“Bir Hikâyenin İçinde Sürüp Giden Ortaklıklar Aradım”
Tekerlekli sandalyesinde gece gündüz demeden oturan yaşlı kadının bir gün ne olduysa ayağa kalkmasıyla başlayan, yaşlı kadınla birlikte okuyucusunu da bir daha yerine oturtmayan bir kitap Kaplumbağa Gölgesi. Bir evsizin gölgesi neye benzer, hiç düşünmeyenlere aslında istediklerinin sadece aidiyet duygusu olduğunu göstermeye çalışan ince ince işlenmiş uzun soluklu bir öykü.
-Peki, yaşlı kadını sandalyesinden kaldıran neydi Güzide Ertürk için?
-Evsizlerle ilgili öyküler yazmaya başladığımda, Melina birden zihnimde belirdi. Karşı kaldırımda bekliyordu. Tekerlekli sandalyede oturmasına rağmen güçlü bir karakterdi. Tel tel olmuş gri saçları, asık yüzü ve aksi sözleriyle ona yoğunlaşmamı istiyordu. Ama bir yandan da hikâye anlatıcısına çok ters davranıyordu. Bir gün ne oldu da ayağa kalktı bilmiyorum. Ona sorduğumda, “Sana ne!” diye tersledi. Ben yine de Melina’yı takip ettim. İyi ki de peşini bırakmamışım, yoksa nereye gittiğini hiç öğrenemeyecektim.
-“İndirgenemez biçimde kendi zamanıma aidim,” diyor Frantz Fanon. Zaman zaman gerçeküstüleşen bir kurguda, gerçek karakterler kullanmanızın sebebi onlara ve yaşadığınız zamana karşı böyle bir sorumluluk hissetmeniz olabilir mi?
-Kaplumbağa Gölgesi’ndeki karakterlerin ortak özelliği, ister gerçek olsunlar ister kurgusal, onlardan vazgeçemeyecek oluşum. Hikâyede iki gerçek kahraman var. Biri Portland’daki evsiz sığınağının kurucusu İbrahim Mübarek. Başına doladığı poşusu, uzun entarisi ve siyahi oluşuyla dünyaya meydan okuyor. Diğeri yaralı bir çocuk, Ümran. Savaşın bütün çocuklarını temsil ediyor. İbrahim Mübarek ve Ümran, varoluşlarıyla beni sarsan karakterler. Onlar hikâyede olmasaydı, her şey yarım ve eksik kalırdı. Bu aslında kendime karşı sorumluluğum. İbrahim Mübarek, Portland sokaklarında evsiz haklarını savunurken, Ümran kanlı yüzünü silmeye çalışırken bana düşen sorumluluk nedir diye soruyorum.
-Ümranı’ı neredeyse hepimiz tanıyoruz. İbrahim Mübarek’in hikâyesi nedir? Onun için İslamofobinin bir sis bulutu gibi kapladığı dünyaya bireysel bir tepki diyebilir miyiz?
-İnsanların olduğu gibi şehirlerin de birer hikâyesi var. Portland’ın “beyaz” tarihiyle, İbrahim Mübarek’in “siyah” öyküsü taban tabana zıt. Portland’ın beyaz tarihi Kızılderililerin yok olmasıyla başlıyor. 1990’lı yıllara gelindiğindeyse şehir merkezine göz koyan beyazların, siyahileri nasıl yerlerinden ettiğini görüyoruz. Mübarek’in siyah öyküsüyle karşılaştığımda, televizyon ekranlarını teröristler dolduruyor, dünyanın çeşitli bölgelerinde bombalar patlıyordu. Ama sokak böyle değildi. Şehrin göbeğinde, kimsenin dönüp bakmak istemediği evsizlerin hakkını savunan siyahi bir Müslüman vardı. Evet, bu bir tepki. İnsanları tercih yapmak zorunda bırakan bir tepki, medyanın yalanlarına mı inanacağız, sokağın gerçekliğine mi?
Sosyal konularda yazarken didaktik olma riski çok yüksektir. Bunu önleyebilmek için kendinize çizdiğiniz sınırlar var mıydı?
-O sınırları Öbür Dünya Öyküleri’nde çizmiştim. Kaplumbağa Gölgesi’ndeyse sınırların hepsini kaldırdım. Sadece gerçeğe mesafeli yaklaştım. Çünkü ona yakınlaştığım zaman kurgu elimden kayıp gidiyordu. Senin de dediğin gibi didaktik metinler çıkıyordu ortaya. O yüzden hayal gücüme öncelik verdim ve daha çok onun penceresinden baktım.
-Bütün okuyucuların merak edeceği bir soru olacaktır bu, evsizlerle birebir irtibat kurdunuz mu?
-Evsizlerle birebir irtibat kurmasaydım böyle bir hikâyeye başlayamazdım. Amerika’ya geldiğim günden beri elinde tuttukları kartonlarla trafik lambasının altında bekleyen evsizlere rastlıyordum. Ama ilk temasım Teksas’tan Portland’a taşınmamla oldu. Portland’da sadece trafik lambasının altında bekleyen evsizler yoktu. Çok sık gittiğim bir kitapçıda onları kitap okurken gördüm. Sokaklarda yatan insan kalabalığına denk geldim. Parklardaki çadırlarla karşılaştım. Bu yoğunluktan etkilenmiştim. Ama polis onları sürekli kovaladığı için yerleri sürekli değişiyordu. Bir gün gördüğüm çadırı, ertesi gün yerinde bulamıyordum. Onlar hakkında o kadar çok olumsuz hikâye duymuştum ki ister istemez mesafeli yaklaşıyordum. Ama bu mesafeyi aştım zaman içinde. Şehrin en büyük problemlerinden biri olduğu için çözüm odaklı konferanslar veriliyordu, R2D2 sığınağının toplantıları oluyordu. Bunları yakından takip ettim.
-Size karşı onların ve çevrenizdeki diğer insanların tavırları ne oldu?
-Karşılaştığım her evsizle farklı bir iletişim kurdum. Genelleyecek olursam bunların hiçbiri olumsuz değildi. Hepsinin kendine özgü bir hikâyesi vardı. Çevremdeki insanların evsizlerle ilgili düşünceleri ön yargılı ve dışlayıcıydı. Bu tepkilere önceleri şaşırmıştım. Tabii konuya duyarlı, gizlice onlara yardım eden güzel insanlar da tanıdım.
-Birkaç senedir mülteci sorunuyla yüzleşmemiz dışında evsizlik, Türkiye’de çok aşina olmadığımız bir konu. Benzerlikleri bir yana, farklılıkları var mı bu iki sorunun?
-Gözlemlediğim kadarıyla evsizlerin Türkiye’deki sorunu Amerika’dakiyle hemen hemen aynı. Sadece Portland’daki evsizler biraz daha organize olmuş ve grupça hareket edebiliyorlar. Bazı kurumların evsizleri yeniden sosyal hayata kazandırma projeleri var. Yeniden hayata tutunmak için birlikte çabalıyorlar. Ama asıl farklılık toplumun bu soruna nasıl yaklaştığında yatıyor. Türk halkı genellikle mülteci ve evsiz sorununa daha duyarlı. Bu konuda birçok farklı bakış açısı olsa da Suriyeli aileler için düzenlenmiş o kadar çok yardım kampanyası duydum ki. Bu kampanyaları bazen birkaç aile bir araya gelip kendi küçük çevrelerinde düzenliyor. Amerika’daki kampanyalarda, “Evsizlere gülümseyin, onlara selam verin,” deniyor mesela. Maddi değil, manevi bir ilgisizlik de söz konusu. Tamamen yok sayılıyorlar.
-Kendimizi yerine koyduğumuz kişi baştan sona ana karakter oluyor okurken. Buna karşılık ana karakter hakkında çok az bilgi sahibiyiz. Kadın oluşuna dair tek bir ipucu var öykü boyunca mesela. Bunu evsizliği, belki de kimliksizliği yansıtabilmek için bilinçli olarak yaptığınızı söylemek doğru olur mu?
-Ana karakterin yüzü biraz gölgeli. Evsizlerin yüzündeki bu gölge dikkatimi çekmişti. Kimi zaman bir şapkayla kapatıyorlardı yüzlerini, kimi zaman şemsiyeyle. Ana karakter de onlardan biri. Kaldırım kenarında, kirli bir battaniyenin altında yatan insanlar var. Battaniyenin altına gizlenen kişinin cinsiyeti değil, insan olması önemli bir mevzu.
-Aidiyet ve özlem penceresinden bakarsak, bir gurbet öyküsü de diyebilir miyiz Kaplumbağa Gölgesi’ne?
-Evet, bir gurbet öyküsü de diyebiliriz. Kitapta birçok pencere var, bunlardan biri de gurbete açılıyor.
-Edward Said bir yazısında, mültecilerle ilgili filmlerdeki hayal kırıklığını “Filmlerin ne denli acemice çekilmiş olduklarından değil, yaşamlarımızın belirsizliğini ve güçlüğünü tam anlamıyla görmezden geliyor olmaları, bu yüzden fazlasıyla yapmacık ve kaskatı görünmeleri, dışarıda bıraktıkları onca öyküden kaynaklı noksanlıklarıydı,” şeklinde tanımlıyor. Kitabınız özellikle yeraltı halkına işaret ettiği bölümlerde belirsizliği ve güçlüğü yansıtmakta hiç zorlanmıyor ve adeta bizi de o insanlardan biri yapıyor. Bunu başarabilmek için nelerden beslendiniz?
-Uzak sandığımız şeyler bize o kadar yakın ki. Ülkesinden ayrılan çocuklardan biri de benim babaannem. Dört yaşındayken Bolşevik Devrimi’nde Dağıstan’dan Türkiye’ye gelmiş. Trabzon’a oradan Ankara’ya yerleşmişler. Birer veteriner olan babaannem ve dedemin yolu Oregon’a bile düşmüş. Oregon, şu an benim yaşadığım eyalet. Ama sonunda hep Ankara’ya geri dönmüşler. Tarihe ve çevremize bakarsak yakınlıkları keşfederiz. Dışarıdan değil, içerden bir bakış yakalamak gerekiyor bunun için. Kaplumbağa Gölgesi’ni yazarken yargılamak veya incelemek değildi amacım. Bir hikâyenin içinde sürüp giden ortaklıklar aradım. “Onlar” veya “Öteki” diye ayırarak değil, bir bütünün parçası olarak baktım insanlara.
-Son olarak bize kitabın fark edilmesini arzuladığınız bir özelliğini söylemenizi istesek?
-Hikâyenin içinde kendi yollarını bulmalarını isterim.