Şair Nurettin Durman, çocuk denecek yaşta İstanbul’a kaçtı ve şiire “bulaştı”. İtinayla berber dükkanına gelen müşterileri tıraş ediyor fakat kimseye şair olduğunu söylemiyordu. Edebiyat dünyasının yakından tanıdığı bu güleç yüzlü isim, Şehrin Üzerindeki Bulutlar, Haziran, Savrulan, Uzun Beyaz Bir Çığlık, Hoşçakal Hüzünbaz Çocuk, Akşam Yedi Suları isimli şiir kitaplarına Uzun Günlerin Kısa Tarihi, Basit Bir Şeymiş Gibi Sanki Yaşamak, Mektebin Bacaları gibi deneme ve hikaye kitaplarına imza attı. Yıllar geçti. Gördüğü, bildiği bir çok şey değişti ama onun küçük mütevazı berber dükkanının adresi değişmedi. Nurettin Durman’ın Beylerbeyi’ndeki berber dükkanına, Artus Kitap’tan çıkan Öksüz Çocuklar Galerisi isimli kitabını okuyup gittik. Lodosun vapur yolcularını çarptığı bir kış gününde bizi sıcak gülümsemesiyle karşıladı. Kendi elleriyle demlediği çayın yanında Beylerbeyi’nin ünlü böreğinden ikram etti. Bu küçük dükkana bunca yıl nasıl bu kadar çok muhabbet sığmış, bizzat görüp öğrendik. Nurettin Durman’la, “kitabına yazmadığı” serüveninden başlayan ve bu güne dek gelen hoş bir sohbetimiz oldu. Şimdi sizinle paylaşıyoruz.
-Öksüz Çocuklar Galerisi isimli kitabınızı okuduk. İstanbul’a geldiğiniz günden başlamışsınız anlatmaya. Biz, Nurettin Durman’ı İstanbul’a getirip şair eden ‘önceki’ sebepleri de merak ediyorduk...
-1961 yılının Eylül’ünde gelmişim İstanbul’a, Bingöl’den.
-Çocuk yaşta yani.
-Evet, çocuk yaşta gibi. On iki yaşımda evden kaçtım. On altı yaşımda İstanbul’a geldim.. Bingöl’deyken babamın ders verdiği Kur’an kursunda yatıp kalkıyordum, zaten evden ayrıydım.
-Neden?
-Annem ben ilkokul ikinci sınıfa giderken, vereme yakalanıp vefat edince babam bir başkasıyla evlendi. Üvey annemle aramız ilk zamanlarda iyiydi ama sonraları geçinemedik. Asiydim. Çocukluk işte. Birkaç kez evden kaçmıştım. Arkadaşlarla “Büyük dağın dumanı büyük olur, boğulursak büyük gölde boğuluruz” diyorduk. Sonra ben çıktım geldim İstanbul’a.
-Tek başınıza mı?
-Bir arkadaşım da vardı yanımda ama İstanbul’da kimsesi olmayan bir tek bendim. Benim gibi evden kaçıp İstanbul’a gelenlerin öncüsü sayılırım. Benden öncekiler Elazığ’a, Malatya’ya, Diyarbakır’a gidiyorlardı.
-Neye güvenip çıktınız yola? Çocuksunuz, kimseniz yok...
-O yaşta kahvede çalışmış, terzi çıraklığı yapmış, tuğla ocağında çalışmıştım... Ama berber çıraklığında karar kıldım. Çabuk öğreniyordum ama sevmiyordum berberliği. Okumak istiyordum ben. Çalıştığım Berber dükkânına yakın gazete bayiimiz vardı. Çarşamba günleri posta gelirdi. Gazeteler dergiler gününde gelmezdi Bingöl’e o yıllarda. Posta otobüsü gelir gelmez bir koşu gider Tommiks, Teksas alırdım. Okumaya öyle başladım. Onları okurken işi gücü unuturdum. Ustam bana kızardı hatta. Günlük tutmaya o yıllarda başlamıştım. “Buralarda yaşanmaz...” yazıyordum deftere, “Anne yok, ev yok, okul yok.”
-İstanbul sizin için filmlerde gördüğünüz bir maceradır sadece, o yıllarda.
-Ayşeciğin filmleri vardı. Yeni Cami’yi, Galata köprüsünü gösterirdi. İstanbul’la ilgili her kareyi dikkatlice izliyorduk. Benimle birlikte gelen arkadaş bir müddet sonra döndü ama ben temelli geldim. Çemberlitaş’ta iş buldum kendime. Burada şiir yazmaya başladım. Sonra Divanyolu’nda çalıştım, Adliye Sarayının karşısında, yazarçizer camiasına yakın.
-Kitabınızda bu kısmı anlatırken kısa kesmişsiniz. Bize ilk şiirinizi nasıl yazdığınızı, yayınlanan ilk şiirinizin ardından nasıl heyecanlar yaşadığınızı anlatsanız... Eli kalem tutan, şiir yazmaya hevesli bugünün genç şairlerine örnek olsun diye anlatın bunları bize.
-Her bulduğum kitabı okuyordum. İnce Memed okumuştum mesela, elime nasıl geçtiğini hatırlamıyorum bile. Çemberlitaş’ta çalışırken, bir hamal arkadaşımın elinde bir kitap görmüştüm mesela. Kitabın sayfalarındaki boş yerleri hesap yaparak dolduruyordu. İstedim, verdi. Meğer o kitap Mevlana’nın meşhur Divan-ı Kebir’iymiş. Benim şiir yazdığımı gören müşteriler Yahya Kemal’i okumamı tavsiye ediyorlardı mesela. Yahya Kemal’in kim olduğunu bilmiyordum bile. Derken yazmaya başladım ama kimseye söylemiyorum şiir yazdığımı. Giderek utangaç oldum.
-Şiirlerinizi nasıl gönderiyordunuz peki?
-Postayla. Kimse beni tanımıyordu. İlk şiirim Sanat Dünyası isimli dergide yayınlandı. Bana bir haller oldu. Dünyalar benim olmuş gibi sevinçliydim. Sonra daha iyi dergilerde şiirlerimin yayınlanması için yazdım hep. O zamanlar Varlık, Hisar,Yeditepe, Çağrı gibi dergiler vardı. Buralara çok şiir gönderdim. Sürekli kitap okudum, dergileri takip ettim... Ama kimseden yardım görmüyordum. Kimse elimden tutmuyordu.
-Çevrenizde Cahit Zarifoğlu, İsmet Özel gibi isimler vardı
Onlarla sonradan tanıştım. O seksenli yıllardı. İlk zamanlarda kimse, “Ya Nurettin, kardeşim, bir şiirini ver yayınlayalım” demiyordu. Cahit Bey’e bu dükkânda sadece üç şiirimi göstermiştim. Tam şu sandalyede oturuyordu. Şiirlerden ikisini beğendi, bunlar iyi dedi. O kadar... Ne o bu şiirleri ver yayınlayalım, dedi, ne de ben, bu şiirlerimi yayınlar mısın, demedim. Şiirleri aldım cebime koydum. Bir gün bana, “Senin de şiir kitabını Akabe’de yayınlarız” demişti.. Mavera dergisinde bilahare iki şiirim yayınlandı. Bir bunalım dönemi de yaşadım tabii, bir umutsuzluk, bir başaramama kaygısı, bir yılgınlık...
-Neden?
-Ne Mavera dergisinde, ne Varlıkta, ne Yönelişlerde... Hiçbir yerde şiirlerim yayınlanmıyordu. “Bıktım artık, vazgeçeyim ben şiirden” dediğim bir gün İsmet Özel Bey, şiirlerime bakıp, “Sade ve anlaşılır yazıyorsun, hayret, neden yayınlamıyorlar?” demişti. Bu bana cesaret verdi. Ondan sonra da açıldım zaten. Bir dostumun dediği gibi, şiir her zaman kafada olmalı. Yoğunlaşınca insan, çok şey kazanıyor. O zamanlar Allah’a çok dua ettim, “Rabbim, bana bir şiir kitabı nasip et” diye. Bugün kaç kitap olduğunu düşünmeden sayamıyorum.
-Edebiyat dergiciliğini uzun uzun değerlendirmişsiniz kitabınızda. İnternetin yaygınlaştığı bir ortamda edebiyat dergilerinin işi çok mu zor?
-İnternet sitelerinden Şiraze, Edebistan, Edebiyatmezunları gibi birkaçında yazıyorum. Bazı sitelere şiirlerimi koymuşlar. Fakat genel itibariyle sanal âlem bana sahici gelmiyor. Ömer Lekesizin Edebistan’ı gibi seçici ve seçkin değil, bütün edebiyat siteleri. Binlerce şiir var internette. Şiiri görüyor ama okumadan geçip gidiyor okuyucu. Oysa dergiyi eline alıp baksa, işin rengi değişecek. Hem dergide, hatalarını görebiliyor, başkalarını takip edebiliyorsun.
-İnternet birçok şeyi olduğu gibi şiiri de kolay tüketiyor...
Evet. Veya gün geliyor site çöküyor, hepsi gidiyor. Benim yıllardan beri biriktirdiğim dergiler hâlâ yanımda. Eve sığmayanlarını dükkâna getirdim. Atamıyorum, satamıyorum. Bunların hepsi tarih, emek, göz nuru... Dergicilik çok hoş ve güzel bir zanaat üstelik. Tabii birde dergicilikte herkesi memnun edemiyorsunuz. Yazısı yayınlanmayan kırılır, incinir. İnternette şiirlerinin yirmi bin kişi tarafından okunduğunu söyleyen bir şair, kitabını bassa kaç kişi alıp okuyacak. İnternette hakikaten o kadar okunuyor mu ki o şiir. Tıklayıp geçiyor. Bugün herkes şiir yazıyor. Editörün çok iyi olması lazım. Şiirden anlamalı.Yönlendirici olmalı.
-Okul gibi.
-Tabi. Bu da bir teşvik. Ben, bana şiir getiren gençlere, “Bu dergiyi ben çıkarıyorum ama dergi sizindir” diyordum. “Benim şiirim yayınlanmadı diye üzülmeyin.” diyordum. Editörün yetkisi olmalı, gerekiyorsa müdahale edebilmeli.
-“Şiir yazdım” diyenler eleştiri kabul etmiyor ama.
-Evet ama buna izin verirse hatasını görür, düzeltir. Bugünün gençleri bir tomar şiirle geliyor, “Bunları yayınlayacaksan virgülüne bile dokunma” diyor. Böyle konuşanlardan bir şey çıkmıyor. İlerleme kaydedemiyorlar. Övülmek için bekliyorlar ama. Ağızları da iyi laf yapıyor. Batı edebiyatından birkaç isim ezberleyip sürekli onları konuşuyorlar ama Doğu’dan kimseyi tanımıyorlar.
-Müzikli, şarkılı şiir kasetleri hakkında da bir şeyler söyleseniz.
Onların kalıcı olduğunu sanmıyorum. Tamam, güzel okuyanları da var şiirleri ama o ses gittiğinde geriye kalan mısralar, herkeste aynı tadı bırakmıyor. Zaten en çok ağlatmak için okuyorlar şiirleri, titrek sesle, acıklı bir müzikle... Duygulandırıyor insanı ama sanat değeri yok.
***
Rahmetli Cahit Zarifoğlu akşam iş dönüşü dükkânıma gelirdi, tatil günlerinde uğrardı. “Ben şöyle şairim, böyle yazarım” havası yoktu hiç üzerinde. Akşam sessizce gelir, selam verir, oturur çay içer, sigara içerdi. Halkla arası çok iyiydi. Kimsenin gönlünü kırmazdı, böbürlenmezdi. Bambaşka bir insandı.
***
-Berber dükkânınız kültür sanat merkezlerinden biri gibi olmuş burası. Kimler geldi geçti buradan... Neler konuşuldu?
-Burayı 76’da açtım. Buradan yola çıkarak bir edebiyat tarihi yazılabilir kanaatimce. Aylık dergide, Yeni Devir gazetesi kültür sayfasında şiirlerim yayınlanıyordu. O vesileyle tanıştığım şairler yazarlar gelip giderdi dükkâna. Ahmet Özalp ile Yaşar Kaplan’la, Necati Polat’la, Sıtkı Caney’le, Süleyman Çelik’le, Ahmet Kekeç’le falan bu vesileyle tanıştım. Tabii tanışıklıklar artınca Beylerbeyinde, Çengelköy’de ikamet eden dostlar edindim. 1980 yılında İsmet Özel, bir ara Sezai Karakoç, 1983 yılında Cahit Zarifoğlu Beylerbeyine teşrif buyurdular, ikamet ettiler. Bu vesileyle de bu değerli şairlerimizi tanımış oldum... Tabii çıkardığımız gerek Kardelen dergisi, gerekse Düşçınarı dergisi dolayısıyla da genç şairlerimizle dostluklarımız, arkadaşlıklarımız pekişti. Bu vesileyle çok değerli dostlar edindim. Bir samimiyet oluştu Dükkânın da bir tanınmışlığı oldu böylece...
-Saç sakal için mi, sohbet için mi geliyorlardı daha çok?
-Burası bir uğrak yeri idi. Cumartesi, akşamüstleri çok kalabalık oluyordu. Hatta dedikodusu bile yapılıyormuş, ne çok müşterisi var diye. Oturacak yer kalmıyordu. Çay ikramlarımız oluyordu tabii. Şiire uzak müşteriler şaşıyordu bu duruma. Ben onlar için sadece berberim çünkü. Kimseye söylemiyordum da şiir yazdığımı. Bir ara, siyasiler geliyordu buraya. Ama AK Parti’nin iktidar olmasıyla eski muhabbetler kalmadı.
-Sizinle ne ilgisi var bunun?
-Partideki ayrılık buraya da yansıdı. Eskiden burada görünmek isteyenler, artık özellikle gelmemeye başladı. 80-90 arası çok şey değişti. İnsanlar birbirini merak eder, hatır sorardı. Artık yok böyle şeyler. Şimdi her şey şüphe üzerine kurulmuş. Eskiden Kardelen dergisinin toplantılarını bile burada yapardık. 28 Şubat’ın sonucu bunlar. Kendi kendimizi vurduk biz. Birbirimizden koptuk. İçimize korku saldılar. Sahici dostluklar yitip gitti. Herkes kendi mecrasında kendini saklamaya bıraktı...
-Edebiyatçı sohbetle beslenir. Berber dükkânlarının da bu ‘sohbet’e dair zaten adı çıkmış...
Berber dükkânında dedikodu çok olur, bunu açıkça sorabilirsin...
-Tamam, dedikodusu çoktur buraların...
-Eskiden 2 kalfa çalışıyordu burada. Ben yokken olup biten havadisleri geldiğimde anında veriyorlardı. Bende şaşıyordum doğrusu. Bu havadisleri nasıl böyle çabuk duyuyorlar diye. Etrafta ne olup bittiyse, onların dilinde. Berberler geveze olur bir de. Ama her halükârda böyle dükkânlar, mekânlar hem önemlidir, hem de gereklidir. Oturmak için, hasbıhal etmek için, fikir teatisinde bulunmak için elzem yerlerdir hayatımızda. Mesela şair Baki’nin de uğradığı bir dükkân varmış sahafların orada. Şair olamamış ama şiirden de çok iyi anlayan biri imiş bu dükkânın sahibi. Ankara’da saatçi Musa Ağabeyin saatçi dükkânında fikir ağırlıklı sohbetler olurmuş. Nihat Armağan’ın mekânı da edebiyatçılara, fikir adamlarına açıktı... Ziyaretine gittiğimde kitapları paketleyip hediye etmişti bana. Neticede mekânlar, sohbeti koyulaştıracak berber dükkânları önemlidir... Şairlerin, yazarların, fikir adamlarının terapi merkezleridir adeta...
(GERÇEK HAYAT, 04.01.2008)