Menu
ünlü hekim ekrem bey’in küçük oğlu sadettin
Öykü • ünlü hekim ekrem bey’in küçük oğlu sadettin

ünlü hekim ekrem bey’in küçük oğlu sadettin


bazı arkadaşlarıyla birlikte fukara ruhunu eğlemek için büyü ve sihre merak salar. at meydanı’nın karşısında bulunan ahşap bir kahvehanenin üst katında el falı baktırır, yan masada bulunan hanımefendilere göz kırpar, akşam olunca da konağın yolunu tutardı. baktırdığı her fal ruhunda izbe bir köşe buldu, duvarlar yıktı. şehrin yedi köşesine yedi gulyabani durağı, yedi mendebur suratı, yedi şeytan kulağı dikti. kalbi hep o nefretin kucağında sükunet buldu. geceleri rüyalarına aldı kabahatini. büyüttü. kargışladı, pışpışladı. tüm rüyalar zemheri soğuklarında şehrin caddelerinde dolaşıp dururken uyandığı her sabaha lanet etti sadettin. ekrem bey’in küçük oğlu sadettin, ekrem bey’in paris’te eğitim gören büyük oğlu değil, ekrem bey’in balolardan, şenlikli eğlencelerden sakladığı ortanca oğlu değil, ekrem bey’in küçük oğlu sadettin. öylesine. sıradan. ekrem bey’in paris’te eğitim gören büyük oğlu, ekrem bey’in balolardan, şenlikli eğlencelerden sakladığı ortanca oğlu ve ekrem bey’in küçük oğlu: sadettin. öylesine. sıradan.  

üç katlı konağın

üst katındaki odasından usulca aşağıya süzüldü sadettin. etrafı kolaçan etti. trabzana elini sürtüp ayaklarının ucuyla ahşap merdiveni yavaşça inerek kapıya kadar geldi. kapının yanındaki çerçevesi altın kaplı ihtişamlı aynaya bir bakış fırlattı. kısacık bu bakış burnunu olduğu gibi bedeninden ayırarak ellerinin arasına attı. iki delik, içindeki kas ve kıkırdaklar, üzerini örten deri… ah o eğri kemer dedi içinden sadettin. günümü, gecemi hicrana boğdun. nice dilberi yolumdan ettin. nice sözüm asılı kaldı infaz edilmiş mahkumlar gibi. 

kapıyı usulca kapatıp bahçeye çıktı. birkaç hanımelini ayırdı dalından. yaseminle konuştu. kırmızı gülün içine toprak doldurdu. yürümeye başladı. şimendifer gürültüsünden geçip ara sokaklardan süzüle süzüle at meydanına attı kendini. meydan henüz sakindi. akşamdan kalma toprağa serpilmiş tohum gibi köşelere yapışmış birkaç zerre zevatı saymazsak tabii. ve bir de kahveci beyi papgen. gözlerini yoldan geçen ahalinin ayakkabılarına dikmiş takip ediyor, arada bir yuttuğu harfleri boğarak birkaç laf atıyordu gelip geçene. sadettin’i de çarıklarından tanıdı. çarığın üstünde birbirine kafa tutan yeşil renkli iki ejderha her an yeni bir savaşın fitilini ateşleyebilirdi. gözlerini hemen çekti oradan. siyah şalvarın üzerine bol bir cübbe geçirmiş sadettin. sarığı pamuk tarlaları gibi bembeyaz.

papgen’e alel usul selam vererek kahvehanenin üst katına yollandı. merdivenleri çıkarken arka bölmedeki çırağa eliyle iki işareti yaptı. bu işaret pek çok farklı manalara gelebilirdi. hele seferberlik emirlerinin kapı kapı dolaşıp bazı avlularda durakladığı şu günlerde. çırak denileni anlayıp atik bir şekilde görevini yerine getirmek için mutfağa yöneldi. bi’ eliyle maşayı tutup ocağın altını üstüne getirdi. diğer elindeki cezveyi korun üstüne sürdü. ya hak ya bismillah diye de ünledi. 

sadettin yukarıda kendisini bekleyen ismail’e içten bir selam verdi. mukabelenin ardından bağdaş kurup oturdu yanına. odanın içe dolaşan sedirinin sağ köşesinde neredeyse yapışık bir şekilde oturmuş kahvelerini bekliyorlardı. ismail sarığından fışkıran saçlarıyla uğraşırken elinden bıraktığı nargileyi sadettin’e uzattı. sadettin nargileyi gönülsüz alıp birkaç fırt çekti. sadettin’in ciğerlerine yayılıp dışarı çıkmak isteyen dumanların odayı kaplaması beklenirken sade bir öksürük sesi duyuldu. boğazı gıcıklanmış bir herifin sıradan bir böğürtüsü. yahut laf arasında kelimeleri çıktığı yere tekrar döndürebilmek için ustaca yapılmış bir hamle. bu illüzyona benzeyen son olayı ne yazık ki kimse görmemişti. çünkü ismail hâlâ omuzlarını aşan saçlarıyla oynamakla meşguldü. 

tarih-i kebir

‘de anlatılanlara göre bu şehristanbul içinde hanlar, hamamlar, tütsühaneler, su değirmenleri, kerpiç köprüler, dağ çiçekleri… üç kollu ecinni taifesi kara günün kara tahtına oturmuş. yer tufanı, gök tufanı… kızıl gerdan şafağın bağrına doğru koşarken kaybolmuş. bu afeti gören kara gözlü, kızıl saçlı, döşü görklü dervişler yerin yedi kat dibine kaçışıp nefes vermeye başlamışlar. al nefes, ver nefes zaman durmuş. günler solmuş. akşam sabah, sabah akşam, hu dervişim hu. derken pirimiz gelirgeçmez dıran efendi bir hışımla yeryüzünde görünmüş. dervişlerini çağırmış yanına. hep bir ağızdan feveran etmişler. önce yer sakinlemiş, sonra gök. insanlar derin uykularından o zaman uyanmışlar. sokaklar insan hevesiyle dolmuş. heves kaçtıkça onlar kovalamış. bir uçurumun kenarı, bir çeşme başı, bir yel değirmeninde yakalamışlar onu. köşeye sıkışan heves gözlerinden birkaç sıvı püskürtmüş ve oracıkta vermiş son hevesini. püskürttüğü o şey bala benzeyen akışkan bir maddeymiş. gelirgeçmez dıran efendi’ye haber salınmış. huşu içinde eller göbek hizasında gözler yere sabit beklerlerken gelmiş efendi. bir yanda heves yüzü koyun yatarken diğer yanda akışkan madde duruyormuş. insanlar birbirine bulanmış. gelirgeçmez efendi elleriyle hevesi havaya kaldırıp bir nefes vermiş. heves göğe yükselirken eliyle yerdeki akışkan maddeyi toprağa gömmüş. sonra ahaliye dönüp “içinizdeki arzu ve istekleri terbiye etmezseniz onun üzerinize bir azrail gibi geleceğini unutmayın.” heves güzeldir lakin içinde terbiye olmayan bal renginde bal tadında bir madde vardır. onun olgunlaşmasını bekleyin. bekleyin ki bal zehre dönüşmesin. tarih-i kebir’de anlatılana göre o günden sonra heves insanlara bir daha böyle oyunlar oynamamış. hatta onu ortalıkta gören kimse olmamış. onun sadece adı kalmış ve körpe hevesin içinden çıkan zehirli bala da baldıran denmiş.

ismail kitabın kapağını kapatıp sadettin’e döndü. “sen,” dedi. “bir heves uğruna içindeki tüm kötülükleri dışarıya çıkarmak niyetindesin. zehir de bal da…”

sadettin kahveden son yudumu alıp celalli bir şekilde ayağa fırladı. iki çarığındaki iki ejderhayı da yanına alıp koştur koştur indi merdivenlerden. Kendisine laf atan papgen’e cevap vermeden meydana çıktı. etraf şenlik şenlik üstüne geliyordu sanki. derince bir nefes alıp koşmaya başladı. önüne çıkan ilk arabacıya işaret edip durdurdu. “gelincik tepesine.”

yollar var, yolcusunu yolda bırakır. yollar var yol içinde. yollar var yolcusuz. yolların kulu sadettin. doğduğu günden bu yana süründü, emekledi, yürüdü, koştu. etraf sessiz ve tenhaydı, ayağına batan dikenleri ayıklamadı hiç. olur da bir gün aynı yola düşerse nerede battığını unutmamak için. kıştı, kardı, bağ, bayır, dağ, çayır. geçti. sokaklara karıştı, duydu, işitti, anladı. bildi, bildirmedi. göründü, gördü. ne yaptı etti, yine düştü yola işte. ardından bakmadı kimse. ardına bakmadı. yalnız pos bir ağrı. çürüten, çürüye çürüye tüketen. 

tepeye çıkan yamaca vardıklarında birkaç akçe çıkardı kuşağından. arabacının akçelere göz değdirmesine aldırmadan indi arabadan. yamacın dik tarafından tırmanmaya başladı tepeye. zikzak çizerek tırmansa da nefesi yetmedi bir çırpıda tepeyi görmeye. havle barkın çıkın talan. havle barkın çıkın talan diye diye göz ucuyla süzdü tepeyi. onu karşılayan söğüt ağacının süzülen dallarına doğru eğildi. ak teni zembili olmayan sepet gibi eciş bücüş olsa da aldırmadı. yönünü karşı dağlara dönerek uzandı duldaya. 

üzerine varılamayan bir ağrı.

ağacın gölgesi mi yoksa sadettin’in gölgesi mi karşı geldi dağlara? dağlar ki ölüm kusmuğu kokar buralarda. için için bir feryat ulağı. vadi boyu çetin ırmak. geçer tepeleri aşar, gece rüyalara girer, birkaç fasıl birkaç yoksulluk. buraların hükümdarı, bitmeyen hikâyesi, anlatılan, anlatıla anlatıla çoğalan, dirlik düzenlik, henüz yeni terleyen bıyıklara erlik. rivayet eylerler ki, sadettin o gün kendi kabuğunu sıyırıp atınca, terkisinden dünyalıklarını boşaltınca, elleri, kolları, gözleri, ayakları, cemi cümlesi, etrafı zümrüt, gözleri yeşil, sübhanallah, oğlan oğlu oğlan bir cemre gibi belirdi ağacın kavuğunda. tüm uzuvları, yerli yerinde, parlak ve sağlamdı. kalbini yokladı, kalbi, hevesi, öfkesi, ağrısı, dik ağrısı, yaman, yaman ağrısı. yerinde. gözlerine bakamadı bir tek. gözleriyle baktı ama. alabildiğince yeşil. bağır orman türküsü. ardıç, söğüt, badem. 

sadettin ayağa kalktı. ellerinin var dermanıyla elbisesini silkeledi. vakit akşama yakın bir düş görümlüğü kadardı. yola düştü. patikanın kıvrılan köy yoluna doğruydu yönü. okudu, okudukça birkaç çalı çırpı dile geldi. evveli allah, ahiri allah, ya allah. insan yürürken önüne bakar derdi dedesi. önüne baktı. önünde yürüyen çarıklarına. alttan ve üsten sağdan ve soldan yamana yamana esasından kalmamış çarıklarına. paralandıkça paralanan çarıklarının burnu. ayağı yalpalarsa yırtıktan görünen baş parmağı. yürüdü. bakmadı önüne. sağına ve soluna. bismillah dedi. okudu ve üfledi. kayaları uzaktan harami başlarına, dereleri yılan kuyruklarına, geniş tarlaları kan gölüne benzetti. yürüdü. evvel zaman içinde kalbur saman içinde. az gitti uz gitti. sıyrıldı etinden. eti bedenine yapışık, paslı çivi, kör testere. bağır bağır dünya. 

bu vakitte ne işi vardı bu dağ başında? nasıl gelmişti? niye gelmişti? cevaplar anlamsız. gerçekler gerçek değil. mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi? gerçek. ayırt edildi. bir sabah sadettin bunaltıcı değil bulanan bir rüyadan uyanmadı. akşama doğruydu. dürüst. eridi. hayalin içinde gerçek, gücün içinde. eridi. kurdu, kuruldu. babasını düşündü. onu da sıyırdı gerçeklik etinden. abilerini düşündü. neredeydi annesi? neredeydi göğsüne yaslanıp emdiği hayat? ismail ve papgen. sıyır, sıyırabilirsen. 

bütün ezberler, dünya bilgisi, yaşamak için değil miydi sadettin? gün seninle başlayıp seninle bitmedi mi? göğe doğru uzanan, artan eksilen, damıttıkça kekreyen bir nefes değil miydi? neydi senin derdin ki düş kurdun? kurduğun düşün içinde en çok kendini yordun? böyledir. doğarsın. etine batırır acıtırsın. karga sesinden bir oymak. kuzu sesinden bir çakıl. oyarak, çakılırsın. bağır sadettin. avazını kaybeden hiç kimse hükümdar olamaz. yürü ve bağır. senin değil, senden değil. sana değil öfkesi. kendine. kendi kendine. öyle bir duygu ki bu sıktıkça yumruğunu zılgıt çalarlar boyuna. kâhinler, dengbejler huşu içinde örterler ömür örtüsünü.

yürü sadettin kendine yürü.

eve varınca, ne diyeceğini düşündü bey babasına. dili döndü boyuna. düş değil gerçek dili. sade, ihtişamsız. avutmadan, aldatmadan. kesinkes. oyunsuz. kandırmadan. konuş dedi kendine. konuş sadettin. bu zamana kadar konuşmadın, konuşamadın. içinde büyüdü kelimeler. cümle bir ifrit otağı. olmadı. olamadı. gözdeydi, göz değdi. bütün bir ömrü heba edecek kadar. 

b

   e          bir düş gördüm.   

      n

ben 

     bir 

         düş 

              gördüm.


ayaklarını sürüyerek çatın köşesinde göründü sadettin. uzun bir gurbet yolculuğundan dönmüş gibi baktı karşısındaki ev kalabalığına. gününü sayan ihtiyardı sanki gördüğü. dişleri patlamış, damaklarında derman kalmamış ağıt. yağmur suyu süzen sundurmanın altında, doldurmaya çalıştığı ömrüne hem günah hem de sevap ekleyen birçok törpü. aşınmış ev içlerinde kazan dibine sokulup unutulan tereke yeminleri. 

birkaç saatlik cezbeydi gördüğü. dalandığı o yumaktan aşağıya bir ip sarkıtabilseydi şimdi. inerken çıksa. çıkarken inseydi. gelir miydi tekrar buralara? yüzyıllar süren bu düşten uyanmadan önce sadettin, göçeri süt gibi bir oğlandı. ağzı var dili yok. köpüren kavın azgın iştahına aldırış etmez gel deyince gelir git deyince giderdi. en çok yürüdüğü o yol komun yoluydu. tekesi, koyunu, davarı, huzur içinde yaşarlardı sadettin’le. zaten o da fırtınaya tutulmuş serçe gibi olurdu yavrularını görünce. evinden evine ulanan bir sicimdi o sıralar yaşamak. sonrasını bilen var mıydı? var mıydı öncesi? 

sokağa girdiğinde evlerinin önünde toplaşan kalabalığı gördü. on beş yirmi baş. gözlerini gözlerine dikmiş acıyarak bakıyorlardı. ön tarafta, köşkün dibinde papgen vardı. titreyen sağ el parmaklarını sol eliyle susturabilmek için mücadele ediyordu. yanında köyün delisi ismail. ismail’in elinde asası var. durmadan duvar diplerini eşeliyor asanın sivri ucuyla. asayı gören karıncalar huzursuzca kaçışıyorlar dört bir yana. kalabalığa adım adım yaklaşıyor sadettin. bir iki üç. ortada bir boşluk. üç adam atın boynuna beş adam da atın ayaklarına sarılmış zapt etmeye çalışıyor. 

nalbant ekrem elindeki keskiyle atın önceden çakılan nalını sökmeye çalışıyor. hayvan olanlara anlam veremediği için yerinden kalmaya meyilli. ya allah birsin. ekrem kuşağından çıkardığı mendiliyle alnına ve koynuna konan teri siliyor. kalabalık ayda yılda bir olan bu cümbüşü büyük bir dikkatle izlerken hayvanın sahibi dayanamadığı için gözlerini kaçırıyor. uzayan tırnaklar kesiliyor. neredeyse bitmek üzere. ekrem bir an büyük oğluyla göz göze geliyor. muhtemelen birazdan şehir dışından gelecek ortanca oğlunu karşılaması için ona birkaç şey söyledi. sonra bir anda durdu ekrem. bir ömürdür düşünmüş de şimdi bulmuş gibi durdu. derin derin nefes aldı. başını ellerinin arasına koyup başladı gökyüzüne bakmaya. baktı, baktı, baktı. sonra gözlerini indirip papgen’e seslendi:

papgen bizim sadettin’i gördün mü? 

nice zamandır görünmüyor ortalıkta.


Sıddık

Sıddık Yurtsever, Malatya’nın Arapgir ilçesinde dünyaya geldi. Türkçe öğretmenliği mezunu. Türk İslam Edebiyatında yüksek lisans eğitimini tamamladı. Editör. Öykü ve yazıları; Mahalle Mektebi, İtibar, Muhayyel, Hece, Karabatak, Aşkar, Kayıp Kayıt, Muhit dergilerinde yayımlandı. Benden Başka Herkes ve Yarım Kalmış Bir Nehir adında iki öykü kitabı var.

Daha fazla görüntüle