Menu
VURDU GÜNAHINI SIRTINA
Öykü • VURDU GÜNAHINI SIRTINA

VURDU GÜNAHINI SIRTINA

Zaman, yaşanandı. Yitip gidendi avuçların içinden ve bir ustaydı zaman. Oracıkta, becerikli bir örümcek gibi, gümüşten ağlarını ördü, ördü... İvedi, tezcanlı, sessiz... Duvarlarda onlarca yıl önceki çekiç vuruşlarıyla tarihe direnen kara taşlara, yere döşenmiş düz yüzeyli taşlara, duvar taşlarının arasından pıtır pıtır dökülen kurumuş kara toprağa, üstteki örtmeyi tutan yıllardır yanından geçenlerin el izlerini, bakışlarını taşıyan direklere, örtmenin yan yana dizilmiş, bazıları çürümeye yüz tutmuş ağaçlarına, ağaçların arasındaki yuvalarına girip çıkan serçelere, sığırcıklara, pembecik ağızlı avaz avaz kuş yavrularına, şakır da şakır aç çığlıklara, ana çağrılarına, sevgiye, sevecenliğe, evin hep açık duran, eskimiş, kocabaşlı hayvan boynuzlarıyla çizilmiş kocaman tahta kapısına, kapının altındaki o zamanın ve üzerinden geçenlerin ayak izlerinin kararttığı, yıpranmış, yer yer yenmiş yüksek ağaç eşiğe ve kapının içinde, öte yanında, yıkılmış avlu örtmesinden içeri düşmüş güneşe... Belki de, zaman değil de, uçuk bacadan karanlık avlulara vurmuş güneşti onca örümcek ağını tüm gördüklerinin üzerine gümüşten iplikçiklerle yayan, tüm gördüklerini sarıp sarmalayan. Yanılgıyı, acıyı, üzerine gölgeler düşmüş geçmişi uyuyakaldığı yerde okşayan... Uyan Gülgez uyan!
Ne zamandır burdaydı Gülgez? Ne zamandır gözleri kapının eşiğine kilitli, örtmenin bir kenarında, taştan örenmiş sekide oturuyordu?
Ne zamandır, o eşikten geçtiği bir geceyi anıyordu?
Gecelerden bir geceydi işte. Aysız, yıldızsız, ışıksız. Karanlığı kadar şanssız, bahtsız bir gece. Kapıdaki köpekler bağa vurdukça vurur. Geceyi yırtar örtmenin iki ucunda karşılıklı zincire bağlanmış iki köpeğin sesi. Aşağıdaki incecik derenin, çermenin şırıltısı ve köpekler... Ezel'in serin esintiye karışıp gelen o er kokusu... Gülgezi bekleyen Ezeldir gece karanlığını el yordamıyla yoklayan. Köyün ortasındaki yolu alttaki bostanlardan ayıran uzun taş çeperin öte ucunda, bir söğüdün altında, bir elinde kır atının dizgini, pusuda yatmaktadır Ezel. Köpekler onca uzaktan ayrımındadır Ezel'in. İncecik, şırıl şırıl akan dere ve karanlık yorganına bürünmüş sessiz gece... Bir de eşik! Dış kapının altındaki o koca ağaç yükselti, kararmış eşik. İçerde, iki kapı ötedeki yüksek tavanlı, sıcak gübre kokulu ahırın her boşalışında, karanlık avlulardan ağır ağır çıkan, güneşe gözlerini henüz alıştıramamış koca gözlü hayvanların tırnaklarını taktığı, gün batımına yakın içeriye kovalanan küçük kaz ve tavuk civcivlerinin üzerinden atlarken zorlandığı kocaman eşik. Ne çok söylenmişlerdir üç kuşak önce gelip buralara konan, atayurdu Ahıska'dan getirdiği kıl çadırını çoğu toprağın içinde kalmış taş duvarlı bir eve dönüştüren, bu eşiği de buraya konduran Ömer Dede'ye... Ne çok!
Ah bizim koca dedemiz, bunca yüksek mi yapılır eşik?
Yine de, kimsenin aklına gelmemiş, eli varmamıştır o koca eşiği yontup alçaltmaya. Atalardan bir anıdır evin önünde. Her girişte, çıkışta, her takılışta bir yürek burkulması, emeği geçene, çoktan toprak olmuşa saygı gibi...
Gecelerden bir geceydi işte, Gülgez elinde bohçası dışarı çıkmak için kapıya yanaştığında. Gecenin kör, sağır bir yarısı... Önce, kapının arkasındaki o koca dayağı, kapıyla avlunun toprak tabanındaki bir yerli taş arasına konmuş odunu kaldırmıştı. Sessiz ve ikirciksiz... Bir daha onlarca yıl o kapıdan içeri giremeyeceğini bilmeden. Sol arkada, iki kapı içerdeki evde, sağ yanda, bir kapı içerdeki tahta döşeli tahta sekili konuk odasında yatanları uyarmadan, kaçak bir gölge olup karanlığa karışmalıdır Gülgez. Ezel'e doğru...
Tam dışardaki göz kesmez karanlığa ilk adımını atarken bir kez ve son kez daha takılmıştı o koca eşiğe! Zor tutunmuştu kapının yan çerçevesine. Az kalsın örtmenin altına döşenmiş taşlara kapaklanıyordu. Tutunup kapının kenarından düşünmüştü Gülgez. Geceyi dinleyerek düşünmüştü. Bir uyarıydı belki eşik, yanlışa engel olmaya çalışan bir dost eli... Kesilip taşındığı ormanlardan, gelip geçene dokunarak yaşama katılan bir yüce çam esintisi.
Eşik deyip geçmemeliydi!
Kapıyı, sallanan kilit kolundan, zırzasından tutup yavaşça örtmüştü. Dönüp karanlıkta tam göremediği eşiğe doğru bakmıştı. Bırakıp o günler önceden verilmiş kararı, ikirciksiz kaçışı, yığılır gibi çöküvermişti bugün de üstünde oturduğu taş sekiye. Ya eve geri dönecek, ya söz verdiği gibi gidecek... Kendine, Ezel'e, Ezel'in karısı Şahsenem'e, bu kaçışın getireceği köydeki karmaşaya bir ayna tutmuş sanki eşik. Işıksız, sırsız bir ayna!
Daha on gün önceydi eşikteki kaz kesimi. Sabah erkenden toplanmıştı arkadaşları. Elli dört kazın o yüksek eşikte bir balta vuruşuyla boyunlarından tek tek kesilmesi, soyulması, temizlenmesi, tüyün, kanadın, ayağın, yağın ayrılması... On gün önceydi çalışırken ses sese söylenen türküler. İmece'nin şenliği, coşkusu... Daha gün batmadan gelmişti köyün delikanlılarıyla tulum da, şaşırıp kalmışlardı işi yetiştirmek için. Gülüşerek koşturmuşlardı köşebucak.
Köyün gençleri, komşular, akrabalar... Ayakların, zıplayan bedenlerin altında yaylanıp katılmıştı oyuna zemindeki tahtalar. Konuk odasında lüks lambasının sihirli ışıltısı... Bakışan gözlerde, terin inci damlaları gibi dizildiği, kaynayan genç kanının kıpkırmızı taştığı yüzlerde yalnız sevgi, arzu ve umuttu aydınlanan. Barın başında, tek oyunda, her zamanki gibi, hep Ezel. Taş çıkarır bekârlara. Çiçekli yaylalarda al valaya koşturur gibi atını... Yana yıkmış kasketini, kara gözlerinin üstüne. Tulum susunca türküde de o. Gözü çakılı sanki Gülgez'de. Öyle içten, öyle vurgun bakar ki... Kimin aklına gelir ki, köyün öte ucundan, Şahbaz'ın Şahsenemle evli oğluyla Gülgez çoktan sevdalanmışlar birbirlerine. Gizlice buluşur, sevişir olmuşlar. Gel demiş Ezel, vermezler biliyorum, kaç bana... Sana kıyacağım resmi nikâhı. Bırakacağım Şahsenem'i. Hepsi hepsi bir 'boş ol'la bitecek bir imam nikâhıdır aramızdaki. Çocukları alır mı bırakır mı bilmem demiş.
Gözü ne çocuk görmüş Gülgez'in, ne Şahsenem'e acımış. Gizlilerde, derelerde, fidanlıklarda, mereklerde sarılmış Ezel'e sıkı sıkı. Biçin zamanı, kızgın güneş altında, gün akşama, kan terlere bulanarak çalışmış da hiç su içmemiş, yangınlar içinde gibi, dayamış bedenini çağlayan dağ suları, kar suları gibi gördüğü Ezel'e, kana kana...
Yakışmaz Şahsenem bu yiğide diye düşünmüş. Her toyun birincilik valasını atının sağrısında tere bulayan, her kavganın öncüsü, gözüpek, mert yiğide yakışmaz Şahsenem... Suskun, önüne bakıp çalışan bir kocakarı sanki Şahsenem. Ne toy, ne oyun. Ne bir sevda türküsü...
Vermiş kararını çoktan, varacak Ezel'e. Kaçacaklar. Önce Kısır Dağı'nın öte yüzüne aşacaklar, orada bir köyde Ezel'in asker arkadaşına konuk olacaklar. Sonrasını yazgıya, olacaklara bırakacaklar.
Varmasına varacak da, o karanlık gecenin ortasında, tez giden, sessiz basan ayağına takılıvermiş kapının koca eşiği. Durmuş Gülgez, düşünmüş. Eşik deyip geçmemeli. Bir son uyarı, bir dost eli, bir yüce ağaç esintisi belki.
* * *
Dağ başındaki o arkadaş evinde ilk günler daha iyice tanımamış pişmanlığı. Kendilerine ayrılmış konuk odasında, dertsiz, tasasız, sevişmelere doyulmamış geceler yaşamışlar. Arkadaş karısının gözlerinde, evli bir erkeğe kaçışın ayıbını, konukluğunun hatırına susuşun izlerini bulmuş da, çok önemsememiş, yere bakmakla yetinmiş Gülgez.
Ne jandarma sormuş, ne arayan olmuş. Kimse düşmemiş artlarına. Çok günler sonra o yöne yolu düşmüş bir köylüleriyle ulaşan, anasının, "Yok benim öyle bir kızım. Onca yılın dul emeği, sütüm haramdır ona. Çalmasın bu kapıyı, aşmasın bu eşiği bir daha.." deyişinden başka. O zaman sarsılmış Gülgez, o ana iletisiyle... Sabahlara kadar ağlamış, dar gelmiş dolaşmaya çıktığı karlı dağlar.
Durgun, tepkisiz, suskun karşılamış Şahsenem gelenleri. İlk günler ses vermemiş kocasına, Gülgez'i de görmezden gelmiş, o kadar. Biri kucağında, biri kundakta iki çocukla dananın, kuzunun, ateşin ardında yitip yitip gitmiş.
Utanç, her gün batımında daha da ağırlaşan bir yük gibi binmiş yüreğine Gülgez'in. Her gün doğumunda, suskun, küskün Şahsenem'i her görüşünde, bir yeni zincir, bir paslı halka olup takılmış boğazına. Günahını görmemek için gözlerde, hep ırak durmuş insanlardan.
Önce danayı, kuzuyu, çapayı, tapanı almış Şahsenem'in elinden. Koşarak gitmiş tarlaya, bostana, uçarak geri dönmüş, ahıra, ateşe, ocağa, harmana, hamur teknesine davranmış. Sonra ayırmış yatağını Ezel'den... Direnmiş, yanına, yakınına koymamış. "Önce" demiş, "Şahsenem'e resmi nikâh kıyacaksın" Dikilmiş elinde koca bir kayın değnekle Ezel'in karşısına. "Önce Şahsenem'e nikâh! Hak onundur."
Sonra katlanmaya çalışmış yeni yaşamına. İçinden de, dışından da, fırtınalı, kasırgalı... Yürüyen bir öfke, bir tanrı ateşi Gülgez. Dokunsan ağlayacak, seslensen parlayacak...
Düşürmeye çalışmış karnında taşıdığını, kıyıp becerememiş. Bir tek ses, bir tek koku aramış anasından, kardeşlerinden, evinden... Bir kez daha görüp evinin o koca eşiğini, sonra ölmek istemiş. Kaçak bir yolcu, bir hırsız gibi geçmiş kapılarının önünden. Kıyamamış canına.
Kara yazgısına bağlayıp olanları, düşünecek zaman bırakmamak için günahkâr bedenine, ölesiye çalışmış. Bir elinde ahır süpürgesi, bir elinde tırpan, sırtında Sevda kızı, dur durak bilmemiş. Belki o küçücük Sevda gülüşleriyle yeniden ısınmış yüreği de, dişi olduğunu anımsamış. Kırmamaya çalışarak Şahsenem'i, Ezel'i paylaşmaya katlanmış. Kimi gün pişmanlık, kimi gün geçici bir esenlikle, kimi küskün, kimi barışık, ama hep patlayamaya hazır bir kasırga gibi yaşamış yılları. Art arda iki oğlan çocuğu katmış evin kalabalığına.
Anasının kendine küskün göçmüş ölü bedenine kapandığı gün vermiş kararını. Doya doya solumuş, koklamış baba evinin avlusunu, mereğini, merteğini. İçi titreyerek dokunmuş koşatlarına, direklerine, sekilerine... Elleriyle işlediği yastıkları, kilimleri, keçeleri okşamış. Ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerini çakıp üstüne, öyle bakmış kapıdaki o koca eşiğe. Bakakalmış.
O gün, Ezel'le son gün olmuş. Emeğinin, kadınlığının karşılığını istemiş Ezel'den. Kaçırdığı gece boynuna taktığı altınları da katıp aldığına, kente göçmüş bir komşunun evini peylemiş, ayrılmış Gülgez...
Bir kız, iki oğlan çocuğuyla tarlasız, tapansız direnmiş yıllara. Boş kalmış uzak tarlalara ekmiş çocuklarının umudunu. Saatlerce yürüyüp ölesiye çalışarak gece karanlıklarında dönmüş evine. Yarılmış, kalın nasırlar bağlamış ellerinde taşımış yangınları, altı delinmiş çarıklarda, kara lastiklerde sürümüş yorgun bedenini. Aldırmamış belinin, bacağının ağrısına. Unutmuş kadınlığı, aşkı, sevdayı. Sevda'sına öğretmiş kızlık türkülerini, halı, kilim, yastık, keçe nakışlarını. Sevda'sının saçlarını koklamış, gül yüzünü okşamış uykusuz gecelerinde. "Anam benim" diyerek sevmiş kızını. Toprak olmuş anasına bağışlatmak için kendini, günlerce, gecelerce kahretmiş yaşama.
* * *
Ne zamandır okşuyor güneş Gülgez'in yıllardır sevilmemiş sırtını?
Bir gün önce duymuş evin satıldığını da vurulmuş beyninin ortasından. Yıllardır ne bir ses, ne bir soluklarını duyduğu, batıdaki kentlere, karılara, çocuklara dağılmış kardeşleri satmışlar baba ocağını! Yok saymışlar Gülgez bacılarını.
Ne bir hayvan ayağı, ne çocuk çığlığı karanlık avlularda. Ne bir sevda türküsü, ne bir sevecen ana çağrısı evlerde... Koşatlarda, direklerde, çürümeye yüz tutmuş örtmelerde, on yıllar öncesinin dokunuşları, bakışları gizlenmiş. Ağır, hüzünlü bir havadır içeriyi dolduran. Yırta yırta geçer soluk yollarını, uyandırır geçmişi.
Yıllardır uğramamış baba evine Gülgez. Ne zaman uçmuş, yıkılmış bu avlunun örtmesi, ne zamandır gümüş ipliklerle donanmış kapısı, bacası?
Derin bir soluk alıp doğruldu oturduğu yerden Gülgez. Yandaki evin kapı aralığından eski komşuları, baba evinin de yeni sahibi Alişan'ın saatlerdir kendini gözlemekte olduğunu bilmeden oraya yöneldi. Alişan'ın kapısındaki demir elcek duyulur duyulmaz tıkırdadı.
"Alişan Dada!" diye seslendi Gülgez. Aynı çocukluğunda, genç kızlığındaki sesi! Aynı sesle seslendi Gülgez, gözünde iki damla yaş.
Öyle dokunaklı geldi ki o ses Alişan'a, hiç beklemeden, hiç bekletmeden açtı kapıyı. Kapının hemen arkasında durduğu, Gülgez'i izlediği anlaşılmasın diye bir ufak çaba bile göstermedi.
"Buyur Gülgez kızım, gel içeri " dedi. Sıcak, sevecen, babacan... Sesinde gizlenmemiş bir acıyla.
"Gelmeyeyim Alişan Dada..." İçine koca bir soluk doladı Gülgez. Gözlerinden, sıra sıra inci taneleri olup akıverdi yaşlar...
"Baba evimdir Dada'can" dedi Gülgez. Cız etti Alişan'ın içi. Bu, kapıdan görüp acısını sezdiği, yıllar öncesinin dostluk, atalık duygularıyla sarmaya, sahiplenmeye yöneldiği deli kız, bir köyü öfkesiyle yıldırmış deli kadın, Alişan'ın evi satın almasına bir engel mi çıkaracaktı acaba? Kanun karşısında elbet o da hak sahibiydi kardeşlerinin sattığı evde, yıllardır uzak, dışlanmış olsa da...
"İzin verirsen, evin eşiğini almak istiyorum Alişan dada" dedi Gülgez. "Bir balta, bir kürek, bir iznin olursa. Senin işine yaramaz artık."
Aldı nasır nasır yarık yarık eline baltayı, küreği, vardı yüreğine akan acının tadına, yürüdü baba evinin eşiğine Gülgez. O eşiği çıkarıp yerinden, kendi evine takacak.
"Bak kızım, eğer ayağın takılırsa bu eşiğe bir gün," diyecek kızına, Sevda'sına, "eşik diye geçme sakın, iyi düşün gittiğin yeri. İyice bak aynalara. İyi tart kendini. Bir odun, bir tahta parçası diye bilme bu eşiği sakın!"
Vurdu günahını sırtına Gülgez, aldırmadı bakışlara, köyü bir baştan bir başa yürüdü. (Ocak 2001- Haziran 2002)