Menu
MEHMET KAHRAMAN'LA SÖYLEŞİ
Söyleşi • MEHMET KAHRAMAN'LA SÖYLEŞİ

MEHMET KAHRAMAN'LA SÖYLEŞİ

Mehmet Kahraman, 1978 Afyonkarahisar doğumlu. İlk Öyküsü 2009'da Heceöykü dergisinde yayımlandı. Öyküleri Heceöykü ve Mahalle Mektebi dergilerinde yayımlanıyor. Minareden Düşen Ezan ilk öykü kitabıdır. Mehmet Kahraman ile kitabı ve öyküye dair düşünceleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Sizi yazmaya yönlendiren ne oldu ve neden yazım türleri arasından öyküyü seçtiniz?

Lise yıllarımda başlayan bir yazma heyecanı ve hevesi vardı bende. O zamanlar şiir yazmaya çalışıyor ve aralıklarla günlük tutuyordum. Bu isteğin nasıl başladığını tam bilmiyorum. Bugünden bakınca özenmek veya iyi bir şey yaparsam kendimi gösteririm düşüncesi olabilir. Lise birinci sınıfta, yazdığım bir şiiri edebiyat öğretmenime göstermiştim, -pek beğenmedi galiba- üzerinde biraz daha çalış, dedi. Nasıl çalışacağımı bilmiyordum. Teknik olarak şiiri bile bilmiyordum. Bildiğim tek şey, duygularımı şiirlere aktarmaktı. Hep kendi kendime yazdım, ama artık şiir değildi yazdıklarım.

İş yaşamıyla birlikte düzenli bir hayata geçince roman yazma düşüncesi hâsıl oldu bende. Üç sene romanla yattım kalktım ve sonunda bir roman yazdım. Fakat bana göre iyi bir roman olmadı. Yazma yeteneğimin olmadığını düşünerek yazmaktan vazgeçtiğim bir zamanda öykü ile tanıştım. Hece’de yayımlanan ilk öyküme kadar kimseye bir şey göstermedim. 2007-2008 yıllarında Rasim Özdenören ile gazete yazıları üzerinden mailleşirken, onun öykü ile ilgili söyledikleri benim öyküye olan muhabbetimi arttırdı. öykü yazmaya başladım. Öyküyü sevdim. Öykü sayesinde güzel insanlarla tanıştım. Bu şekilde ilk kitaba geldik.

Minareden Düşen Ezan ilk öykünüzün adı. Kitabınıza bu ismi seçmenizin bir sebebi var mı?

Kitaplara isim koymak kolay değildir. Aklınıza alternatif bir sürü başlık gelir fakat hiçbiri gönlünüze yatmaz. Ya içeriği tam ifade etmediğini düşünürsünüz ya da yeterince etkili olmadığını. Ben de böyle bir süreçten geçtim. Sonuçta uzun emekler neticesinde ortaya bir kitap çıkıyor ve bir ad koyma hakkınız var. O nedenle güzel bir isim olsun istiyorsunuz. Öyküleri dosyalaştırdığımda isim arayışının ne denli güç olduğunu da gördüm. Aklıma gelen isimler içime sinmedi. Yaptığım istişareler neticesinde Minareden Düşen Ezan’ın kitap ismi olmasına karar verdim. Güzel bir isimdi. Bende çağrışımları olan bir başlıktı. Kitap yayınlandıktan sonra gördüm ki, isabetli bir seçim olmuş. Okuyan, gören herkes ismi beğendiğini söyledi.

Hikayelerinizin bazılarında dolaylı anlatımlar var. Yani asıl hikayeyi vurgulamak için başka bir hikayeyi kullanıyorsunuz. Bu hikaye öykünün içine kısa bir süre giriyor ve çıkıyor. Bunu bir amaç güderek mi yapıyorsunuz?

Hikâye içinde hikâye anlatmak diyebiliriz buna. Evet, bilinçli olarak yaptığım bir şey. Bu sayede katmanlı bir öyküye dönüşerek çoğul okumaya yol açtığını düşünüyorum. Takdir tabii ki okurun. Ama söylemek istediğim şeyi bir başka anlatıyla desteleyerek anlatmak daha güzel geliyor bana. İç içe geçmiş öykülerin, anlatımı da canlı tuttuğu kanaatindeyim. Kur’an’da bir kıssa anlatılırken yarıda bırakılıp bir başka olaya geçiliyor, birkaç ayet sonra aynı kıssaya devam ediliyor. Mesnevide de benzer bir anlatım söz konusu. Ben, onları örnek aldım, onlar gibi yapmaya çalışıyorum demiyorum. İlk başta öykü yazarken böyle bir düşüncem yoktu. Farkında değildim ve bilmiyordum da. Özellikle Yusuf suresini okurken anladım. Tabii ki bu otuzuma geldiğimde anladığım bir şey. Allah bize bir hayat üzerinden yeni bir hayat teklif ediyor. Peygamberlerde sizler için örnekler vardır, diyor ve o örnekleri anlatmaya başlıyor. Demek ki okurken buna da dikkat etmişim. Öykü yazmaya başladıktan sonra okuduğum bütün kitapların ne anlattıkları haricinde nasıl anlattıklarına da bakıyordum. Keyif aldığım öykülerin aslında iç içe geçmiş hikâyelerden oluştuğunu gördüm.

Öykülerde genelde iç hesaplaşmalar, yalnızlıklar, içe dönük yaşamlar ele alınmış. Sizce bugünün insanı ve yaşam biçimi öyküyü nasıl etkiliyor? Bir öykücü için "ifade etmek" gittikçe zorlaşıyor mu?

zmkahramanGeçmişle kıyaslanamayacak derecede farklı hayatlar yaşıyoruz. Modern dünyanın teknik imkânları hayatımızı fazlasıyla işgal ediyor. Mesela bugün televizyon, sosyal medya gibi bir takım iletişim ve etkileşim araçları bizi meşgul eder oldu. Günümüz insanının kendine bile ayıracak zamanı yok artık. Bu nedenle toplumsal hayattan ziyade bireysel hayatlar söz konusu. Birey de kendi içine hapsolmuş görünüyor. Düşünüyorum da, toplumcu olarak neyi anlatabilirsiniz? Şu an revaçta olan savaş ve mültecilik sorunu var; ondan başka. Yazan insanlar olarak bizler dahi günümüzün büyük bölümünü facebook ve twitter gibi sosyal medyada geçiriyoruz. Hangi toplumsal aktivitenin içindeyiz ki, topluma dair meseleleri anlatacağız. Bugün bahsettiğimiz anlamda toplum da yok zaten; birlikte hareket eden, bir güç unsuru olan, yaptırım gücünü kullanabilen; siyasi olayları saymazsanız toplumsal bir hareket dahi yok. Bugün birlikte hareket edebildiğimiz iki yer var: düğün ve cenaze. Buna rağmen iyi yönlerimiz de var. Meselelerimiz var en azından. Hissiyatımız var. Sorumluluk duygumuz var. Vicdanen rahat değiliz. Rahat olmadığımız için anlatmak zorunda olduğumuz konular var. Soruya dönecek olursak, böyle bir hayat yaşıyoruz. Bu hayattan da bu öyküler çıkıyor.

Öykülerin çoğunda dini çağrışımlar var. "Cami, başörtüsü, namaz..." Bunları kullanırken bir mesaj verme amacınız var mıydı? Sizce öyküde mesaj olmalı mı?

Bu baktığımız yerle de alakalı bir durum. Yazar yaşadığı toplumdan soyutlanmış, farklı bir dünyada yaşayan kişi değildir. Onun da bir inancı, dünya görüşü, yaşam biçimi vardır. Bu toprağın insanıdır; haliyle metne yansıyan da onun gördüğü veya duyduğu konular olacaktır. Hikâye evde, sokakta geçebileceği gibi, camide de geçebilir. Ayrıca başka görüşte olan yazarların metinlerinde de kilise, içki, küfür, abartılmış cinsel imgeleri görmek mümkün. O zaman bunu neyle açıklamak gerekir?Heceöykü 65’te Necip Tosun’un güzel bir yazısı var: “Öyküde Mesaj Ama Nasıl.” Yeni okuduğum için aklımda ve güzel bir tevafuk oldu. Ondan aktarayım: “Hiç kuşkusuz bir öykü, değerini yalnızca iyi seçilişinden değil, iyi bir biçimde sunuluşundan, biçimlenişinden alır.” Biz ne kadar dini argümanlar kullanırsak kullanalım, sanatsal kaygı yoksa yazdığımız öykülerin de bir anlamı yok aslında. “Önemli olan kullanılan malzeme değil,hangi malzeme kullanılmış olursa olsun, meydana getirilen ‘ruh’tur.” der Rasim Özdenören, Ruhun Malzemeleri’nde. İslami kavramları elbette kullanabiliriz, ama bunun belli bir ölçüsünün olması gerekir. En başta kullanacağımız kelimenin metne iyi bir şekilde yedirilmesi gerekir. Yalnız şöyle de bir durum var, onu da belirtmeden geçmeyeyim. Geçenlerde genç bir öykücüyle onun öyküsü üzerinden, mesaj konusunu konuşuyorduk. Şöyle dedi: “Amacım mesaj vermek değil; ben faydasız ve boş şeyler yazmaktan korkuyorum. Ahirette bu yazdıklarımın hesabını vereceğim, o yüzden ister istemez dini konulara kayıyorum.” Özdenören’in şu cümlesini söylemiştim ona: “Çayın içindeki şeker gibi olmalı.” Bu cümle mesaj meselesini net bir şekilde ortaya koyuyor. Evet, öyküde mesaj olabilir, ama öykünün gereklerini unutmadan; okurun gözüne sokarcasına değil de öykünün sanki bir parçasıymış gibi. Zeki okur, yazarın niyetini anlar. Kendisine vaaz verildiğini ya da bir konuda ahkâm kesildiğini hissettiği an kendini metne kapatacaktır. O sebeple yazar belli bir niyetle bildiği her şeyi metne katamaz. Öncelikle okuru inandırması gerekir. Estetik kaygı ve edebi nitelik göz önünde bulundurularak yazar istediğini yazabilir. Bu konu uzun ve daha pek çok şey söylenebilir. En iyisi Necip Tosun’un cümlesiyle konuyu kapatmak. “Öykülerde bir dünya görüşü, bir duyuş, bir bilinç aktarma hedefi elbette olacaktır; açıktır ki aslolan bunun sunumudur.”

Öykülerde kısa zaman dilimlerini anlatıyorsunuz. Fakat o zaman dilimlerinin yaşanma sebebini de genelde geçmişe değinerek veriyorsunuz. "An" kendi içinde kendini (geçmiş olmaksızın) anlatamaz mı?

zmkitapAn dediğimiz bu zaman dilimi kendini nasıl anlatabilir? Bu biraz da tercih meselesi gibi geliyor. Kendi içinde kendini anlatma üzerinde hiç düşünmedim. Belki olabilir dediğiniz husus. Ama bunun için de dışsal bir anlatım gerekli. Sadece olan üzerinde, kamera örneğiyle söylersek, zamanı durdurup olan biten her şeyi kamera çıplaklığıyla anlatmak olur diye düşünüyorum. Fakat geçmiş dediğimiz şey yaşanmış acı tatlı olayların hatırlanması değildir. Geçmişte bir birikim, hatta bir oluşum vardır. Kişinin kimliğinin oluşması, farkındalığının artması, bilincinin keskinleşmesi, düşüncelerinin yeniden şekillenmesi gibi pek çok etken söz konusu. Mesela şu an, içinde bulunduğumuz bu zaman dilimini önemli hale getiren nedir diye sorsak? Aslında şu yaşadığımız an yarınki bir günün alt yapası değil midir? Başımıza gelen her şey bizim olgunlaşmamız için bir imkân. Bunu ne kadar başarıyorum orası belirsiz. Bugün bir olaya verdiğimiz tepki geçmişin birikiminin neticesi. Bu yüzden “an” dediğimiz zaman dilimi geçmiş yaşantımızın hepsini kapsıyor, o birikimle bugünü yaşıyoruz.

İkili insan ilişkileri üzerine kurulu, özellikle; Görünmeyen, Penceredeki Kadın, Yüzük, Çiçekli Perde öykülerinizdeki anlatımı etkileyici buldum. Öyküde atmosfer oluştururken daha çok hangi unsurları önemsiyorsunuz?

İlişkilerde kendimizi konumlandırırken karşı tarafın algısını da göz önünde tutuyoruz. Bu algı bizi şekillendirdiği gibi, haliyle hayatımıza da yön veriyor. Çoğunlukla farkında olmuyoruz bunun. Ama içten içe bir hesaplaşma olarak karşımıza çıkıyor. İnsan ilişkilerinde hiç kimse karşısındakinin isteklerine göre hareket etmiyor. Nedir bu istekler? Kabul edilme, takdir görme, olumlanma, varlığının onaylanması. Karşı taraf bazen bilinçli yapar, bazen bilinçsiz; ama sonuçta sizin ruhsal durumunuza doğru etki edecek gönderimlerde bulunmaz. Ben de bu izlek üzerinde hem kendimi sorgulamak hem de ilişkiler etrafında yeniden düşünmek istedim. Mesela, Görünmeyen öyküsünde geçmişiyle ve dolayısıyla kendisiyle barışık olmayan bir karakter var; yenilmiş, yıkılmış, tutunamayan biri değil. Gelebileceği en üst seviyede. Ama mutsuz. İyi yaşayamadığını düşünüyor. Bu nedenle, kendini yeniden var etmek için geçmişin izini sürüyor. Diğer yandan, bahsettiğiniz öyküler de öyle; ilişkiler üzerinden hayatımızı şekillendiriyoruz. Burada şunu söyleyebilirim, benim öykü anlayışımla da ilgili olarak. Ben, doğrudan karakterlerin yaşantılarını değil de, onların başkalarında bıraktığı algıları öyküleştirmek istiyorum. Atmosfer ise öykünün geneli kapsayan ve öykü bileşenlerinin toplamıyla oluşan yazınsal boyuttur.Kurmaca içinde bir atmosfer yaratabilmek için konu, kurgu, kişi, dil, ritim, yoğunluk gibi unsurlar önem kazanır. Oluşturulan atmosferin, okuru; öykünün içine çekmesi gerekir. Tomris Uyar bu konuda çok başarılıdır. Vermek istediği etkiyi atmosfer sayesinde oluşturur. Atmosfer için de bir unsurun değil, bütün unsurların birlikte var olması gerekir. Etki ancak bu sayede oluşturulabilir.

Rasim Özdenören, yazının yazarın yaşamını nasıl etkilediği üzerine birçok yazı kaleme almıştır. "Yazı Hayatla Aramızı mı Açıyor?" başlıklı yazısında şöyle der: "Tamam, yazının hayatla aramızı açtığını kabul ediyorum. Çünkü kavramların önümüze serdiği dünya,içinde yaşadığımız dünya ile aramıza bir astar geriyor. Böylece dünyanın dehşetli oradalığı ile doğrudan bir temas kurma imkanım elimden alınıyor. Ama bunun tersi de aynı ölçüde doğru değil mi? Bu kavramları kullanmadığım takdirde, insan olarak benim dünya ile kurduğum temasın bir hayvanın temasından farkı kalır mı?"

Yazı ile yaşam arasında sizce nasıl bir ilişki var? Yazı sizin hayatınızı nasıl etkiliyor?

Rasim Özdenören o kadar güzel özetlemiş ki, bu sözün üstüne daha ne söylenebilir! Bunun tersini düşünecek olursak Ömer Lekesiz’in de “Bir de Yapmamayı Düşünsek” diye güzel bir yazısı vardı. İlginçtir o yazı. “Yapılan resimler yazarına, yapanına teselli olmaktan öte bir değer taşımadığına; üç atımlık barut olmaktan öteye gitmediğine göre bir de buradan bakabilmeli, 'bir de yapmamayı denesek!' diyebilmeliyiz.” diyor Lekesiz ve ekliyor, “Entellik tatmininden, sanatla sosyal rol çalma yarışından başka bir karşılığı olmayabilir bu işlerin.” Böyle de bir ilişki var. Yazıya büyük önem atfedenler yazıyı kutsallaştırıp putlaştırıyor. Olmasa da olur muydu diye soracak olursak, evet olurdu ama… ile başlayan uzun bir cümle kurabiliriz. Hayatımız düz bir zemin üzerinde ilerlemiyor. Hepimiz asıl mesleğimizin yanında farklı uğraşlarla yaşamımızı zenginleştirmeye çalışıyoruz. Emek veriyoruz, zaman harcıyoruz; rahatımızdan feragat ediyoruz. Benim bu anlamda yapabildiğim de okuyup yazmak.

Yaşarken kelimelere ihtiyacımız yok ve yazmak da yaşamak demek değil bunu biliyorum. Fakat yazının bana kattıklarını da yadsıyamam. Öykü ile birlikte sorguluyor, arıyor, cevaplıyorum. Empati kurduğum oluyor kimi karakterlerle, farklı duygular yaşıyorum. Yazmak, hayatı yeniden yorumlamak gibi geliyor bana. Güzel bir duygu ve Allah’ın bir lütfu. Bunu iyi değerlendirmek istiyorum. Yazıya kendimi kaptırıp yaşamı ıskalamak da istemiyorum. Şimdilik dengeli bir hayat sürdüğümü söyleyebilirim.

Diğer Yazıları