Menu
ÜÇ
Öykü • ÜÇ

ÜÇ

Kapı gıcırdayarak aralandı.
Bakıştılar.
Sarıydı teni, bitkindi kadın. Tedirgindi bakışları. Yattığı yerden ağır ağır doğruldu.
“Geldi mi?”

Başını sallayarak onayladı adam. Tedirgindi bakışları.

Koyu renk perdeleri sımsıkı örtülmüş havasız odaya, adamın elini tutarak girdi küçük çocuk. Kıvır kıvır kestane rengi saçları, uzun kirpiklerinin gölgelediği kocaman ela gözleri vardı. Korkuyordu, çok! Ayaklarını sürüyerek ilerledi odanın ortasına. Adam elini bırakmış, aralık kapının ardında bekliyordu, soluksuz.

Çocuğu görünce hışımla arkasını dönüp uzandı yine yatağa kadın.

Korkuyordu çocuk.
Arkasına baktı, adamı aradı gözleri, babasını.
Gülümseyerek başını sallıyordu babası, devam etmesi için cesaret veriyordu küçücük aralıktan.

Kafası öne düştü, gözlerine yaşlar doluştu, minik parmaklarını iç içe geçirdi, destek aradı bir eli diğerinden.
“Anne?” dedi en sonunda. Sesi titrerken devamını zor getirdi, “Çok özür dilerim.”
Ve başladı sessizce ağlamaya.

Aylar sonra karşılaşmalarının bu kadar sessiz olacağını tahmin etmemişti. Yine eskiden olduğu gibi boynundan koklaya koklaya öper, sımsıkı kucaklar, saçlarını okşarken, “Yavrum!” der sanıyordu. Çok özlemişti, çok. Bir adım ötesindeydi ama gidip dokunamıyordu bile. Aylardır günbegün çoğalan özlemini gideremiyordu bir türlü. Aynı gün hayatındaki en değerli iki kişiyi kaybetmişti. Birine ulaşmak asla mümkün olmayacaktı. Ama diğeri için de şansını yitirmek üzereydi. Geri dönüp hızla oradan kaçmak isterken duvar gibi dikildi babası karşısına. Bakışları yükselerek buluştu babasının gözleriyle. Sevecendi. “Hadi,” dedi olabildiğince sessizlikle. Korkuyordu ama haklıydı babası. Hem yolda söz vermişti, başarmalıydı. Döndü ve yatakta boylu boyunca uzanmış annesine baktı, sarsılıyordu bedeni, ağlıyor olmalıydı.

Büyümeliydi, şimdi, şu anda, şuracıkta! Bu kez kendisi gidip başlatmalıydı annesiyle arasındaki sevgi diyalogunu. Küçük adımları hızla ilerledi. Ona, annesine doğru. Kendine dönük sırtına usulca dokundu. Minik parmakları dolandı üstünde.

Sarsıntı durdu.
Küçük parmakların gezintisi durdu.

Çarçabuk doğruldu kadın. İkisinin de yüzüne hiç bakmadan çıktı odadan.

Kadının bıraktığı boş yataktaki fotoğrafa baktılar baba oğul; kıvır kıvır kestane rengi saçları, uzun kirpiklerinin gölgelediği kocaman ela gözleri olan bir çocuk fotoğrafıydı bu.

Mutfağa gidip hızla kapıyı çarptı kadın. Doğruca tezgâh üzerinde duran bıçaklıktan en büyüğünü aldı. Kapıyı kilitledi. Ağlıyordu. Elindeki bıçağı şah damarına dayadı. Durdu. Ölmek istiyordu. Bundan sonrasını nasıl yaşayacağını bilmediğinden ölmek istiyordu, tıpkı oğlu gibi. Onun yanına gitmek, cennetin ışıl ışıl ovalarında onunla sarmaş dolaş yuvarlanmak istiyordu.
Peki ya diğeri?

Altı yıl önce doğdukları gün canlandı gözünde, elindeki bıçak hâlâ boynuna dayalıyken. Hemşirenin kucağında girdiklerinde odaya, ayırt edememişti ikisini birbirinden, o kadar benziyorlardı ki. Mutlulukla kucaklaşmıştı eşiyle, artık dört kişilik bir çekirdek aileydiler.

Şimdi üç kalmışlardı!

Üç ay önce, o lanetli akşamüstü kalmışlardı üç kişi.

Çamaşır asıyordu balkonda. Oğulları, yaşam kaynağı ikizleri, canının iki yarısı oğulları oynuyordu içeride.
Çığlığı duydu! Bedenini, beynini yırtan çığlıkla, soluk almadan vardı içeriye. Yoklardı! Hâlbuki en son salonda bir çizgi film karşısında bırakmıştı onları. Televizyona kaydı gözleri, kılıçlarıyla savaşan iki yaratığa bakıyordu anlamsızca. Aklı durmuştu. Sessizdi ortalık çok sessiz. Mutfağa yürüdü, korkusu esir almıştı her yerini. Mutfak kapısının aralığından yerdeki bir öbek kanı gördü. Kendini unutmuş bir halde, çığlık çığlığa daldı mutfağa.
Toprak’ın cansız bedeni yerde yatıyordu, elinde hâlâ sımsıkı tuttuğu bir bıçak vardı. Çınar’ın elindeki bıçak ise kanlıydı, Toprak’ın başucuna dikilmiş duruyordu kıpırtısız.

Sonrasına dair hatırladığı tek şey, “Kılıç Savaşları filmini oynuyorduk,” diyen Çınar’ın sesiydi.

Üç ay olmuştu. Üç aydır nasıl yaşadığını ve nasıl yaşayacağını bilemiyordu.
Biri Toprak, diğeri Çınar.
Uzun ömür sürsünler diye koymuştu adlarını. Oysa ömür boyu çekeceği vicdan azabıyla Toprak’ın mezarı başından ayrılmayacaktı şimdi Çınar. Tıpkı mezarların sadık dostu çınar ağaçları gibi.
Hata kendisindeydi, çok yanlış isimler seçmişti. Ve iyi biliyordu ki tek hatası bu değildi.

Boynuna dayalı bıçağı indirdi. Canının yarısına, öbür yarısını feda edemezdi. Kilidi açtı, mutfaktan çıktı.
Az önce uzandığı yatakta yan yana oturmuştu baba oğul. Kapının aralığından bir süre izledi. Bazı hataların telafisi yoktu ama bazılarının önüne geçilebilirdi. Odaya girdi. Eğildi Çınar’ın önünde. Elini uzattı, kuruladı ip gibi süzülen gözyaşlarını. Aylar sonra annesinden kendisine uzanan ellerin mutluluğuyla gülümsedi Çınar.

Bakışları kilitlendi. Kıvır kıvır kestane rengi saçlarını yasladı yüzüne. Kokladı derin derin. Ve fısıldadı;
“ Yüreğimin sağ yanı için sol yanını da harcamak üzereydim. Eğer gitseydim, ben de uzaklara gitseydim, yaran iki kez açılacaktı. Benim sağ yanımdaki ateş hiç sönmeyecek ama ne pahasına olursa olsun, seni sol yanımda çiçek bahçelerinde büyüteceğim. Senin de yaran kapanmayacak, biliyorum. Ama sarmaya mecburuz yavrum. Hadi gel, yaralarımızı el ele saralım, birlikte. Üç kişilik bir aile olarak seni yarına hazırlayalım...”