Genç öykücü İsmail Isparta'nın ilk kitabı Gergin Bir Yay, İz Yayınlarından çıktı. öykülerini İtibar, Hece Öykü, Aşkar ve edebistan.com'dan okuduğumuz yazarla kitabı ve öykücülüğü hakkında söyleştik.
Biraz kendinizden bahseder misiniz? Yazı serüveniniz nasıl başladı?
Her yazarın kendisine nasip olmasını isteyeceği kalitede bir okur olduğumu söyleyebilirim. Cin Ali’yle başlayan okuma serüvenim bu günlere kadar geldi. Okudukça okudukça bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ettim. Sezai Karakoç’un ifadesiyle insanlar havada uçarken yerde ölüyordu, öldürüyordu. Eşrefi mahlûkat olan insan, fütursuzca günah işliyordu. “Acaba” dedim kendi kendime. “Birkaç kelimeyi yan yana getirsem, dilimin döndüğünce bu yolunda gitmeyen durumları dile getirebilir miyim?”
Böylece yazma serüvenim başladı.
Kitabın ismi ilgi çekici. Neden bu gerginlik?
Aslında ilk başta kitaba içindeki öykülerden birinin ismini vermeyi düşündüm. Ama öykülerinin isimlerinin hiçbiri benim öykü söylemimi tam olarak yansıtmıyordu. Benim bir sıkıntım var. Yanlış olan bir şeye insanların çoğunun doğru demesi neticesinde, bu yanlışın zamanla doğrunun yerine geçmesinin sıkıntısı bu. İşte bu sıkıntı bende ciddi bir iç gerilimin oluşmasına neden oluyor ve bu noktada imdadıma öykü yetişiyor. Yani öykü içimdeki gerilimin gevşeme noktasını oluşturuyor. İşte öykülerim çıkış noktasını bu gerilim oluşturduğu için, yakın çevremin de fikirlerini aldıktan sonra bu isimde karar kıldık.
Öykülerinizin genelinde ciddi bir ironik dil hâkim. İroni sizin için neden önemli?
Bu biraz fıtratla ilgili bir durum galiba. Yoksa öykü yazmaya başlarken ironik bir öykü yazayım diye başlamıyorum. Öyküyü bitirip okurken fark ediyorum ironik bir öykü olduğunu. Meselenin başka bir yönü de sanata bakış açısı. Sosyal meselelerin, öykünün meselesi haline getirilmesi gerektiğini düşünüyorum ben. Başka bir yerde söylediğim gibi suya sabuna dokunmayan edebiyat anlayışı benim hiçbir şekilde tasvip etmediğim edebiyat anlayışıdır. Söyleyeceğiniz söz kamunun düşüncesinin tersi istikametteyse zaten kendiliğinden sözünüz ironikleşiyor. Tabi burada ironinin dozunu iyi ayarlamak lazım.
Özellikle Bir Kurgunun Hikâyesi gibi bazı öykülerinizde deneysel bir takım arayışların olduğunu görüyoruz. Neden bu arayış?
Klasik öykü anlayışının miadını doldurduğu düşüncesindeyim. Bunu köklü öykü birikimimizi küçümser manada söylemiyorum. O birikime yaslanarak bunu daha da ileriye götürmenin, öykünün temel bileşenlerinden kopmadan sözümü en güzel şekilde söylemek benim amacım. Elli sene önceki yaşantımızla şimdiki yaşantımız arasında dağlar kadar fark var. Dolayısıyla o zamanların öykü anlayışını devam ettirmeye çalışmak günümüzün meselelerinin öykü vasıtasıyla dillendirilmesini güçleştirecektir. Ancak her yeniliğin bazı riskleri de beraberinde getirdiğini göz önünde bulundurmak gerekir. Biraz önce söylediğim gibi öykünün temel bileşenleri göz önünde bulundurulduğu sürece bu alanda alınan her risk bizim için fırsata dönüşecektir.
Öykülerinde sosyal meseleleri çok işleyen bir yazarsınız? Neden? Bu bir borç mu?
Tabi ki borç. Suya sabuna dokunmayan edebiyat anlayışı, benim tasvip etmediğim bir edebiyat anlayışıdır. Ortada –affedersiniz- bir pislik varsa onu temizlemek için suya da dokunmak lazım, sabuna da. Bunları söylerken yazdıklarımla tüm yanlışları düzeltmeye çalıştığım gibi bir sonuç çıkarılmamalı. Bir de olayın inanç boyutu var. Çünkü ben önce Müslüman, sonra öykücüyüm. Yaptığım her işten sorguya çekileceğime inanıyorum. Elimde sermaye olarak sadece kelimeler var. Bunlarla bir şeyler yapabilirim.
Ancak bu noktada edebiyata aşırı bir anlam da yüklememek lazım bence. Edebiyat haliyle her şeyi halletmez. Ancak elinizdeki tek kurşun da buysa yapacak başka bir şeyiniz yok demektir.
2000 sonrası öyküsünü değerlendirmenizi istesek neler söylersiniz?
İki binli yıllardan itibaren öykü kendi alanında bir yetkinliğe erişti diyebiliriz. Artık öykünün gördüğü üvey evlat muamelesinin sona erdiğini, öyküye hak ettiği değerin verildiğini görüyoruz. Artık dünya iletişim sayesinde küçük bir köy haline geldi. Facebook, twitter hayatımızın bir parçası. Hayat bir koşuşturmadan ibaret hale geldi. İşte bu koşuşturmaca içinde insanın çabuk tüketebileceği öykü gibi kısa türler revaç görmeye başladı. Birçok öykü dergisinin olması, öykü alanında yıllıkların hazırlanması bunun göstergesi.
Ayrıca iki binli yıllarla beraber öykünün bireyselci söyleminin değiştirip onun yerine sosyal meseleleri öykünün meselesi haline getiren, klasik öykünün kalıplarından sıyrılıp öyküye yeni bir ses getirmeye çalışan öykücülerin olduğunu görüyoruz. Mihriban İnan Karatepe, Akif Hasan Kaya, Aykut Ertuğrul, İsmail Özen, Yunus Emre Özsaray ve daha birçok ismi sayabiliriz. Öykü yazmaya yeni başlayanların böyle bir birikime yaslanmaları bunların üzerine yeni şeyler koyma noktasında dezavantajlarına gibi görünse de, aslında böyle bir birikimden faydalanma imkânları olacağı için avantajlarına diyebiliriz.
Öykülerinizde fantastiğe, sıra dışı olana ayrı bir önem verdiğiniz görülüyor. Neden?
Fantastiğin edebiyatımızda yeterince keşfedilmemiş bir alan olduğunu düşünüyorum. Fantastik, öyküde farklı bir ses yakalamak isteyenler için yazara geniş bir hareket alanı sağlıyor. Özellikle kadim kültürümüzde Dede Korkut Hikâyeleri ve birçok halk hikâyesi başta olmak üzere cinler, periler, Kaf Dağı, devler, ejderhalar gibi fantastik edebiyata temel teşkil edebilecek birçok malzemenin olduğunu görüyoruz. Bunlara modern öykü teknikleriyle yeni bir çehre kazandırılarak bu alanda yetkin örnekler verilebilir. Böyle bir öykü anlayışının klasik öykü anlayışına karşı genç nesil tarafından daha fazla ilgi göreceğini düşünüyorum. Ancak dediğim gibi şu ana dek öykücülerce bu alana yeterince ilgi gösterilmedi. Yakın dönem edebiyatımızda rahmetli Yücel Balku’nun, günümüz öykücüleri içinde ise Aykut Ertuğrul’un dediğim anlamda güzel örnekler verdiğini görüyoruz.