Altımızdaki stabilize yol bir yılan gibi kıvrılıyor. Motor tüm gücünü toprağa seriyor. Yol içime akıyor. Kıvranmada. Aradığımın ne olduğunu bilmiyorum. O her neyse, bir dişin çekilmesi gibi dünyanın dışına çekilmeye zorluyor beni. Devinim son buluyor.
İçime konuşurken kendi kehanetimde yol alıyorum.
‘Yol sensin, bu yol senin...’
Bölünüyorum. Kulağımın arka sokaklarında esrikliğime sebep avare sesler dolanıyor.
‘Git...’
Baskın bir kadın sesi. Daha bir siniyorum mağarama. Sesler dibe çöküyor.
‘Uzuvların yollarda şeklini bulacak. Hız başını eğilmez kılacak...’
Bedenim küçülüyor. Sinir uçlarım tenimden dışarı çıkma sevdasında. Her hücre kendi imhasının patlamasında. Sakız. Ağız içinde dönüyor. Eziliyor. Dilin açtığı tünelden havayla doluyor. Balon. Büyük patlama. Bitmiyor. Dişler arasında küçük çatırtılar. Tekrarlar.
Gözlerim sesin geldiği yöne çevriliyor. Oturduğu koltuğa gömülü bir kadın. Alt ve üst çenesi diliyle ortaklaşa ağzına hapsettiği sakızı çeviriyor. Çenem kenetleniyor. Dişlerimin gıcırtısı beynimde yankılanıyor. Kızıl bir yangın sarıyor yüzümün her yanını. Kadının içeriyi göstermeyen kapı aralığı göz kapaklarından içeri akıyor. Gözbebekleri bakışlarımda kavruluyor. Kül.
Dışarıda irili ufaklı ışıklar hızla geride kalıyor. Baktığımız yer aynı. Cam. Yutkunuyor. Gırtlağından aşağı bir kabartı iniyor. Kapılar kapanıyor. Yüzümün yangını sönüyor.
‘Bedel ödeyeceksin. Yüksek dağlardaki sarp kayalıklar yüzüne keskin virajlı çizgiler nakşedecek...’
Gece. Saat iki. Otobüs duruyor. Gözler ön kapıda. Bir kadın. Elinde küçük bir cüzdan. Bagajsız bir yaşam koridorun sonuna doğru akıyor. Üzerindeki pembe hırkanın saç örgülerinde dışardaki hava dolanıyor. Üşüyorum. Ardında bıraktığı kadın salınımı, bir adım geriden seyirde. En arka koltuğa oturuyor. Meraklı kafalar, geriye yatırılmış koltuklarına gömülüyor yine.
‘Bir kolun bırakmadıklarından dolayı uzun, diğeri tutman gerekeni bıraktığından dolayı kısa kalacak...’
Yol akıyor. Muavin, anlam veremediğim bir lakaytlık içinde. Elindeki üç beş plastik bardak suyu uyumayan insanlara ikram ediyor. Ağzından dökülen kelimeler zorba. Gözleri velfecri okuyor. Derken otobüs, şoförün parmaklarının hükmettiği bir düğmeyle karanlığa gömülüyor. Otoyol korkutuyor. Dönemeçler. Hükmün asası virajların doğurduğu uzun farlara teslim. Uyukluyorum. Uyanıyorum. Muavin arka koltukta. Didişmeler.
“Men senın yaşından daha yaşlı Garslı’yam. Sende heç utanma yoğtur? Dur diyirem. Dur, yoğsa inerem!”
‘Yolu bitir, söz verdiğin gibi. Aksi halde misafirliğin hiçbir yerde kabul görmeyecek...’
Bir zamanların fettan güzeli şimdi Kayseri’yle Kars arasında gidip gelen boyası bitmiş bir fırça misali. Ağzından çıkan solgun cümlelerle bir parça huzur arayışına giriyor umutsuzca. Umut, geleceğini içinde saklayan kapalı bir fincanda. Fincan tabağını güçlükle bırakıyor. İçerisi karanlık. Telvenin beyaza açıldığı bir yerde beklenen final: “Bir adam var. Yakışıklı ve zengin. Ummadığın kadar mutlu olacaksın. Bekle ve gör.” Darmaduman. Umut firarda. Yıllardır beklediği yakışıklı erkeği kahve fincanında, yaşlanan dişiliği ise otobüs bileti karşılığı yollarda rehin. Gururu; miyadını doldurmuş karbon kağıdı üzerinde gidip gelmelerde. Bıkkınlık içinde parçalanıp, ufalanıyor. Yalvarış.
“Rahat bırağ meni Allahın aşkına...”
‘İç(in)den kovulacaksın...’
Cinselliği vücudunda yeni yeni şekillenen delikanlı Tanrının adaletiyle oynamakta ısrarlı. İnsan tecrübesini de hiçe sayıyor.
“Allah da neymiş?”
Karşı yoldan gelen aracın uzunları otobüsün içine bir bıçak gibi dalıyor. Şoför yanlış sollamanın hızında. Nefesler korkunun karanlık girdabında donup kalıyor. Otobüs doğru şeride giriyor.
‘Seçilmiş yollardan biri olan ölüme çıkamayacaksın...’
Adi isyanlara pabuç bırakmamayı çoktan öğrenmiş kadın, sesine oyunculuğunu yığıyor.
“Seen? Allah’i tanımirsen haa! Gomuniiiist!”
‘Karanlık aydınlığa, aydınlık karanlığa körelecek...’
Dışarıda oynaşan irili ufaklı ışıklar yokoluyor. Otobüs bir tünelde. Kadının sesinden yıldırımlar düşüyor. Ortalık aydınlanıyor. Şoförün yanına koşar adım giderken, vücudunun rüzgarı eskilerden bir kokuyu vuruyor burnuma. Mola.
Akıl ayrı bir masada deliliğe soyunuyor. Bağrış çağrış. Kelimelerin mikrobunu kapmasın diye gözler, bakmıyor o yana. Kadına yürüyorum. Sırtımda bakışlar. İffet paralanıyor. Fahişe damgası yemiş kadının eskimiş yazgısı, o bakışlarla sırtımda tazeleniyor. Kadın, ortalığa her biri binlerce metre derinden çıkan küfürler savuruyor. Saat sabahın dördü. Çay söylüyorum. Güvensiz bakışları hafiften yumuşuyor. Sakinleşiyor. Adı bilinmedik dinlenme tesisinde, peşine düşmediği, yarım şarkılar dolanıyor diline. Bir şarkıda sesi diriliyor. Susuyor. Yanındaki sandalyeye yirmi yaşlarında bir kadın oturuyor. Gençliği. Ağzında sakız. Saç telleri, aşık bakan buğulu gözleri üzerinde uçuşup duruyor. Bakakalıyorum. Oyunu oynayan yaşam mı yoksa ölüm mü? Ne güç kestirmek.
‘Bedenin toprağa bulanmayacak...’
“Otobüse git” diyorum yaşlısına.
“Onu bırağacağlar burda. Saf, sen de...” diyor genci. Yaşamı ciddiye almayan umursamazlığıyla.
“Nereden biliyorsun?” diyorum.
“Men bilirem. Men onun yaşlılığı gadar dünyalıyam” diyor genci.
“Soyunacam” diyor yaşlısı.
Bütün kulaklar dikiliyor. Kadınlar erkeklerini alelacele otobüse bindiriyor. Otobüsün penceresinde meraklı kadın gözleri.
“Görmek isteyecekler; kirli bir ruhu içinde barındıran tenden toprağa irin aktığını.”
“Üşürsün.”
“Üşümağ çıplağlığı gerektırır. Çıplağam görmirsen? Sanırsan ki men daha üşiyebılırem? ” diyor genci.
Otobüsün motoru çalışıyor. Muavinin arkasından genç kadın biniyor en son. Arka koltuğa, yaşlı halinin yerine oturuyor. Neşeli. Elinde tuttuğu çantadan bir parfüm çıkartıp boynuna sıkıyor. Leylak kokulu şarkılar mırıldanıyor.
Gözlerimi kapıyorum. Otobüsün gittiğine dair hiçbir hareket yok. Artık dışarısı da yok.
‘İskeleni yanında taşı, seni su da kabul etmeyecek...’
Yılan, akıp giden yolda içimden kayıp gidiyor. Kaslarım çözülüyor. Biri omzuma dokunuyor. Göz kapaklarım aralanıyor. “Erzincan” diyor. Arka koltuğa bakıyorum. Boş.
Otogarda bir iki asker, üç beş sivil. Saat yedi. Gözlerim gökyüzünde güneşten bir parça arıyor. Bulutlar birbirine kenetlenmiş. İçim titriyor. Otobüs Kars’a gitmek üzere anayola çıkıyor. Gözlerim otobüsün camında geziniyor. Benden boşalan koltuğa oturan yaşlı ben, gülümseyerek bana el sallıyor.
(*)Jaklin Çelik, Yılanın Yolu, Aras Yayınları, İstanbul 2003, ss. 87-93