-“Hikâye yazan bir gencimiz Mustafa Kutlu’yu tanımak, okumak zorundadır. Şiir yazan bir gencimiz de Sezai Karakoç’tan habersizse kolay kolay başarılı olamaz. Romanda Mehmet Niyazi ne yazmış diye merak etmeyen genç bir romancı bence hayal dünyasında yaşıyor demektir!”
-Mehmet Nuri Yardım Hoca bu cümle ile özetliyor belki de günümüz gençliğinin edebiyat yol haritasının ince noktalarını.
Mehmet Hoca, edebiyatın ilk hecesindeki edebî duruşun bir göstergesi adeta. Bir yanda kitaplarını yazmaya devam ederken bir yanda da kendilerinden evvel Türk Edebiyatı’nın yapı taşlarını oluşturan saygın isimlerin vefa gecelerini, toplantı ve söyleşilerini organize ediyor ve edebiyat âşıklarını da bu etkinliklerden haberdar ediyor. Halen Birlik Vakfı ve Mihrabad yayınlarında görevlerine devam eden kıymetli hocamızı yakından tanımak ve anlamak için sorduk…
-Mehmet Nuri Yardım hocam biraz kendinizden bahseder misiniz, Mehmet bey nerede doğmuştur, hangi görevlerde bulunmuştur?
23 Nisan 1960 tarihinde Siirt’te doğdum. Şanslıydım, çünkü iyi bir ailem, mükemmel bir öğretmenim vardı. Tevfik Öğretmen, ilkokulda bana sönmez ışık oldu, kararmayan çerağ oldu ve güzel, anlamlı, kutlu bir yol gösterdi. Âdeta okulumuzun deniz feneriydi. Kendisini rahmetle anıyorum. Ondan aldığım ilham, hız ve teşviklerle kitaba yöneldim, okudum, yazdım ve edebiyat âleminin içine girmiş oldum.
İlkokuldan sonraki okullarda da bu heves devam etti. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne gelince, iş daha bir ciddiyete bindi. Çünkü Türkiye’nin, hatta dünyanın en iyi Türkologları bizim hocalarımız oldu. Onlara lâyık talebe olmaya çalıştık. İsimlerini anmak bile bugün beni heyecanlandırıyor. Mehmet Kaplan, Muharrem Ergin, Faruk Kadri Timurtaş, Abdülkadir Karahan, Ali Alparslan, Sadettin Buluç, Mehmed Çavuşoğlu ve diğer hocalar… Hepsini rahmetle anıyorum. Tabiî aralarında yaşayanlar da var şükürler olsun. Ömer Faruk Akün, Kemal Eraslan, İnci Enginün, Zeynep Kerman, Abdullah Uçman, Necat Birinci… Bir de yakından tanıma bahtiyarlığına eriştiğim Orhan Okay, Birol Emil gibi aziz hocalarımız var. Allah onlardan razı olsun.
23 yıl basında çalıştım, muhtelif gazetelerde, dergilerde, yayınevlerinde bulundum. Bâbıâli’yi çok sevdim. Hakkında bir kitap yazdım biliyorsunuz Bâbıâli’de Hayat. Bugün neredeyse bir turizm bölgesine dönüşmek üzere! İnşallah Bâbıâli son nefeslerini verirken bir şekilde güçlü bir el bu semti ölmekten, yok olmaktan kurtarır. Büyüklerimizin himmetiyle iyi faaliyetlerde bulunduğumu söyleyebilirim.
-Sayın hocam, yazmaya olan istidadınızı nasıl anladınız? Başka bir deyişle kaç yaşlarınızda fark ettiniz?
-Dilek Hanım az önce Tevfik Hocadan bahsettim. Onun yüreğime düşürdüğü edebiyat kıvılcımı sanırım beni tutuşturdu. Hep okumaya ve düzenli yazmaya başladım. Bir öğretmenin insan hayatında ne kadar etkili olduğunu bu örnek anlatır sanırım. Yaklaşık on yaşlarımdan itibaren bol bol okumaya başladım. Şehir kütüphanesini neredeyse her gün ziyaret ediyor, çokça okuyordum. Ömer Seyfeddin ve Kemalettin Tuğcu kitaplarının neredeyse tamamını okumuştum. Refik Halit Karay, Yakup Kadri, Halide Edib’i okumaya devam ettim. Daha sonra Peyami Safa, Tarık Buğra, Yavuz Bahadıroğlu, Cavit Ersen, Mustafa Necati Sepetçioğlu ilgimi çekti. Obur bir okuyucu olmuştum. İştahım çoktu ve okumaya doyamıyordum. Hoş bu durum halen devam ediyor ya! İyi ki o zaman ziyadesiyle okumuşum. Batı klasikleri, Şark Klasikleri, Türk Klasikleri… Bu kitapların çoğu, o zaman okundu bitti. Bu arada dergilerle de ilgileniyordum. Mavi Kırlangıç gelirdi meselâ ilimize Yeşilay’ın çıkardığı, Doğan Kardeş, sonra Can Kardeş. Edebiyat dergileri. Pınar, Hisar, Türk Edebiyatı, Sebil, Büyük Gazete ve diğerleri…
-Sizin için Mehmet Nuri (İlk)Yardım diyor ve yardımseverliğinizi taçlandırıyormuş Dursun Gürlek hoca, nasıl yetişiyorsunuz bu koşuşturmacaya?
-Dilek Hanım, bu sözü ilk söyleyen rahmetli Ergun Göze ağabeyimizdi. O Dursun Hocaya söylemiş, Dursun Hoca da her yerde tekrarlayınca yaygınlaştı. Artık bazı dostlar bana seslenirken “İlkyardım” diye sesleniyor. Keşke dediğiniz gibi herkese her zaman yardım edebilseydim. Ama bana uzatılan eli hiçbir zaman bırakmadım, elimden bir şey gelmişse yardım etmişimdir. Özellikle edebiyata meraklı olanları yönlendirdiğim, kitaplarını çıkarmak isteyenlere katkıda bulunduğum, onları teşvik ettiğim doğrudur. Anadolu’dan dosyalarıyla gelenler var, tabii İstanbul’da kimseyi tanımıyorlar, elbette onlara yardımcı olmak bizim görevimiz.
-Mehmet hocam sizin ailenin çocuklar dışında bir üyesi daha var ki ondan bahsetmemek olmaz, biricik kediniz Lokum’ dan bahsediyorum, zaman zaman derslerde maceralarını dinlediğimiz, Halim Selim Efendi isimli kitabınızın da kapağında resmi olan, Lokum ve hemcinsleri kediler ve edebiyatın edebiyatçının hayatındaki yerlerinden bahseder misiniz?
-Hakikaten Lokum bizim aile ile özdeşti. Beş yaşına girdi. Evin biricik sevgilisi diyebilirim. Eşim de, ben de, oğullarım Fatih Kerem ve Ömer Faruk da onu çok seviyorlar, el bebek, gül bebek oldu. Keşke sokaktaki bütün kedilerin de böyle sıcak yuvaları, evleri ve aileleri olsa. Biz ona “Lokum Yardım” diyoruz artık.
Dilek Hanım, yaptığım mini bir araştırmada şunu gördüm, sanatçılar bilhassa edebiyatçılar hayvanları seviyor, özellikle kedileri. Bu müşterek bir zevk… Tanpınar’dan Münevver Ayaşlı ’ya kadar hemen hemen bütün edebiyatçılarda kedi severlik var. Aslında bu da ayrı bir araştırma konusu ve faydalı bir durum. Çünkü yazarlar örnek olursa, toplum da bu hayvanları benimser, evine alır ve onları telef olmaktan kurtarır. Şükürler olsun ki toplumda bir duyarlılık başladı, artık insanlarımız bu tatlı canlılara can-u gönülden sahip çıkıyor.
-Edebiyata dair bir sualle devam edelim efendim; mektepli yahut alaylı olmak! Size göre hangi kategoride ilerlemeli?
-Edebiyat Fakültesi mezunu kitap okumayanları gördüm. İlkokul mezunu olduğu halde elinden kitap düşmeyenleri de… Hangisi makbul? Bence ikincisi! Tahsili olmasa da ilmi, irfanı var, aşkı, heyecanı var. Öbürünün ise sadece kuru bir diploması…
Hep söylerim, Peyami Safa ortaokul terk, ama Cumhuriyet devri Türk edebiyatının en büyük romancısı. Elbette bu bütün edebiyat mezunlarının kaliteli olmadığı anlamına gelmez, haşa. Bunu söylemek hadsizlik olur. Sadece mektepli alaylı tartışmasına açıklık getirmek için ifade ettim. Ki okumayanlar veya okuyamayanlar ümitsizliğe düşmesin, okumaya, yazmaya devam etsinler. Yoksa ilgili bölümde okuyup da mükemmel eser ortaya koyanların haddi hesabı yok. Roman ve şiir yazanlar, hikâye kaleme alanlar, araştırma/inceleme yapanlar vs. Yani bunun kesin bir ölçüsü, bir kıstası yok. İki örnek vereyim. Nihad Sâmi Banarlı ve Orhan Şaik Gökyay, Türk edebiyatının iki büyük üstadı, hocası, âlimidir. Ama üniversite mensubu değillerdi, yani doktor, doçent, profesör olmadılar. Peki, bu durum, onların kalitesini düşürür mü, asla ve kat’a! Aksine onlar, medar-ı iftiharımızdır. Eserlerinden, fikirlerinden, hayat hikâyelerinden her zaman istifade ediyoruz. Yani böyle şablonlara kapılmamak gerek. Çalışan, üreten, samimiyetle çalışan kazanır, ilerler, zirveye bile çıkar. Bu sadece edebiyatta değil, musikide de öyledir, resimde de, mimaride de, hat sanatında da, tezhipte de… Allah bizi ciddi olarak çalışanlardan eylesin, âmin.
-Yukarıda ki soruya bağlantılı olarak açarsak; yazmanın ne kadarı ruhani yani ilham ile olur, ne kadarı teknik ile olur, ya da ruhani yazanlar şu meselelerde yazar, tahsilli olanlar bu meselelerde daha etkin olur diye bir ayrıma gidebilir miyiz?
-İnanın bütün bu bakışlar, izafi bakışlardır. İlham elbette önemli, ama her şey değil. Nitekim bunu Yahya Kemal üstadımıza sormuşlar. “Edebî eserin onda biri ilham onda dokuzu çalışmaktır.” demiş. Bu tabii kişiye göre de değişebilir, kimine göre onda yedisi çalışmak yetebilir, kimisine de onda beşi. Bence bunlara iltifat etmemek lâzım. Öncelikle “Bismillah” deyip masaya oturuyorsak ve yazmaya başlıyorsak kadere rıza göstereceğiz demektir. Ne kadar yazarız, üç sayfa mı, beş mi, 400 sayfalık roman mı? Bilemeyiz. Cenab-ı Allah ne kadar yazdırır, önemli olan o. Öyle hikâye taslaklarım var ki, yıllardır düşünüyorum, ama yazamıyorum. Hiç hesapta olmayan konular gelir beni bulur, bir akşam içinde yazıya dökerim. Biz sebeplere başvuracağız, kalemimizin ucunu yontacağız veya bilgisayarımızın başına geçeceğiz, gerisi takdire kalmış. İki kere iki her zaman dört etmiyor. Edebiyat biraz metafizik konularla da ilgili olduğu için her şeyi önceden hesap edemiyorsunuz, kervan çoğu zaman da yolda düzeliyor. Belki bu da ayrı bir güzellik, farklı bir tezahürdür. Zira biz geleceği bilemeyiz.
-Günümüzde edebiyat alanında usta çırak ilişkisini yeterli görüyor musunuz? Geçmişte bu konu bu güne göre nasıldı? Günümüzle kıyaslarsak edebiyat atölye ve kursları bu boşluğu dolduruyor mu?
Elbette her dönemde usta-çırak münasebeti olmuştur, olmalıdır. Olmazsa ne olur? Sanat olmaz. Bütün güzel sanatlarda bu kesin bir hakikat. Genç şairler usta şairleri takip etmişlerdir, genç romancılar üstat olan romancıların yolundan yürümüşlerdir, genç hikâyeciler kıdemli hikâyecilerin yol ve yordamlarını merak etmişlerdir. Hikâye yazan bir gencimiz Mustafa Kutlu’yu tanımak, okumak zorundadır. Şiir yazan bir gencimiz de Sezai Karakoç’tan habersizse kolay kolay başarılı olamaz. Romanda da öyle. Bugün Mehmed Niyazi ne yazmış diye merak etmeyen genç bir romancı bence hayal dünyasında yaşıyor demektir, hiçbir zaman başarılı olmayacaktır. Tabii bunlar benim kanaatim. Ama kimisi çıkar der ki, “Hayır efendim, bunlara hiç gerek yok. Herkes kendi yolunu bulabilir, eser verebilir” diyebilir. Bu da onun görüşü. Ama ben de aynı kişiye şunu sormak isterim: “Tıp Fakültesi’nde okumamış ve doktorluk taslayan birisine ameliyat olmak ister misin? Hayatında hiç berber çıraklığı yapmamış nevzuhur bir berberin koltuğuna oturup saç yerine kulaklarını kestirmek ister misin? İğne ipliği bilmeyen ve terzi olduğunu sanan kişiye ısmarlama takım elbise yaptırır mısın?” İşte edebiyat da böyledir. Ustalar yol gösterir, çıraklar yol yordam öğrenir, o heveskârlar önce çırak, sonra kalfa en nihayet usta olurlar. Yani edebiyat yolu kimseye kapalı değil, yeter ki hakkı verilebilsin.
Atölyelere ve kurslara gelince… Ben faydalı olduklarına inanıyorum. Elbette bu atölye ve kurslar sayesinde bir insan yazar olamaz. Bunu zaten derslere başlarken söylüyorum. “Biz burada yazar yetiştirmiyoruz, buraya üç ay devam edenler de hemencecik yazar olmaz. Ancak nasıl yazı yazılır, yazarken nelere dikkat edilir, en azından bunu öğrenirler. Türlerden haberdar olurlar, yazdıklarını paylaşır, eleştirileri dinlerler. Sabırları, sebatları varsa elbette ileride onlar da yazar olabilir. Ama yazarlık üç ayda öğrenilecek bir meslek değildir. Aksine uzun yılların sabrını isteyen mukaddes bir görevdir bence. Çünkü yazar, toplumu yönlendirebilecek bir kabiliyete sahiptir ve onun çok iyi yetişmiş olması gerekiyor.
-Sayın hocam, eserlerinizden bize biraz bahseder misiniz? Şimdiye kadar kaleme aldıklarınızdan Kalem Efendileri, Edebiyatımızın Güleryüzü, Edebiyatımızda Hüzün, Bâbıâli'de Hayat, Tarihimizin Güleryüzü, Romancılar Konuşuyor, Mizahın İzahı, Sefertası, Halim Selim Efendi isimli eserler çalışmalarınızdan bazıları… Geçmiş ile gelecek edebiyatçılar arasında bir köprü vazifesi kurmaya adanmış bir ömrün edebiyat neferi Mehmet Nuri Yardım bu eserlerin içlerinden bir kaçını bize kısaca anlatabilir mi?
-Evet aynen öyle, ben kendimi bir nefer, bir edebiyat eri gibi düşünüyorum. Edebiyata hizmet, hizmetlerin büyüğüdür. Nisyana gömülenleri acaba su üstüne çıkarabilir miyim derdine düştüm. Evet, haklarında yazılar yazdığım, kitaplar hazırladığım, toplantılar düzenlediğim bazı unutulmuş eski yazarlar şükürler olsun ki büyük ölçüde Türkiye’nin gündemine geldi. Bunlar arasında Ziya Osman Saba, Safiye Erol, Abdülhak Şinasi Hisar, Abbas Sayar, Cengiz Dağcı, Osman Cemal Kaygılı, Nahit Sırrı Örik, Nihad Sâmi Banarlı, Özkan Yalçın, Bahaettin Özkişi, Kemal Batanay, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Burhan Felek, Elif Naci gibi şahsiyetler var. Ama bu ve bunların dışındaki diğer edebiyatçılar ve sanatçılar hakkında elbette sadece ben çalışmadım. Meselâ rahmetli Mustafa Miyasoğlu da hem Ziya Osman hakkında, hem de Asaf Halet Çelebi hakkında çalıştı, Haldun Taner kitabı yazdı vs. Rıza Tevfik büyük ölçüde Abdullah Uçman hocamız sayesinde yaşıyor. Bu vadide herkes üzerine düşeni yaparsa elbette çok daha güzel çalışmalar olacak. Kubbealtı’ndan eserleri neşredilen Safiye Erol, şükürler olsun Türkiye’nin edebiyat gündemine yerleşti, artık okunan ve sevilen bir romancı. Hakkında yüksek lisans ve doktora tezleri yapıldı, kitaplar yazıldı. Ziya Osman da öyle. Bütün eserlerini Can Yayınları neşrediyor. Abdülhak Şinasi Hisar’ın kitapları Yapı Kredi’den çıkıyor. Demem o ki, ilgilendiğinizde bir şeyler oluyor. Hareketlilik ve canlılık sağlanıyor. Yeter ki azminizi yitirmeyin, umudunuzu kaybetmeyin ve çalışmaya devam edin. Cenab-ı Allah o kutlu emeklerinizi boşa çıkarmayacaktır.
-Sn. Hocam, son olarak edebiyata gönül vermiş gençlere tavsiyeleriniz var mıdır?
Efendim kendime yaptığım tavsiyeleri gençlere de söylemek isterim: “Çalış, çalış, çalış…” Elbette sistemli bir çalışmayı kastediyorum, amaçlı bir gayreti. Bir hedefimiz olmalı. Bir amacınız, gayeniz, hedefiniz olmalı. Ne yapmak istiyorsunuz, bu dünyada eser olarak neler bırakmak istiyorsunuz? Önce bu sorunun yanıtını bulmalı ve çalışmalı. Tabii çalışmanın yanı sıra hiçbir zaman ‘talebeliği’ elden bırakmamak lâzım. Yani ‘oldum’ demeyeceğiz. Her zaman arayacağız, soracağız, öğreneceğiz. Zaten ‘oldum’ diyen, ‘ham’ kalmaya mahkûmdur.