Damağımda adını tam koyamadığım tatlı mı tatlı bir lezzet, dilimin ucunda “Mutlu olmak varken bu dünyada.” şarkısı, zihnimin tüm hücrelerinde yarına dair umut dolu düşünceler-Bu gün olumsuz olana yer yok.- çakıl taşlı yolu miskin adımlarla yürüyorum.
Dedim ya bu gün kötümserliğe yer yok. Ağaç yapraklarını usulca hışırdatan rüzgâr, ne kadar tatlı esiyor. Ya şu cıvıl cıvıl ötüşen kuşlara ne demeli. Başka zaman olsa “Ne kadar çirkin bir ses.” diye rahatsız olacağım kurbağa vıraklamaları ninni gibisiniz. Uzun, ince kavak ağaçlarına tüneyen, gökte gürültücü çığlıklar atarak uçuşan kargalar, siz ne kadar sevimli, sevilesi kuşlarsınız.
Peki ya sen, sağımda nazlı nazlı akan dere, sana ne demeli; bu ne tatlı bir akıştır. Peki, gönlüm neden bu kadar neşeli? Bu yol nereye gidiyor? Varış noktam neresi? Nereye varmayı umut ediyorum? Bunlara verecek bir cevabım yok. Yol bilmediğim bir istikamete doğru gidiyor. Ben ise iplerimi koparmış, özgürlüğe kavuşmuş olmanın neşesiyle bilinmeze doğru yol alıyorum. Bilinmezlik korkutur ama tuhaftır; sonunu bilmediğim bu gidiş, bilinmezlik beni korkutmaktan çok, gelecekteki bana dair umut taşıyor. Yüreğimde, adımlarımda, tenimi yalayan ılık rüzgârda, ağzımdaki sütlü kahve tadında, sırtımda birleştirdiğim hafif terli avuçlarımda, uzun siyah saçlarımın, keten pantolon ve ceketimin rüzgârla savruluşunda tatlı bir umut var.
Yer yer kırılmış beton köprüye geldiğimde; ayaklarımı suya doğru sarkıtarak oturuyorum. Hiç acelesi yokmuşçasına akan berrak su, ardında köpükler bırakarak kayboluyor köprünün altında. Balık mı o? Evet, evet kırmızı, küçük bir alabalık. “Yüzdüğü suyu biliyor mu acaba?” diye düşünmeden edemiyorum. Muzır tarafım uyanıyor. Yandan küçük- kum kadar- bir taş alıp balığa doğru atıyor. Taşın suya değişi ile balıkçık önce sağına soluna dönüyor. Sonrasında da hızlıca çimlerin altına kaçıyor. “Neden yaptın bunu? Niye kaçırdın balığın keyfini?” diyor, akıllı yanım. “Çocuk tarafım uyandı, o yaptırdı.” diyorum, cevap olarak. Son zamanlarda en büyük sığınağım: çocukluğum.
Su “Çıkar ayakkabılarını, çoraplarını; sıva pantolon paçalarını, ayaklarını suyumda serinlet.”’ der gibi. Yoksa bana mı öyle geldi. Bilinmez. Belki de burada, bu halde otururken; yeniden uyanan çocukluğumdur, suya söyleten bunları.
Boyaları yer yer solmuş, deri ayakkabılarımı, yürümekten ter içindeki ayağıma yapışan çoraplarımı acele etmeden çıkarıyorum. Soluk kahve, keten pantolonumun paçalarını özenle katlayarak dizlerime kadar sıyırıyorum. Çakıl taşlarına basamamaya özen göstererek, dik yokuştan aşağı düşmemek için yan yan suya koşuyorum.
Önce sağ ayak parmaklarımı, sıcaklığını ölçer gibi suya dokunduruyorum. Amma da soğuk. Vazgeçmek düşüncesi yokluyor zihnimi. Yok yok. Bunu yaparsam küser bana çocukluğum. İki ayağımı daldırıyorum. Suyun soğukluğunda tüm vücudum ürperiyor. Bu kadar soğuk olabileceğini hiç düşünmemiştim. Çocukken buz gibi suya üşüyecek olmaya aldırmadan girerdik. Çocukluktaki kaygısızlığımızın, korkusuzluğumuzun yerini, büyüdükçe temkinlilik mi alıyor ne?
Attığım taşla keyfini kaçırdığım balığın az önce yüzdüğü yere doğru yavaş adımlarla ilerliyorum. Balık olmak geçiyor içimden. Bir filmde görmüştüm insanlar hayvan donuna giriyordu: Kimi tilki, kimi kurt, kimi de tavşan. Ah mümkün olsa da ben de şu an kırmızı, küçük bir alabalık olabilsem. Girsem balıkların arasına, dinlesem onları. Balıklar nasıl konuşur, ne konuşur? Ya da insanların gözlerinden uzak olduklarında neler yaptıklarını öğrenebilsem. Sadece ayaklarımı sokabildiğim suyun neleri sakladığını öğrenebilsem.
Ayaklarım giderek alışıyor, suya. Köprünün altlarına doğru gidiyorum. Çocukken ne güzeldi: köprünün girişini çim ve taşlarla bir güzel kapatır, umutla beklerdik; suyun göle durmasını. Su yükselip yaptığımız seti aşınca, atardık, büyük bir neşeyle utanmak nedir bilmeyen çıplak bedenlerimizi suya. Çocukluğum cılız bir sesle: “Kapat hadi, köprünün ağzını. Utanma bedeninin çıplaklığından, suyun tatlı serinliğine bırak kendini.” diyor. Biraz daha beklersem çocukluğum ikna edecek, giderek yüreğimde yükselen sesiyle. O zaman ne yapmalı? diye düşünüp hızlı adımlarla dik yokuşu tırmanıyorum. Bu defa çakıl taşlarını umursamadan ayakkabılarıma, çoraplarıma koşuyorum. Ayaklarımı kurutmadan çoraplarımı, ayakkabılarımı acele hareketlerle giyiniyorum. Başlıyorum bilinmezliğe doğru giden yolu adımlamaya, bir yandan da pantolon paçalarımı düzeltmeye çalışarak. Giderek seyrelen ağaçların yerini alan bozkır, taş, toprak; kuş, su ve kurbağa seslerinin duyulmaz oluşu; yokuşun dikliği kaçırmıyor, keyfimi. Ama çocukluğumun sesini duymaz oluyorum, artık. Küstü, sindi yine yüreğimin derinliklerine. Olsun. Dedim ya, bu gün kötü düşünceye, duyguya izin yok. Ayrıca bu gün bencilim. Yol uçuruma çıksa dahi yüreğimdeki umut tükenmemeli. “Çorak, dik yokuş: sincapların, tavşanların, kekliklerin ve başka hayvanların koşturduğu gür bir ormana çıksa. Kuş sesleri, yosun ve ağaçlardan yayılan kokuları duyumsayarak yürüsem. Ara sıra ağaçların geniş gövdelerine yaslanarak soluklansam. Ağzımda tembel bir türküyle yürüdükten sonra: renk renk kelebeklerin uçuştuğu çiçekli, çimenli bir çayırlığa çıksam. Çayırlığın tam ora yerinde; tek penceresi olan, tek odalı, tek katlı ahşap bir kulübe . Kulübede usul usul yanan bir odun sobasının üzerinde demini almış bir demlik çay. Bir masa, bir sandalye, bir de kırık dökük bir kanepe olsa, odada. Kanepede uyuya kalmış esmer tenli, kocaman siyah gözlü sevdiğim. Odanın bir köşesinde eski bir gramafon. Umut yüklü şarkılar tüm odayı kaplasa. Sandalyeyi çeksem sobanın sıcaklığına. Odun çıtırtıları eşliğinde içsem demini almış acı çaydan bardak bardak. Yarin soluk alış verişini, gülümseyen gözlerini izleyerek mayışıp uyuyakalsam sonra … “ne güzel olurdu.” diye, huzura doğru, tatlı hayaller kurarak yol aldığımı ya da almak istediğimi duyumsuyorum.
Zihnimde tatlı hayallerle bulutların üzerinde yürüyormuşçasına giderek dikleşen yokuşun sonuna vardığımda yorulduğumu hissediyorum. Terden sırılsıklam tüm vücudum. Üstüne oturup dinlenmek umuduyla bir taş arıyor, gözlerim. Kurak bozkırda en yakın taş en az beş yüz metre uzağımda. Üşeniyorum. Atıyorum bedenimi sarı bozkıra, dikenleri umursamadan. Sırt üstü uzandığım yerden bulutlu, mavi göğü seyre dalıyorum. Güneş bir görünüp bir kayboluyor, pamuk beyazı bulutların arasından. Uzansam dokunacakmışım izlenimi veren bulutlar hızlıca üzerimden akıp gidiyor. Kalksam, uzansam dokunabilecekmişim izlenimi uyandıran bulutların her biri bir hayvanı anımsatıyor bana. Şu an da gölgesinin bedenimin üzerinden geçişini hissettiğim bulutçuk; pandaya benzemiyor mu? Ya şu az uzakta olan, dokunmak mümkün değilmiş gibi duran bulut; deniz atını andırmıyor mu?
Bulutları hayvanlara benzetme oyunum ne kadar sürdü bilinmez, uzaktan gelen çan seslerini duymamla uzandığım yerden kalkıp oturmam bir oluyor. Giderek yaklaşan çan seslerine koyun, keçi sesleri eşlik ediyor. Seslerin geldiği yöne bakıyorum. Kırmızı, beyaz, siyah koyunların çoğunlukta olduğu bir sürü bana doğru geliyor. Keçiler en önde her zamanki gibi.
Beyaz benekleri olan siyah bir keçi, bana doğru yaklaşıyor. Meraklı burnuyla ayakkabılarımı kokluyor bir müddet. Yiyecek bir tarafım olmadığını anlamış olacak ki, geldiği gibi uzaklaşıyor. Ben oturuşumu bozmadan sürünün geçmesini bekliyorum.
Sürünün en arkasında yılların yorgunluğunu adımlarında taşıyan çoban, yavaş adımlarla geliyor. İki adım atıp soluklanıyor. Birkaç adım attıktan sonra olduğu yerde dikilip elindeki uzun oduna yaslanarak etrafı gözlüyor. İşte o an esmer yüzünde çukura kaçmış gözleri ile göz göze geliyorum. Uzaktan el sallıyorum. Çobandan karşılık alamayınca görmemiştir diye düşünüp daha coşkulu bir şekilde el sallıyorum. Adamın beni gördüğü ya da umursadığı yok.
Ben burada yokmuşum gibi koyunlarının arkasından hızlı adımlarla gidiyor, çoban. “Hey, neden selamımı almadın?” diye bağırmak geliyor içimden. Ya da kalkıp çobanın gözlerine dik dik bakıp: “Ben sana ne yaptım da bir selamı, iki kelamı bana çok gördün?” demek, istiyorum. “Ama gerginliğe gerek yok. Ne olmuş adam selamımı almamışsa, benimle iki laf etmemişse.” diyerek, içimde uyanan öfkeyi dizginliyorum.
Bu bozkırın ortasında böylece otursam öfkemin artacağını hissederek, kalkıyorum. Üstümü başımı silkelemeden yola koyuluyorum. Dudaklarımda tembel bir türkü miskin adımlarla çakıl taşlı yolu adımlıyorum, yan yana oturup sohbet edebileceğim bir çoban bulurum umuduyla.
KANDIRA- 29.02.2016
1985’te Erzurum'un Güllüçimen Köyü’nde doğdu. 2006 yılında Pamukkale Üniversitesi’nden mezun oldu. 2007’de öğretmenliğe başladı.