Sırtlarında paslı gaz tenekeleri, tren yolunu tuttular.
Sonbahar, hergün biraz daha kışı peşinden sürüyordu, iri kara renkte bulutlar gök yüzünü örtmeğe başlamıştı. Hat boyuna doğru yola çıkanlar civar kulübelerin çocukları idi.
En küçükleri, yamrı yumru, sivri taşların üstünde çıplak ayakları ile yürüyemiyor, sendeliyor, düşe kalka arkadaşlarına yetişmeğe çalışıyordu.
Önde gidenler, küçüğün geride kalmasına kızarak bağırdılar:
—Yürüsene, seni bekliyecek değiliz. Nerede ise akşam olacak, sallanma haydi...
Beriki hâlâ sendeliyordu.
—Zorunuz ne?... Yavaş gidin biraz. Taşlar ayağıma vuruyor, acıtıyor işte!..
—Vay hanım evlâdı vay, bizim canımız yok mu? Sanki ayakkabı var bizim ayağımızda... Yuf erkekliğine be.
Rüzgâr kamçılıyordu, yağmur, hafif hafif çiselemeye başlamıştı, hızını attırmadan kömür toplayıp, bir an evvel kulübelere dönmek gerekecek.
Kapanık semanın, sisli bir yapışkanlıkla ağır ağır abandığı kulübe mahallesi geride kalmıştı. Bu kulübelerin çoğu, paslı teneke parçaları ile kaplı idi, her kulübenin yanında tahta kırığı, dal, kuru ot ve buna benzer nesnelerle yapılmış küçük birer çardağı andırır çatı vardı, kulübe insanları, hat boyundan topladıkları kömürü, burada yağmurun şerrinden saklıyorlar, içleri çamur sıvalı maltızlarda yakarak kışın soğuğundan kurtulmağa çalışıyorlardı. Kömür güç yanıyordu amma, iyi yellenip, kor haline getirildiği zaman ısıtıyor, üstünde çorba kaynatmak, ekmek kızartmak bile mümkün oluyordu.
En gerideki, son bir gayretle önde gidenlere yetişmek için ileri atıldı. Evde annesi hasta idi, dört gündür yataktan kalkamıyordu, babası işten geç vakit dönüyordu.
Bunları düşündü, cılız bacaklarına bütün kuvvetini vererek atıldı, ayaklarının acısını birer birer küfürle savuşturarak arkadaşlarına yetişti.
—Hele şükür... kayboldu sandıktı seni, haydi, aç bacaklarını biraz.
Ötekiler, hem yaşça ondan daha büyük, hem de ona nisbetle daha tecrübeli idiler.
Kısa birer çamaşır ipi ile omuzlarından sırtlarına astıkları tenekeleri, iplerinden sıkı sıkıya kavrıyarak yürüyor ve konuşuyorlardı. İçlerinden biri, küçüğü göstererek yanındakine sordu:
—Buydu değil mi, hani arsada saatlerce dolaşarak eli boş dönen?
—Ne eli boş be... Bebek mi ne, hani kız çocukları oynuyor, onlardan getirmiş bir tane... Amma anası bir ıslatmış...
—Yok be ne bebeği, kocaman bir ayı imiş... Boynunda bir de yeşil kurdelâsı varmış.
—Ne haltsa... Karın doyurur mu bu?...
Küçük sesini çıkaramıyor, soluyarak dişlerini sıkarak geride kalmağa gayret ediyordu.
Yağmur hızını arttırmıştı. Çocuklar, var kuvvetlerini bacaklarına vererek tekrar atıldılar. Küçükleri, mecalsiz ince bacaklarının bütün kuvvetini toplıyarak yürüyordu.
Tiz düdük sesleri, lokomotifin homurtuları artık yakından duyuluyordu. Nihayet gelmişlerdi.
Küçük, bir adım daha yürüyecek halde değildi. Tenekesini sırtından indirerek taşların üzerine bıraktı:
—Ben bittim... Dinleneceğim biraz... Siz toplamağa başlayın.
—Ne halt edersen et, bizim dinlenmeğe vaktimiz yok.
—Raylara doğru çıkan taşlı bayıra tırmandılar. İleride, garda, manevra yapan lokomotifin kırmızı, yeşil fenerleri beyaz dumanlar arasında görünüyordu.
Taşlı bayırı tırmananlar, eğilip kalkarak, traverslerin arasındaki kömür parçacıklarını toplamağa başladılar.
İçlerinden biri, hâlâ elleriyle tabanlarını ovalıyan küçüğe bağırdı:
—Yetmedi mi dinlendiğin be... Büsbütün hamlaşacaksın!...
—Ne patlıyorsun, geliyorum işte...
Bacakları ağrıyordu. Elleriyle taşlara dayana dayana kalktı, arkadaşlarına yetişti... Onlar, tenekelerini yarılamışlardı bile. O da, traverslere eğilip kalkarak kömür toplamağa başladı. Bacakları, her yanı, kötü kötü ağrıyordu.
Arkadaşları, yüklerini almışlar, tenekelerini ağız ağıza doldurmuşlardı.
Daha bir çok akşam buraya geleceklerdi ama, bedava kömür ne kadar çok olursa o kadar iyi idi...
Küçük de böyle düşünüyordu. Karanlık iyice bastırmıştı, gözlerinin bütün gayretiyle, kömür yerine taş almamak için, dikkatle topluyordu. Arkadaşları, onu hâlâ eğilir kalkar gördükleri için kızdılar.
—Tuh... Ne topluyorsun be? Cevahir mi? Bak biz bitirdik, rahmet hızlandı, seni bekleyecek değiliz ya...
—bekleyin diyen kim... taş mı doldurayım tenekeye? Gidin siz.. Ben yetişirim.
Onlar yağmur altında beklemeği gözlerine kestiremiyerek, sırtlarındaki yüke rağmen koşa koşa gittiler.
Küçük, bir taraftan topluyor, bir taraftan da evde hasta yatan anasını düşünüyordu... Şimdi gidip bir de ateş yakmak vardı evde...
Yorgunluktan, dizlerinin ağrısından, açlıktan öyle aptallaşmıştı ki, garda manevra yaparak hat boyunca ilerliyen banliyö treninin farkında bile olamadı... Lokomotif henüz hızını almamış, iki yanından beyaz dumanlar çıkararak geliyordu...
Küçük, iki tiz düdk sesi işitti, başını çevirince, elli adım kadar ötede lokomotifi gördü, kaçmak istedi, ayağı raya takıldı, yüzükoyun traverslerin üstüne kapandı...
Üstündeki paçavralarla gecenin karanlığına tıpatıp uyan öyle farkedilmez bir tümsekti ki, lokomotifin makinisti onu göremedi.
Küçük, bir boşluğa yuvarlanır gibi oldu, iki tiz düdük sesi daha duyuldu, babasının ateşçiliğini yaptığı lokomotifi tanıdı:
—Baba, baba... Benim...
Diye bağırmak istedi, fakat sesi lokomotifin homurtularına karıştı, sert bir rüzgar esti, bu cılız sesi, trenin beyaz dumanlarına karıştırarak savurdu.
***
Uzaklaşan trende babası, ocağa kürek kürek kömür atarken garip bir tesadüfle oğlunu düşündü. O, buradan geçerken, kulübelilerin kömür topladıklarını bildiği için yol kenarına iki kürek kömür atmağı unutmazdı...
—Bizim oğlan sabah erkenden gelir toplar bunlar.
Kurumlarla simsiyah kasketini elinin tersiyle geriye itti, yırtık, makine yağlariyle yer yer lekeli fanilâsına, alnından, çenesinden damlıyan terleri sildi, küreği bıraktı.
—Ben terliyom, karı donuyor evde... Oğlan ne halt eder caba?... Allah vere de dışarıda kalmış olmasa bu yağmurda...
***
İstek yerini bulmuştu.
Küçük artık üşümiyecek, aç kalmıyacak, arsalarda boşuna vakit geçirdiği için azarlanmayacaktı.
Henüz yeni başladığı hayatından, ikinci bir hayata pek çabuk aktarma olmuştu. Hem de trenle!
***
Arkadaşları, kulübelerinin önünde, birbirlerinden ayrılmadan evvel, onun hâlâ dönmediğini görerek:
—Bak, dediler, şunun yediği halta... Yine arsaya, oyuncak aramağa gitti...
(*)Afif Yesari, Tren Yolu, Sinan Matbaası, İstanbul 1949, ss: 3-8