibi mutasavvıfların ve adları zikredemeyeceğim kadar çok olan kurra hafızların (ki onlardan biri amcamdır) şehridir. 

Yozgat da bir şehir olarak -en azından benim orada yaşadığım zamanlara kadar- küçük ama özenli bir mimariye sahip şirin bir yerdir. Hayat, 1908 yılında Hamidî tazda yapılmış saat kulesi, Çapanoğlu camii ve Yozgat Lisesi arasında akar, çoğu ahşap olan konaklara ve Mimar Kemal üslubuyla 1927’de yapılmış -benim de mezunu olduğum- Cumhuriyet İlkokulu vb. taş yapılara doğru yayılırdı. 

Hal böyle olunca gerek kültür gerekse mimari açıdan en küçük bir yozluk, banallık hemen göze çarpar ve halk tarafından reddedilirdi. Bu tarz bir kültürün mekânı, ahenkli bir mekanın da kültürü etkileyeceği aşikardır. Şehir halkı bunlardan etkilendiğini düşünmeksizin etkilenir; bu manada ben de şehir olarak Yozgat’tan ve kültüründen böyle etkilenmiş olmalıyım ki, sanırım son olarak altı yıl önceki ziyaretimde ilkokulumun başka bir binaya taşındığını, mevcut taş binanın da Bozuk Üniversitesi’ne tahsis edildiğini ilginç bir tabela vesilesiyle görmüştüm: Yozgat’ta gazino yoktur, sanırım biraz da bunun eksiliğini gidermek için olsa gerek(!) eski okulumun kapısına artık rektörlük olduğunu belirten ışıklı bir gazino tabelası kondurulmuştu. Şehir-kültür ilişkisi üstüne ters bir çeşitleme olarak bunu da kaydetmem yeterli olur sanırım.

İsminizin bir hikayesi var mı? Kim okumuş kulağınıza ezanı? Ömer isminin şahsiyetinize etkisi olduğunu düşünüyor musunuz? 

İsmim, babam tarafından genç yaşta kanserden vefat etmiş olan çok çok sevdiği küçük amcasının hatırasını diri tutma niyetiyle verilmiş. Kulağıma ezan ve kameti büyük bir ihtimalle molla dedem okumuş olmalı ki, Kur’an’ı okumayı da ondan öğrenmiştim. 

İsmin kişide etkili olduğuna inanırım, zaten “isimler gökten iner” diye de bir söz de vardır, Hadis olduğu da söylenir ama kaynağını bilmiyorum. İsmim yoluyla Hz. Ömer’in İslam sayesinde olumlu bir güce dönüşen mizacından -inşallah- az da olsa bir pay almış olabileceğimi umarım. Onun okur-yazarlığı, şiir bilgisi, asil öfkesi, mücahitliği, açık sözlülüğü, müçtehitliği … imrendiğim ve taklit etmek istediğim şeyler cümlesindendir.  

Küçük yaşta ayrıldınız doğduğunuz topraklardan. Hem okuma yazmayı öğrenmeye hazırlık yaşı hem de dünyayı yeni bir gözle görmeye. Hangi resimler, hikayeler, yapılar kaldı o günlerden size?

Bu husus benim kişisel tarihimin sorunlu kısımlarındandır. İki ağabeyim köy okulunda okuyorlardı. Onların kitaplarına, defterlerine baka baka ve elbette onlara sora sora daha beş yaşımda okumayı yazmayı öğrenmiştim. Sanırım okula da bu sebeple bir yıl erken başlatıldım. 

Babam çiftçi ve inşaat ustasıydı. Toprak gelirinin yetersizliği nedeniyle, harman önü ve sonrası Yerköy, Kırıkkale gibi yakın sayılacak yerlere çalışmaya giderdi. İki ağabeyim büyüyorlardı ama köy hayatının imkanlarıyla sınırlıydılar. Babamın bir özelliği de ailenin en büyük çocuğu olduğu için kardeşlerinin tahsilini öne alması, deyim yerindeyse bu uğurda kendisini feda etmesiydi. Sanırım bunların etkisiyle benim şehirde okumama karar verildi ve ilkokul ikinci sınıfa geçtiğimde kendimi Yozgat’ta mukim olan amcamın evinde buldum. 

O yaşta nasıl bir sorumluluk algısıdır çözemiyorum ama, muhtemelen yuvadan uçuruluşumu makulleştirmek için sıkça söylenmiş olan “Benim oğlum okuyup, adam olacak” telkinin çok etkisinde kalmış olmalıyım ki, amcamın çocukları sokakta oynarlarken ben pencere önünde bir gözüm hep onlara takılıyken ders çalışırdım. Sorduğunuz bağlamda, çocukken de beni ayrıca çalışmam yönünde motive eden şu resmi hiç unutmadım: 

Dört yaşında olmalıyım, aylardan nisan; babam yine inşaatlarda çalışmak için uzaklara gitmiş. O ara tek ineğimizin ayağı kırılmış ve onun ahırdan çıkarılmadan beslenmesi gerekiyor. Evimize yaklaşık on, on beş kilometre mesafede bir bahçemiz var. Annemle oradan dönüyoruz. Benim elimden tutmuş, iki yaşındaki kız kardeşim omzunda oturuyor ve doğacak erkek kardeşime hamile; sırtında ise koskocaman bir ot balyasıyla bahçemizden evimize doğru yürüyoruz… 

Bilmiyorum, bilemiyorum… Belki de bu yüzden kimi şeylere sonradan telafisi mümkün olmayacak şekilde kırgın olarak büyüdüm. Babamın dışında ailemin diğer fertleriyle aramda soğuk mesafe ta o zamandan oluştu. Gerçi İmam-Hatibe Yozgat’ta başlamakla beraber, 1969-72 yılları arasında Babam aileyi toplayıp Kırıkkale’ye taşınınca ben de Kırıkkale İmam-Hatipte okudum ama orada parasız yatılı imtihanlarını kazanarak tekrar Yozgat’a döndüm ve artık gerçek manada aileme bir daha hiç dönemedim. 

Ama yine de köydeki çocukluk zamanlarımı hayatımın en güzel zamanları olarak hatırlarım. Benden küçük olan ve erkek kardeşim kızamık hastalığından bir hafta arayla vefat ettiler ve ben köyde kaldığım son iki yıl boyunca evin en küçüğü oluverince tüm ilgiler bana yöneldi. Çocuklar ilgi görmekten başka ne isterler ki zaten… 

İmam-Hatip’te okumamın sebebi de ilkokul öğretmenimin imamlara olan nefretiydi. Son sınıftaydık, asıl öğretmenimiz hastalığı nedeniyle erken emekli olmuş, yerine Yozgat’ın beyaz tayfasından lise mezunu züppe bir genç kız yedek öğretmen olarak görevlendirilmişti. Geldiği günlerde öğrencilerin eğilimlerini belirlemek için olmalı, kimin hangi mesleği seçeceğini sorardı ara ara. Ben imam olmak istediğimi söylediğimden yıl sonuna kadar onun mobingine maruz kaldım. Daha çocuğum, çevremdeki iyi insanların, aile dostlarımızın hepsi hafız, imam… Onlar adına da bilenmiş olmalıyım ki kararımı İmam-Hatip’te okuma yönünde vermişim ve iyi ki vermişim, beni ben yapan birkaç şey varsa onları Yozgat İmam Hatip Okulu’nda kazandığımı sanıyorum. 

Doğduğunuz köyün ismi “Ozan”. İlk gençlik yıllarınızda Ozan kelimesi sizin için ne ifade ediyordu? Bütün sanatlar içinde şiiri nereye koyuyorsunuz?

Köyümüzün adının Ozan olması çocukluğumda bir fark belirtmiyordu ama annem irticalen çok güzel türküler söyler, ağıtlar yakardı; yakın köylerde de ozanlar olduğunu bilirdik ve ayrıca babam da Karacaoğlan tazında şiirler yazar, uzun kış gecelerinde ocak ateşinin etrafında kümelenen çocuklarına Kerem ile Aslı, Yaralı Mahmut, Aşık Garip, Yusuf ile Züleyha… hikayelerini anlatırdı. Dolayısıyla çocukluğumda Ozan ve aşık şiiri kelimeleriyle ülfet içinde oldum. 

Sonraki zamanlarda Faruk Sümer’in Oğuzlar adlı değerli çalışmasında, 1420 salnamelerinde köyümün adının Ozan Ekinliği olarak geçtiğini de gördüm. Toros yaylalarından Bozok yaylasına gelmişiz, yani aslımız zaten Yörük. 

Bütün sanatlar içinde şiiri koyduğum yer, şiirin ilim olduğudur. Yani ilmin özel bir türü. Bu nedenle şiir benim için sanatın ve edebiyatın önünde makbul ve muteber bir yere sahiptir. 

Memuriyet ve yöneticilikle geçen yıllar, edebi çalışmalarınıza insanı ve toplumu anlamak konusunda katkıda bulunmuş olabilir mi?

Sanmıyorum çünkü 41 yıldır sanat ve edebiyat ortamındayım ancak hiç sanatçı olmadım, olmayı da istemedim. Zikrettiğiniz gözlem sanatçıları daha çok ilgilendiriyor olabilir. Ben sanatçıların yazdıklarına göre yazan biriyim. Elbette bu konuya özel olarak insanları izlediğim olmuştur ama asıl bilgim nazariyattan gelir. İnancımdaki nefis bilgisi, sanat ve edebiyat eserlerindeki nefis temaları asıl ilgimdir. 

Yozgat’ta başlayan hayat yolculuğunuz Ankara, Kırıkkale ve Mersin duraklarının ardından 2000’li yılların başında sizi İstanbul’a getirdi. İstanbul’un hayal dünyanızdaki konumunu göndermenizi istesek nasıl bir harita düşer ekranımıza?  İstanbul, düşlerinizin hakkını verebildi mi size?

İstanbul’a ilk gelişim 1976 yılındadır; Ayasofya Fetih Mitingi için gelmiştim.

Doğrusu, yazar olmaya karar verdiğimde -ki bunun yılı da 1973’tür- İstanbul’a yaşamayı da onun mütemmim cüzü saymıştım. Özellikle Kırıkkale ve Mersin’de ikamet ederken yaklaşık ayda bir kere İstanbul’a gelir olmuştum. Sanırım bu alışkanlık ekonomik zorunluluklarla birleşince İstanbul’da ikamet etme kararı tahakkuk etti. Son 23 yıldır buradayım ve inşallah defnim de burada olur. 

Yine tekrarlayacağım ama mecburum, sanatçı olmadığım için İstanbul’la ilgili bir düşüm de pek olmadı. Beni İstanbul’a bağlayan ve neticede burada yaşamaya götüren nedenler düşten çok gerçeklerle ilgili. Tarih, coğrafya, yurttaşlık… Karacaoğlan’ın “Kim var imiş biz burada yoğ iken” mısraındakine benzer bir merak ateşinin tutuşturulduğu bir yerdir İstanbul desem yeterli olur mu bilmem. Evet, elbette bir de kendi zamanım var; beka düşüncesiyle yoğrulmuş bir zaman. “İstanbul benimse dünya benimdir” demenin başka bir şekli… 

Sorunuz vesilesiyle şu hususun da altını çizebilir miyim?

Şehirler müennestir yani umm’dur, om’dur yani kadındır. Bizim literatürümüzde kadın ile dünya kelimeleri de neredeyse eş anlamlıdır. Bu manada İstanbul’a herkes aşık olur ama bunun bir hükmü yoktur, önemli olan sefil bir aşık olarak maşukunuz İstanbul’un sizin kendi çevresinde bulunmanıza izin vermeyeceğidir.  

İş bu sebeple İstanbul’da İstanbul’un “kalsın” dedikleri ancak kalabilir. Kendisini sevdiğini söyleyen birisini İstanbul istemiyorsa burada kalamaz; İstanbul onu bir safrayı atar gibi atar, bunun yüzlerce örneğini bizzat gördüm.  

İstanbul kendi mana ve mekânında temerküz eden gerçeklerimin hakkını ziyadesiyle vermiştir. Edebiyat ilgimin son yirmi yılda edebiyatı aşıp sanata ve özelde mimariye yönelmesinin nedeni İstanbul’dur; ahir ömründe müzik nazariyatına zihin yormamın, göz ve görme nazariyesine bulaşmamın, fotoğraf tutkunu olmamın, tarihi ve siyaseti daha temel konular etrafında anlamaya çalışmamın nedeni de İstanbul’dur. 

İstanbul’a yerleştikten sonra sahaflık yaptığınız bir dönem oldu. Kitabı almakla satmak arasında nasıl bir köprü var? Dört yıllık bu serüvende hafızanızdan silinmeyen hatıralardan birini bizimle paylaşabilir misiniz?

Yazarların çoğu kendileri için özel kütüphane oluşturmayı zorunluluk olarak görürler ve bunların hatırı sayılır bir kısmı da bir gün sahaflık yapmayı hayal ederler. 

Ben de onlardan biriydim ve hayatın akışı beni evde biriktirdiğim yaklaşık 12.000 kitapla sahaflığa itti. Bu ilettiklerimle sorunuzu cevaplamış oluyorum aslında: Bir kitabı edinmek ne kadar doğalsa, sizdeki bir kitabı doğru muhatabına ulaştırmak da son derece doğaldır. Almakta ve satmakta eşitlenen bir hassasiyetten, ahlaki tutumdan söz ediyorum aslında. 

Kebikeç Sahafiye, Kadıköyü’nün Bahariye’sinde çok kısa zamanda önemli bir gri alan oluşturdu. Sibel Eraslan’ın sahafiyenin açılışından yaklaşık üç yıl önce kurduğu Mitoloji, Din ve Tarih okuma grubunun periyodik toplantılarını burada yapmaya başlayışını ve bu manada sahafiyenin yeni değerli bir işlev yüklendiğini öne alarak, gri alanın da aynı değerde bir katılımla oluştuğunu ifade etmeliyim. Bu durum Gezi Eşkıya Kalkışması’na kadar böyle sürdü. Okuma grubumuzdan birkaç arkadaşın Gezi’nin organizasyonunda bizzat görev almaları, onlara tabi olan birçok müdaviminin, benim gazete yazılarımda Gezi’ye şiddetle karşı çıkmam nedeniyle artık sahafiyeye uğramaz olmaları Kebikeç’in işlevini tamamladığı, daha açık söyleyişle ısrarla oluşturmaya çalıştığımız gri alanın tuzla buz olduğu gerçeğine çıktığında ben de burayı kapattım. Bu çözümlemesi biraz uzun en önemli hatıramdır. Fakat, Sibel Eraslan’ın başkanlığındaki okuma grubumuzdan, kitabı Şule Yayınları arasından çıkan bir öykücünün ve fantastika temasını ele alan bir araştırmacının yetişmiş olmalarını da sahafiyenin en güzel hasılatı olarak değerlendiriyorum. 

Gazete köşelerinde yazılan metinler birçok yazar için yeni günle birlikte karanlığa karışırken siz düşünce dünyanızın köşe taşlarıyla yeni güne de merhaba diyorsunuz. Hangi sorumluluk sizi bu inşadan mesul tutuyor?

Yazar olmak kaderin kurbanı olmaktır ve bunu sahiden yazar olduğunuzda ancak fark edersiniz. Bırakın dışarıyı, kendi aileniz içinde bile asosyal bir hayatı yüklenir, kendi dünyanız için okuma, düşünme ve yazmadan olan üç asli merkez seçer ve maruz kaldığınız kaderin karşılığında elde ettiğinizi sandığınız tek nasip olarak kelimelerin dünyasında yaşarsınız. 

Kelimeyle nikahlandığınızı sanmanız aynı zamanda yazma idrakine mahsus bir sorumluluğu kendiliğinden üretmenize sebep olur. Yani size başkalarına verilmeyen kelimeler verilmişse, siz o kelimelerin hakkını vermek zorundasınızdır. 

Yeni Şafak’taki köşe yazılarımda, mevkutenin güncellik ve siyasetle vazifeli olduğunu bile bile, daha çok da genel yayın yönetmenlerinin müsamahasına hatta özel korumasına tabi olarak bilgisayar deyimiyle çöpe gidecek yazı yazmamaya gayret ediyorum. 

Gerçi yazdığım yazıların tamamı için bidayetinden beri yazma düzeyimi ya da yazma konularımı belirleyen temel şey, yazdığım her bir yazının aklımdaki muhtemel bir kitabın mümkün parçası olmasındandır. 

Sanıyorum bu yönelim, gazetede genel yayın yönetmenlerim olan Yusuf Ziya Cömert, İbrahim Karagül ve şimdi Hüseyin Likoğlu’nun bana tahammülleri sayesinde tahakkuk etme imkanı buldu. Elbette, özellikle seçim zamanlı olarak siyasi yazılar da yazdım, yazıyorum, yazacağım ama bunları da asıl yazılarımın zekatı olarak görüyorum; yine çöpe atmıyorum fakat açıkçası onları arşivlemeye de çalışmıyorum. 

Siyasal gündeme dair yazmanın, eser vermek ve düşünmek açısından, edebiyatçı kimliğinizle çeliştiği oluyor mu? Bir “yazar” hem dili kullanışı hem de düşünen bir insan oluşu itibariyle siyasadan, toplumsal konulardan ya da edebiyat ve sanat duyarlılığından bütünüyle kopabilir ve “steril bir kimlik” sahibi olabilir mi?

Edebiyatçı kimliğimle çatışması söz konusu olamaz çünkü ben edebiyatçı bir Müslüman değilim, Müslüman bir edebiyatçıyım. Evet, hakikatte din de bir perdedir ama vaz’ edilmiş, vahyedilmiş bir perde olması bakımından tüm perdelerden farklıdır ve hepsinden üstündür. Ben varlığa, hayata ve hadisata bu perdeden bakmayı, bu perdenin bende sağladığı zihniyete göre düşünmeyi ve eylemeyi seçtim. Hal böyle olunca bu seçim siyasete de aynıyla yansır. Hele, sistemini demokratik, laik, üniter bir sosyal hukuk devlet olarak konumlandıran Türkiye’de, demokrat ve laik olmadığım, üniter değil ümmetçi bir anlayışa sahip olduğum vatanımda, sistemle çatışmama gibi zorunlu bir edilgenliğe mecbur olsam da benim anlayışıma yakın birilerinin ülkeyi yönetmesi için çalışmam en tabii hakkımdır. Daha genel manada vahşi, zalim ve sömürgen Batılılarla mücadele etmek, onlara karşı insan olmanın ve insan kalmanın savaşını vermek, Batının dünya toplumlarına dayatmaya kalkıştığı cinsi sapıklığa, insanı değerinin altına indirerek şeyleştirmesine karşı çıkmak zorundayım. Benim asıl kimliğim ve uğraşım budur, edebiyat / yazı da bu uğraşının dillerinden, yollarından, araçlarından sadece bir tanesidir.  

Öte yandan bağlısı olduğum inancın asli terimleri olan kafir, münafık, fasık… benim için hat belirtir ve ben onlarla olan farkımı hayatımın her safhasına ifşa etmek zorundayım. Bu durum sadece benim için değildir; Türkiye’deki çoğu olayda da bizzat gördüğümüz gibi sanat ve sanatçı için de geçerlidir; bunlar bizzat müşrik bir ideolojinin ayrılmaz elemanlarıdır ve yaptıklarını din karşıtlığı olarak sergilemek onların alameti farikasıdır. 

Hal böyle olunca sanat ve sanatçı için steril bir kimlikten asla söz edilemez. Sanat dünyanın her yerinde, her toplumunda, her siyasi örgütte, özellikle de Batı’da bizzat siyasetin hizmetindedir. 

Zikrettiğiniz duyarlılık bana göre ferdîdir ve bu yanıyla siyasetin hatta sanatın bile fevkindedir. Beliğ bir şiirde sözün büyüsüne kapılmış gibi oluruz; ritmi ve ahengi müstesna olan bir müziği duyduğumuzda kanımız kaynar, kalbimizden eklemli organlarımıza doğru gayri iradî bir hareket yayılır; oranlarıyla ihtişamlı bir mimari eserle karşılaştığımızda hayrete düşeriz, onun karşısında dilimiz tutulur… Benim inancımıza göre bunlar halk (sayılabilir cisimler) aleminden değil, emir (sayılamazlar, tanımlanamazlar, somutlaştırılamazlar) aleminden gelir. Gerçekte bizim sanattan anladığımız budur; bu -din dahil- verili olan ve muhtemel tüm perdeleri aşmak demektir; buraya siyaset de iradede etki edemez. O nedenle sanat / edebiyat hakkında benim görüşüm Batı tarafından örgütlenmiş “steril kimlik” yerine, halk ve emir aleminin Rabbine teslim olarak sonradan edinilmiş tüm kimliklerin aşılması yönündedir. Asıl sanat ve edebiyat Allah’ın hakkını O’na teslim etmekle ve kul olarak dünya dili için O’ndan talepkâr olmakla mümkündür. 

Edebiyat dergilerinden gelen bir inceleme ve eleştiri yazarı olarak hem hacmi hem de kurgusu açısından bakıldığında, dergi yazarlığı ile gazete yazarlığı arasında “yazıyı ve yazmayı düşünmek” açısından bir fark var mı? Varsa bunu aşmayı nasıl başarıyorsunuz?

Elbette, önemli farklar var. Dergi yazısında siz bir yazıyı kendi sorularımızdan yola çıkarak onları cevaplama saikiyle hareket edersiniz. Yani yazdığınız yazı, yaptığınız inceleme ve eleştiri bizzat kendinizi aydınlatmak, deyim yerindeyse kendi insnanlığınızı gerçekleştirmek, kendi soru ve cevaplarınızdan mutmain olmak içindir. Hele bir proje dergisinde yazıyorsanız ki, ben çoğunlukla bu tür dergilerde yazmayı tercih ederim, zaten yazdığınız şey bir bütünün parçası olmak bakımından temel bir konuya bağlı bulunuyor demektir. Mimari de oran kelimesi “parçanın bütünle olan uyumlu ilişkisi” olarak açıklanır. Dolayısıyla siz yazı planında da amaçlanan mimari bir oluşuma katkıda bulunuyor olmak bakımından zaten rahatsınızdır. 

Gazete yazarlığı ise yani gazeteci olmaksızın gazetede yazı yazıyorsanız, yani muharrir iseniz, yine de o mevkutenin politikasına göre güncelliği öne almak ve bu bağlamda okuru bilgilendiren (enformatik) ama daha ötesinde bir düşünce ya da anlayış çevresinde “okuru örgütleyen” yazılar yazarsınız. Bu tabi olduğunuz yapının yani medyanın mecburiyetidir. 

Ben kendi adıma, yukarıda da arz ettiği gibi önce Müslüman sonra yazar olduğumu düşündüğümden, ana esaslarını zikrettiği bu iki tarzın “berzahında” durmaya çalışıyorum. Bu berzahın da bana bağışlanmış, nasip kılınmış bir şey olduğuna inandığım için sonuçta bir başarıyı gözetmiyorum. Zira benim derdinde, gayretinde olduğum şey kelimenin şu tarzda ya da bu tarzda hakkını vermektir, başarı ise Allah’ın takdirine ve nasip etmesine bağlıdır. 

Burada yeri gelmişken şu hakikatin de altını çizmeliyim: 

Sanat kelimesi, Kur’an’da ve hadislerde “bir işin hakkını vererek yapmak” anlamında kullanılır. Öyle ki, küfürde azgınlığın yüksekliği bile sanat kelimesiyle karşılanır. Bu kullanımın beni de bağladığını düşünüyorum ve kabiliyetim, imkanlarım nispetinde yaptığımın en iyisini yapmaya çalışıyorum. Ancak insanın yaratışında mutlaklık ya da mükemmellik yoktur. Bilakis insan mutlaklığa olan hayranlığı ve ruhunun mükemmelliğe olan düşkünlüğü nedeniyle yazdığını, yaptığını asla yeterli bulmaz kemale erebilmek için hep yeniden ve yeniden yazar, yapar. Bu yazmanın ve yapmanın (sanatsal eylemin) doğasını oluşturur; eğer böyle olmasaydı sanatta ve edebiyatta süreklilik olmazdı. 

Sanat üzerine düşünüyor ve yazıyorsunuz. Tolstoy’un kendine sorduğu soruyu size de yöneltmemize izin verin: Sanat nedir? 

Aman Allahım! Gençliğimde sanatçı / edebiyatçı dostlarımla birlikte bu soruyu cevaplamak için nasıl da yırtındığımız aklıma geliverdi. Her birimiz için bir tanım değerli oluyor ve böylece sanat nedir’in cevabı, cevap verenlerin sayısınca çoğalıyordu. 

Ellili yaşlarımdan itibaren yani edebiyattan daha fazla sanatla meşgul olmaya başladığımda artık bu soruyu sormaz ve sorulduğunda da cevaplamaz oldum. Ancak sizin sorma nedeninizi belirleyen şeyin engin nezaketiniz ve samimi merakınız olduğunu bildiğim için sorunuzu şöyle cevaplayacağım: 

Sanat, sanat olması nedeniyle sanat olan şeydir. Bu tıpkı kedi nedir sorusuna verilecek cevabın da kedi olması gibi ya da kırmızı nedir sorunun zorunlu olarak kırmızı kelimesini söyletmesindeki gibi. 

Bakın şimdi benim de aklımı karıştırdınız. Sahi kırmızı nedir? “Kırmızı bir renktir” dediğimizde kırmızıyı açıklamış olmayız sadece onun bir vasfını beyan etmiş oluruz, kırmızı kırmızı olarak dilimizin ucundaki cevabının hiç dilimizin ucunu aşmayışı nedeniyle cevaben hep kırmızı kalmak zorundadır. Bu sanat kelimesi için de geçerlidir sanıyorum. 

Türk ve sanat kelimelerini yan yana getirdiğinizde hangi kapılar açılıyor zihninizde? 

Çok uzunca bir süre, 50’li yaşlarıma kadar, kökleri itibariyle sağlam bir Türk olmanın da etkisiyle Türk, Türklük ve Türküm kelimelerine, elbette ki inancım gereğince de hiç itibar etmedim. 

Sonra Doğu’dan başlayarak Seul, Kalküta, Mumbai, Yezd, Şiraz, İsfahan, Ahlat, Mezopotamya, Şam, Kudüs, Mısır, Sudan, İspanya (Endülüs) hattını gezmeyi nasip etti Rabbimiz. Gezmekteki tek maksadım Müslüman sanatlarına mahiyet istikamet kazandıran ecdadın izini sürmekti. 

Gezdim evet ama bana lazım olan bir yapbozu onca çabana rağmen tamamlayamıyordum. Yolum 2015 yılının Mart ayında Fas’a düşünceye kadar bu problem devam etti. 

Fez, Rabat ve Marakeş’i gördüğümde ilk tamamlayamadığım eksik parçalar oluşmaya ve yerlerine yerleşmeye başladılar. 

Şöyle ki, Arap-Fars İslam sanatı karşılıklı etkileşim içinde Şiraz’dan Toledo’ya taşınıyordu. Türk İslam sanatı da İran’dan Büyük Selçuklu itibariyle bakıldığında Fars-İslam sanatıyla, Mezopotamya’dan bakıldığında Arap-İslam sanatıyla etkileşim içindeydi ancak Taşkent – Herat - Tebriz – Ahlat – İstanbul – Üsküp - Berat (Arnavutluk) hattında ise sözünü ettiğim milletlerin sanatlarıyla benzeşen ama asla ve asla aynılaşmayan özel mi özel bir damar daha vardı. 

Fas’taki mimari eserleri yakından görerek, İslam mimarisinin geneli içinde özel olan bu damarın varlığından emin olunca, eksik parçanın olsa olsa Türkistan diyarında olabileceğine hükmettim ve Fas’tan döndükten kısa bir süre sonra soluğu Türkistan diyarında aldım. Türk-İslam sanatı ana başlığı altında varlığı yadsınamaz, kuşku götürmez bir sanat orada büyük bir ihtişamla orada boy gösteriyor ve damar Afganistan, Azerbaycan, Kuzey İran ve Anadolu üstünden Avrupa’ya geçiyordu.

Bu sayede Müslüman sanatları için nihayet benzeşen ama aynılaşmayan şu üç damarın varlığında karar kıldım: 1)Arap-Fars İslam, 2)Türk-İslam ve 3)Hind-İslam damarı. 

Bana mimari yoluyla açılan bu kapı teziynat, hüsnihat, minyatür, ebru… ve ille de şiir üzerinden daha da özelleşerek, göğsümüzü gere gere “bizim” diyebileceğimiz ve ancak kendi kavmimizin adıyla tanımlayabileceğimiz, devamı mümkün fakat tekrarı mümkün olmayan bir sanat gerçeğine açıldı aynı amanda. 

Fotoğraf göremediğimiz neyi gösteriyor bize? Fotoğraf aracılığıyla okuduğumuzu söylüyorsunuz. Bu dilin nasıl bir alfabesi var?

Fotoğraf, antik Yunan felsefecilerinden beri aslında ışık-yazı olarak insanlığın konusudur. Ancak bugünkü kullandığımız anlamıyla ve teknolojisiyle (ya da techne oluşuyla) çok hızlı gelişen ve çok çabuk ayağa düşen bir iştir fotoğraf çünkü artık cep telefonu kamerasıyla fotoğraf çeken herkes kendini fotoğrafçı sanıyor.  

Fotoğraf, ışık-yazı olması bakımından her şeyden önce insani bir bir olgu olarak görmenin kendisini görmeyi (anlamayı) mümkün kılıyor. Çünkü büyüklerimizin söylediği gibi, söz duyan, göz gören, kalp bilen (basiret sahibi olan) için vardır. Bu manada fotoğraf sözü, gözü ve kalbi idrak sahipleri için görünürlüğe taşıyan, bunların varlığına dair bilgiyi edinme konusunda idrak sahiplerini tahrik eden bir yön taşımaktadır. 

Fotoğraf tekrardan azade bir tekrardır. Hani “fotoğraf karesiyle an’ı dondurmak”tan söz edilir, ama zaten her bir an geçmiş olması bakımından donmaya maruz kalmış olandır ve fotoğrafın bu akışkanlıkta dondurduğu şeyin gerek mekan gerekse zaman açısından gösterdiği sabit bir zamansal ve mekânsal adres yoktur. Buna göre fotoğraf yoluyla ancak nesnel farkları tespit edebiliriz ki, Deleuze’ün söyleyişiyle “Fark” da “özünde olumlama nesnesidir, olumlamanın kendisidir. Olumla ise kendi özünde bizzat farktır.” 

Benim fotoğraf okumaktan kastım da biraz budur: Farkı okumak! Ama dil ve duygu sadece fotoğrafı değil, onunla keşfettiğiniz her olgu ve olayı, her nesneyi aşan bir karakter taşır. Bu manada suretler ve işaretler her biri faklı bir idrakin farkına yönelirler; yeni bir hatırlayışa, kavrayışa ve tefsire pencere olurlar. Malumunuzdur diller birbirlerine tercüme edilemezler; yazının dili, fotoğrafın, hüsnühattın dili sinemanın diline indirgenemez. Nevi şahsına münhasırdır her dil. Göze, görmeye, görene ve görülene mahsus bir alfabe içsel zorunlulukla kurulabilir ancak ve salt kendi zorunlulukları içinde mana kazanabilir sanıyorum. Yine bu bağlamda suret hayal-gözü, retinal ve optik bakışa göre farklılaşır. Bu da ilgili dilin genişlemesine nedendir ve algının bunlardan birini seçmesi suretiyle akıl kendi gerçekliğine göre bir alfabe oluşturarak zihnin o yön(ler)de işlemesini sağlar. Yine de bu bunun hakkında konuşmak kolay ama somut bir uygulamasını yapmak zordur. 

Kudüs okumaktan bıkılmayan klasik bir başucu kitabı sizin için. İlk seferde görmediğiniz neleri gördü ya da fark ettiniz sonraki yolculuklarınızda?

“Hakikat” der büyüklerimiz, “daima bir şeyin hakikatidir.” Hakikatler özleri itibariyle değişmezler, değişen gerçekte bizim hakikatle kurduğumuz ilişkilerdir. 

“Mekke ile birlikte Allah’ın şehri olma” vasfını yani hakikatini taşıyan Kudüs, onu her yeni görüşümde onunla zaman ve mekan merkezli olarak kurduğum ilişkimin değişmesi nedeniyle değişiyor. Zaman zaten kuşatılacak bir şey değil; bir gidişimde Hz. İbrahim’in, diğer gidişimde Hz. Musa’nın ve devamında Hz. Ömer’in zamanından baktığımı fark ediyorum ve böylece Kudüs’ün yüzü, kendinde iz bırakanların, hikayesini onun hikayesine katanların sayısınca çoğalıyor. Akıl bunların hiçbirini tek bir bakışta, seyredişte kuşatamaz. Bunun için aklın ayn el-yakin olarak tekrar be tekrar Kudüs’le filli bir irtibat kurması gerekir. 

Mekân olarak da öyle. Örneğin Türkiye’den gidenler onun doğusundaki otellerde kaldıklarından, hareme girişte Hutta kapısını kullanırlar. Kaydi bilgide Hutta kapısı, güney kenraında yer aldığı mahallenin adıdır ve bu mahalle Selahattin tarafından 1187’de kurulmuştur. Rehberler bu bilgiyi verirler ve siz de verildiği kadarını bilirsiniz. Ama sonraki gidişinizin birinde ancak bu isme Kur’an’dan baktığınızda yepyeni bir bilgi ortaya çıkar ve örneğin “Hani, ‘Şu memlekete girin. Orada dilediğiniz gibi, bol bol yiyin. Kapısından eğilerek tevazu ile girin ve ‘hıtta!’ (Ya Rabbi, bizi affet) deyin ki, biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. İyilik edenlere ise daha da fazlasını vereceğiz’ demiştik.” mealindeki ayetle (Bakara 2:58) kendinizi hıtta / hutta kelimesi üzerinden Mezopotamya akdinin tarafı olarak görürsünüz. Böylece görünen / bilinen mekân sizi görünmeyen / bilinmeyen bir mekana taşıyıverir çünkü Allah ile yaptığımız ahiti (akdi) mekanla nitelenmek bizim varlığımızı doğru konumlandırmamız için gereklidir. Bu yanlarıyla Kudüs, hatmi kolay kolay tamamlanmayan ve bu yüzden tekrar tekrar okunması gereken açık bir mekân-kitaptır. 

Manipülatif bir dünyada yaşıyoruz. Olanla gösterilen, teklif edilenle amaçlanan arasında mesafeler var. Sanatın bu kaostaki rolü nedir?

Haklısınız ama sanat kaosla değil kozmosla ilişkili bir kelimedir. Mimari ile müzikten bunu açıkça görebiliriz. Her ikisinde de matematik, fizik ve geometri el ele yürür ki, bu ilgili işlerin ölçmeye biçmeye, ritme ve ahenge yani kozmosa tabi olduğunu ifade eder. 

Maruz kalan ve maruz kılan olarak sanatın kaosla bağlantısı toplumsal yaşayış tarzlarıyla doğrudan alakalıdır. Örneğin mimari, toplumdaki mahremiyetlerin ihlaliyle, çıplaklıkla, teşhircilikle… at başı yürür. Bugünün mimarisinde ağırlıklı olarak camın kullanılmasındaki gibi… Bu müzik için de geçerlidir. Modern malumatla ve malayani ilgilerle davula dönmüş kafaların ancak yüksek sesli müzikle boşaltılabileceğine dair toplumsal kanaat, müziğin statlara çıkmasının, sesin kabalaşmasının hatta hayvanileşmesinin, temasının cinsel sapıklıkla sabitlenmesinin ve tepinilmek suretiyle icra edilmesinin asıl nedenlerinden biri de yine toplumdaki ahlaki yozlaşmadır. 

Bunlardan baktığımızda sanatın bu olumsuz gidişatta etkili bir araç olarak kullanılmasından söz edebiliriz. Bu sanatın kaosa muhtemel etkisiyle değil, ancak onun naif yapısının olumlu ve olumsuz yönlere kanalize edilebilir olma niteliğiyle izah edilebilir sanıyorum. 

Emperyalizm işgal ettiği topraklardaki müzeleri yağmalamak dışında sanata nasıl yaklaşıyor?

Batı’da müzenin doğuşu zaten kendilerinin dışındaki dünyadan kaçırdıkları tencere, tava, maske… vb. şeylerin ilgili fertlerin hayat alanını daraltması üzerine, devlet aracılığıyla onların bu yükten kurtarma fiiliyledir. Sonra bu müzeleri dünyadan kaçırdıkları Bergama örneğindeki gibi büyük tarihi yapıları, el yazması mushafları, hüsnihat istiflerini, minyatürleri toplama yerleri olarak daha işlevsel hale getirdiler. 

Batı için sanat, yönetimlerin mevcut gücünü artırmaya, onların farklı toplumlar üzerindeki etkilerini pekiştirmeye yönelik siyasi bir baskı aracından başka bir şey değildir. 

Bugünlerde toplumumuzu da çokça uğraştırmaya başlayan LGBT adıyla sevimlileştirilmiş ama son tahlilde cinsi sapıklıktan ibaret olan baskıya göre konuşacak olursak, bunun daha çok sinema ve müzik öncelikli olarak toplumumuza dayatılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz. 

Bana şöyle nakledildi: Muhafazakar mahalleden sayıldığı için AK Partili belediyelerin sergilerinde adeta kadrolu küratör gibi iş gören biri, yakın zamanda bir kısa film yarışmasına jüri üyesi olarak seçilmiş. Yarışmada derece alan kısa filmlerin hepsindeki ortak tan, cinsel sapıklığın özendirilmesi… Nedenini bu muhafazakar jüri üyesine sorduklarında, filmlerin Batı’da başka türlü değer görmediği ve yönetmenlerin AB fonlarından yararlanmasının başka yolu olmadığı yönünde bir cevap almışlar. Fazla söze ne hacet, Batı – sanat ve sömürü üçlüsü için görünen köy kılavuz gerektirmiyor. Bu müzik açısından da böyledir. Adı sanatçıya çıkarılmış erkek – kadın tüm âşuftelerin, Recep Tayyip Erdoğan’a koro halinde düşman olmaları, salt bireysel tepkiyle izah edilemez. 

İnceleme ve eleştiri yazılarınızda, genel olarak sanat, özel olarak da edebiyat sorunlarını ele alırken, İslâm düşüncesi atmosferi içinde yazan yazarların ontolojik, poetik açmazlarını, İslâm düşüncesi ve kültürü bağlamında klasik, kadim metinler üzerinden okumaya, değerlendirmeye çalıştığınız dikkat çekiyor. Yeryüzü birikimine sahip olmak açısından değil, ontolojik kaynak ve referanslar olmaları açısından Batı sanatı ve edebiyatının temel metinlerinin aksine, İslâm sanatı ve edebiyatının temel metinlerinin okunup değerlendirilmesi gerektiği yönünden eleştiri getiriyorsunuz. Bu hususta kalkış noktanızı ve amacınızı merak ediyoruz?

Tarz-ı kadim (klasik) metinlerimize bidayetten beri aşırı ihtiyaç duymamın nedeni, her şeyden önce kendi idrakimi belirleyen bilgiler arasında vaki olan çelişkilerden kurtulma niyetimle ilgilidir. 

Şöyle ki, köyden kopup gelmiş, İmam-hatip mezunu Müslüman bir edebiyat sevdalısı ve dolayısıyla Müslüman kimliğini korumaya çalışan biri olduğunu arz etmiştim. Edebiyatla profesyonel-yazar olarak ilgilenmeye ve Müslümanların çıkardıkları dergilerde yazmaya başladığımda, şu gerçekle karşılaştım: Gerekli malzemeyi Batılı yazarlardan devşiriyor, muhtemel sorunları onların görüşlerinden hareketle çözmeye çalışıyor, erişebileceğim sonuçları ancak onların hükümleriyle destekleyebiliyordum. Müslüman ve hatta bugün itibariyle her biri büyük İslamcı sayılan üstatlarımızla Dante, Dostoyevsky, Tolstoy, Eugène Ionesco, Faulkaner, Dos Passos, Thomas Mann, Edgar Allan Poe, Samuel Beckett… hakkında saatlerce konuşabiliyor ama onlardan Yunus Emre, Hacı Bektaş, Attar, İbn Tufeyl, Fuzulî… hakkında tek kelime olsun konuşamıyorduk. Onların bu yönelişleri bizim yönelişimizi de doğal etkiliyor ve ben Müslüman olarak gece gündüz Batı edebiyatını yiyip içiyordum. 

Şükürler olsun ki, Ankara köyünde benimle aynı yerden gelen ve bu çelişki üstüne benim gibi düşünen yazar akranlarım vardı. Üstatlarımızca yönlendirildiğimiz yere tıpış tıpış gitmekle birlikte, “Ama İslam…” diyerek ayak sürümeye başlamamız fazla gecikmedi. Fakat bu sefer de tarzı-ı kadim eserlerimize mahsus devasa bir boşlukla (yoklukla) karşılaşınca, Batı okumalarımda daha eklektik davranarak mezkur çelişkilerimi aşmaya çalıştım. Örneğin ne de olsa bizim inandığımız peygamberleri anlatıyor diye Thomas Mann’ı, samimi bir Hristiyan’dır diyerek Dostoyevsky ile Tolstoy’u, metafizik bir algıya sahipler diye Rilke’y, Ezra Pound ile Borges’i… okuyordum. Ancak asıl ilgimin eleştiri ve dolayısıyla sanat / edebiyat nazariyatıyla mukayyet olması, “Maalesef yok ki bizde böyle şeyler” yakınmasıyla yine Batılılara mahkumiyetime neden oluyordu. Tek tesellim ise, bazen bilmem kaç temel eser kabilinden yayınlanmış devlet kitaplarını okumaktan ibaretti. 

Bu esasta şükürler olsun ki, bana rehberlik edecek Sezai Karakoç gibi vardı en azından. Onun şiirlerinde (ve bazen yazılarında) işaret ettiği yazarları kendim için müsmir bir fener olarak gördüm zamanla. Tefekkürü bir sanat nazariyatına asla indirgenemeyecek olan ama Müslümanca bir sanat telakkisine sahip olabilmek için gerekli tüm cümlelerin de kendisinden geldiği İbnü’l-Arabî okumalarına başladım böylece. Ama asıl, muktedir olarak hiçbir şey yapmasa da resmi yayınevlerinin, enstitülerin, vakıfların, kimi sivil toplum kuruluşlarının tarz-ı kadim eserlerimizi yayımlamalarına sebep olması bakımından inşallah cenneti hak edeceğini düşündüğüm Recep Tayyip Erdoğan’ın devri geldiğinde çelişkilerimle yüzleşme ve onları büyük oranda giderme imkânı elde ettim. 

Şimdi diyeceksiniz ki, gerekli düşünceler Batılılarca ortaya serilmişken bunun ne önemi var? Şöyle: Yukarıda fotoğrafla ilgili olarak sormuştunuz ve ben de hayal-gözü, retinal ve optik bakışa göre farklılaşan bir suret algısından söz etmiştim. Kamera obskura’yı ilk icat eden İbnü’l-Heysem’dir (ö. 1040) ve bu icadına esas olarak görmenin temel unsurları olan göz, ışık, renk, gölge, bakış açısı gibi konuları felsefi, geometrik ve matematik bir izahla temellendiren de odur. Batılılar onun bu çalışmalarını, önce kendi resim sanatlarında perspektifi kurumlaştırmak üzere almış, sonra onun çalışmalarının perspektifle değil doğrudan optikle ilgili olduğunu fark ederek kendi optik bilimlerini kurmuşlardır. 

Şimdi, gezilerim neticesinde ve el yordamıyla ulaştığım “İslam sanatı bir görme terbiyesidir” tespitimin içini doldururken İbnü’l-Heysem’e başvurmam mı, yoksa onun görüşlerini deyim yerindeyse bir hırsız sinsiliğiyle aşırarak optikle ilgili ilk tespitleri yapan Kepler’e başvurumam mı daha ilmî ve daha ahlakidir diye sormamın sırasıdır. 

Bir adım daha atalım, göz ve görme konusunu İbnü’l-Heysem’den sonra “Nur Metafiziği” olarak Müslüman sanatları bağlamında müesses bir nazariyeye dönüştüren İmam Gazalî, Maktül Suhreverdî ve İhvân-ı Safa… Müslüman olmam hasebiyle benim ilgili düşüncemin düzeyini ve gidişatını belirlemeyecek de Batılı kafirler mi belirleyecek?

Sorduğunuz serüvenin hülasası budur ve bugün yayımlanan tarz-ı kadim eserler gereğince “Müslümanca düşüneceğiz ama kaynak bulamıyoruz” diyerek hâlâ kafirlere yaslanan bir Müslüman kesinlikle yalan söylüyordur. İbnü’l-Arabî’den Molla Sadra’ya, Âmirî’den, Şehrezurî’ye, Kindî’den Kutbüddin er-Râzî’ye, İbn Bâcce’den Taşköprîzâde Ahmed Efendi’ye, Ali Kuşçu’dan Takîyüddîn’e… tarz-ı kadim bilgiler hazinesi artık büyük oranda elimizin altındadır. 

Bu bapta savunduğum nihai şey şudur: Eğer bir tefekkürü kendi kelime, kavram, ıstılah ve terkiplere göre kuramuyorsanız, başkalarının ezberlettiklerine göre kurmaya mahkumsunuz demektir. Ben Batı bilgisini de onun içine çekerek benimsediğim inanç ve kültürümle konuşmak istiyorum. Bunda olumlu bir sonuca ulaşıp ulaşmamak ayrı bir konu, ama her daim “tevik Allah’tandır.” 

Bir toplumun kültürel özgüveninin eksilmesi sanatta kendini nasıl belli eder?

Bunun, örneklerini el an ziyadesiyle ve bizzat görebileceğimiz gibi, sanat ve edebiyatımızın mevcut durumundan da çıkarabiliriz. En popüler romancımız Batı mukallidi, en meşhur şarkıcımız pop manyağı… Bugün edebiyat yapmaya çalışanların hepsinin hayali Nobel’e kavuşmak ama gerçeklik düzeyleri futbolumuzun mevcut seviyesiyle mahdut! Bu kompleks kafirlerle fasıkların el ele yürüdükleri meşum bir etaptır. 

Hasan Aycın düşünce dünyanıza çizgileriyle eşlik etti hatta “Çizgi Sanatında Dil ve Mesaj” kitabınızın eksenini oluşturdu. Siz bir çizer olsaydınız Hasan Aycın’ı nasıl çizerdiniz?

Emin olunuz çizemezdim. Tarzı- kadime olan muhtaçlığımla ilgili sorduğunuz soruya tekrar dönecek olursam, Hasan abiye, bundan birkaç gün önce -zikrettiğiniz ilk çalışmamın aynı zamanda yayımlanan ilk kitabım olmasını telmihen- şöyle sitem etmiştim: “Bu işleri başıma siz sardınız. Siz olmasaydınız ben ne güzel okumakla, arada sırada da eleştirmenlik namıyla birilerinin kitabını doğramakla mutlu olarak yaşayacaktım.” 

Sanat sanat için midir yoksa halk için midir bilemem ama onun insan tarafından ve insan için yapıldığını bilirim. İnsan nefsiyle -nüfusuyla / kimliğiyle- insandır ve onu tanımak için nefis bilgisi hep önde gelir. Görme terbiyesi olarak tanımladığımız İslam sanatını doğru idrak etmeninin yolu da yine nefis bilgisinden geçer. Hasan Aycın, tık nefesli oluşuma, deryalar kadar büyük olan cehaletime aldırmayıp bu bilginin ve ilginin virüsünü aşıladı bana. O günden beri de iflah olmadım. Ne diyeyim alacağı olsun. 

Edebiyat eleştirisi bağlamında verdiğiniz eserler literatüre önemli bir katkı sağlamakta. Yazar ve eserinin yer aldığı düzlemde konumunuzu belirlerken neleri esas alıyorsunuz?

İnşallah buyurduğunuz gibidir. Sorunuzu eleştiri planından cevaplamaya çalışırsam, eleştiride nesnellik konusu Batı’nın çok kullanışlı kutsal kaselerinden biridir. Zira mutlak nesnellik asla mümkün olmadığı gibi, ruhsal bir hakikat olarak insanın ilk bakışındaki saflığın ikinci, üçüncü bakışında yerini kasıtlılığa ya da kirlenmeye bırakıyor olması da zaten buna manidir. Bu durumda eleştirmen olarak benim tutum nesnellikten çok adaletlilik esasında yürür. Burada bir emeğin hakkını vermek, kendi zamanımıza göre iyi sayılanın izini sürmek asıldır. Yazarın ve dolayısıyla metninin dil zevki, belagat, ifade kabiliyeti, nefs ve hâl bilgisi, ihtira’ ve ibda’ (kurgu ve kurmaca) ciddiyeti, felsefî istidadı, görme kabiliyeti ve görüş açısı, varlık bilgisi, olay örgüsü… eleştiri yazımda gözetebileceğim ilk şeylerdir. 

Sanırım 2012 yılındaydı. Büyük fotoğraf olarak şiir -belli oranda kurmaca edebiyatı da içine alan- sanat konusunda düşünmeye ve yazmaya başladıktan sonra tür olarak eleştiriyi bırakmıştım. Kitaplarıma, yayıncı kimliğiyle de sahip çıkma nezaketi gösteren Ali Ural’ın ricası üzerine 2020 yılında eleştiriye tekrar döndüm fakat tarzımı da değiştirmiş olarak… Artık pratiğini de içine çeken felsefi ve kuramsal kimi kavramları işlemeyi öne alarak, daha çok konuyu açmak ya da örneklendirmek kastıyla kurmaca bir metni aynı zamanda eleştiri kastıyla inceliyorum. Bunun yeni bir örneği, Karabatak’ın son sayısında Hüseyin Su’nun “Kırık Sızısı” adlı öykü kitabında yer alan “Sesime Gel, Sesime!” adlı öyküsüne, gönül kırıklığına, delilik mefhumuna dair nazari bir altyapı oluşturduktan sonra incelememdir. İnşallah bu minvalde yazmaya devam edeceğim. Hal böyle olunca hem benim eleştirel düzlemim hem de yazar ve eserine baktığım düzey farklılaşmış oldu. 

Edebi türler içinde hikâyenin dünyanızda özel bir yeri var. Geleneksel hikayemizden söz ederken anlatının sadeliği, sıcaklığı ve samimiyetinin okur üzerindeki tesirinin altını çiziyorsunuz. Modern hikâye bu özellikleri gelenekten bugüne taşıyabildi mi sizce?

Sanırım istenirse taşıyabiliyor. Kemal Tahir’in Dede Korkut hikayelerinden, kimi öykülerinde Orhan Duru’nun Mercimek Ahmet’ten, Hulki Aktunç’un aynı zamanda iyi bir şair olarak mevlitten, divan edebiyatından ve tarz-ı kadim musikimizden, Mustafa Kutlu’nun evliya menkıbelerinden, siyasetnamelerden, seyahatnamelerden beslendikleri malumdur ve bu isimlere başkalarını eklemek de mümkündür. 

Sanıyorum bu bahiste asıl aksat geleneği taşımaktan ibaret değil. Kaldı ki gelenek de taşınmak için orada hazır duran bir şey değil. Gelenek her daim mevcut kültüre istikamet veren ve onun istikametine tabi olan bir şeydir. Bu manada gelenek güncele bitişiktir. 

Bir yazar öykülerinde sadeliğe ulaşmak istiyorsa, yaşayan kültürde yer alan, dolayısıyla sadeliği çoğunluğun zevkine, anlayışına denk düşen söyleyişlere itibar etmek zorundadır. Bir şeyin özü daima değerlidir zira öz hiç değişmez; değişen bizim o özle kurduğumuz ilişkidir. Modern hikâyede yani öyküde bunu müdrik olarak elde etmiş birçok öykücümüz var. 

Ev-Kabe Simgeciliği Üzerine Bir Çözümleme olan “Sevgilinin Evi” isimli kitabınızda ev imgesinden yol alarak, yeryüzündeki ilk eve, Beytullah’a düşünsel bir misafirliğe davet ediyorsunuz okuru. Burada İsmet Özel’i hatırlıyoruz. “Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön,” mısraına eşlik ediyorsunuz adeta. Sizi yollarda görüyoruz. Müslümanların dünyadaki izlerini takip ediyorsunuz fotoğraf makinenizle. Ev neresi, nereye dönüyorsunuz şimdi? 

Rabia el-Adeviyye’ye “Cennetle ülfetin nasıl?” diye sormuşlar, şu cevabı vermiş: “Önce komşu (Allah), sonra ev!”

Yaşayan büyük şairimiz İsmet Özel’in zikrettiğiniz mısraını ben hep şöyle anlamışımdır: Bizim amellerimizi (ki yazmak amellerimize dahildir) Allah’ın rızasını kazanmak için yaparız. Ev, şarkı ve kalp üçlüsü bu niyetin üç halkasını ya da aşamasını oluşturur. Son aşama olan kalbe dönmek zaten kalbin sahibine (mekan anlamında tüm evlerin sahibine) dönmektir. Kalp ilahi takdirin tahakkuk mekanıdır ve Aşık Veysel tarafında icra edilen bir türküde getirikdiği gibi “Takdirden gelene tedbir kılınmaz.” 

Ben de bana nasip edilen ve uzun sayılabilecek şu hayatta elbette insan ve kul olmam nedeniyle kimi sürçmelerim, sapmalarım, hadsizliklerim, asiliklerim… olmakla birlikte, Rabbimden temizlenmemi niyaz ederek yol almaya çalıştım. Gözettiğimin şeyde Allah’ın rızasından ve Peygamberimin memnuniyetinden başka bir şey olmamasına nefsime hakimiyetim oranında gayret etmeye çalıştım. Mevcut kitaplarımla da erzel-i ömrümde muhanete muhtaç olmadan yaşayabilmek için birkaç kuruş kazanabilmeyi diledim. Şayet bu vasfı hak ediyorsam yazarlığımın maksadı ve hikâyesi bundan ibarettir.  

Hâlen devam eden zikrettiğiniz minvaldeki yolculuğumda Allah’ın iki evinden Mekke ile Kudüs’e ve Mezopotamya akdimin mührünü taşıyan el-Halil ile Peygamberimin evi olan Medine’ye tekrar tekrar gidebilmekten başka bir muradım yoktur. Dönmekten söz edemiyorum zira aklım ve hayalim bu evlere bağlı. 

Cennet-ev ile ülfetim ise Rabia el-Adeviyye’ninkinden -hamdolsun- çok da farklı değildir.  

(Karabatak dergisi, sayı: 70, Eylül-Sekim 2023)