“çiğ düşmüş sesime
dün geceden beri
Vladimir Vladimiroviç Mayakovski’nin intiharını düşündüğüm için.”
kırlarda bulduğum o ilk öpücüğü
ömrümün
cevaplarını helalleşmek için sakladığım sorularına adıyorum.
çünkü
kimi cevapladığının önemi olmayan sorular içinde
bir sorudur bunu dayatan.
anız külleriyle kararmış tarlalar
içinde varlığımı mühürleyen o dudağı sözler bana
çaputu iliklenmiyor hayata
endamı
üzerimde gizli bir yasak olarak sürüyor.
akıl karışıklığıyla biten o hasadın ardında
bütün soruların cevabını yaşıyorum;
neden rüyasında kuyuya iplik kesip atıyordu annem?
neden babamın damarı sorgulanır oldu bende?
-bir soru işaretidir hayat başlığım
sis dağılıp
yüzler ve yazılar berraklaşana kadar durur yerinde adım.
-geleceksen bir halhal hediye ederim-
limon gülleri
pazar dönüşleri
kışın erkenden havayla kararan yüzüm
toprak damlarda güvercin uğultuları
rüzgarda kuru patlıcanlar
potasyum siyanür
neden hepsi seni öptüğümü hatırlatır?
hangi cevap helalleşir bu soruyla?
beni sabaha bir dağ dinginliğinde uyandıran hayat
ne zamandır sana yakışır saçmalık
en çok mutluluk kapısının eşiğinde inanıyorum buna.
döşeklerle dolu aydınlık bir oda, çiçekli perdeler…
ne zaman fark ettim bileğimin pınarlığını?
yer sofraları, mevsimlik yüzler, incir kolonyası…
ne kadar duru radyo cızırtıları arasında sesin
seni onunla hatırlayacağımı bilmezdim hiç.
buydu ışımadan dünyayı bana getiren.
şimdi o mührü kırıp
yazı yakan terimden bir yağmur çağıracağım yanaklarına
kendi sesimizle ulaşacağız incir doruğuna.
ancak
kendi kendime konuşarak
sarabilirdim yaralarımı
aklımı hep aynı rüya ile oyalar
açılan bir yaprakla tutardım gözlerimi
bırakmazdım bir tek bile sümbül kurusun…
böyle bir şey diyordum hep!
bende yaşamın tutuklu yanı
hangi prospektüs
hangi meyve çürüğü
hangi ünlem
hangi istatistik veri ile sürüyor?
yağmurdan sonra yürümek gibi bir şey diyorum
anlatılabilir bir şey, nasıl anlatsam?
yağmurdan sonra ıslak bir dut gövdesi gibi…
güneş bile vursa üşüyen yerlerime
en gizli beyazıyla durulasa göğsümü kış
solan yaprak, eriyen kar hangi renkle yetinir?
mesela o dudak katlanabilir mi küslüğüme?
çarşambalar dayanır mı o sinüzitlere?
ama aramadım çarşılarda o tülü
koşmadım kırlarda gölgemle
seyre dalmadım uzak sisleri
içinde kendi sesimi öğüttüğüm dünyayı bölüşemedim hiçbir şeye
çevirmedim önüme inandığım sayfayı.
burada olduğumu konuşmalıyım
açmaya korkan bir kır çiçeğiyim düşünceler arasında.
bu düşen çiğ en çok gözlerin içindi
teorik bir şeydi yaşam biraz da
yanakların ısrarla tercih edilişiydi dudaklara
bilek öpüşlerinden
koparılan bir yaprak gücüyle açıp gösteriyorum temiz yaralarımı
meleklerin kanatlarına inandığım kadar her şey…
“yalınayak bademlerin altında
bir yaranın İsaca’sı okunuyor”
çiçek mi kokluyordum kendi yabaniliğimden arınıp
nergisler ekiyordum boynuna.
her açılan çiçek
inciten her rüya tabiriyle
dünyada olduğumu ispatlıyordum
ben hurma çekirdeği gibi bir şeydim
böyle ilan ediyordum kendimi meyveliğinize…
hazal kokusuyla toparlandım hayatın bir ucundan bir ucuna
serin bir asma altıydı gözlerin o zaman…