Menu
SOLUCANLI GÜNLER
Öykü • SOLUCANLI GÜNLER

SOLUCANLI GÜNLER

Solucanımın sırra kadem basmasının üzerinden kırk gün geçti. (Ölüme de kadem basmış olabilir, çünkü son görüldüğü günün gecesindeki alametler bu ihtimali kuvvetlendiriyordu.)

***

“Solucanım” dediysem, canım değildi. Bilakis, içimden ona bakmak bile gelmiyordu. Hatta, onu bir kuşa yem etmeyi bile düşünüyordum bazen. Adını “patavatsız” koymuştum. Çünkü bir akşam üstü eve girdiğimde, anahtarı çevirip de kapıyı açtığımda, kapının bir metre ötesinde görmüştüm onu. Kapının hemen yanındaki elektrik düğmesine elim değmese, evime misafir olduğu ilk gece dünyadaki son gecesi olabilirdi. Kader onu bir anahtar dokunuşu ve akabinde kırk watt ampulün ışığıyla ölümden kurtarmıştı. Nereden gelmiş olduğunu pek kestiremediğim bu misafiri pencereden sonsuzluğa veya özgürlüğüne uçurmayı düşündüm önce. Vazgeçtim. Madem ki öldürmeyen Mevla öldürmüyordu, ona bir şans tanımam gerektiğini düşündüm. Ve ertesi gün, ona bir yaşam alanı hazırlamaya karar verdim. Mahallenin marangozundan, ölçülü kesilmiş tahtalar aldım. Yüz seksen santim uzunluğu, doksan santim genişliği ve elli santim derinliği olan yuvasını çattım. Çiçek, ağaç fidesi vesair satılan bir yerden de solucanların yaşayabileceği kıvamda bir çuval toprak satın aldım. Solucan için hazırladığım bu yuvaya toprağı doldurdum. Beslenmesi için de, çürümeye yüz tutmuş birkaç parça otu, yaprağı ve bitki köklerini küçük parçalara ayırarak toprağa yedirdim. Ve böylece solucanlı bir hayata giriş yaptım. Yalnız bir sorun vardı: Bir solucan tek başına yaşayabilir miydi? Neyse ki bu sorunun üzerinde çok durmadım (çünkü buna ayıracak vaktim yoktu) ve onu öylece tek başına yaşamaya mahkum ettim. Hem nasıl aranırdı bir solucana arkadaş? Bir balık veya kuş değildi ki! O da halinden pek şikayetçi değildi sanırım. Öyle ya, eğer yalnızlıktan şikayetçi olsaydı, evime tek başına değil, birkaç arkadaşıyla beraber gelirdi.

Solucanlı günlerim başladı ve onun varlığına uygun davranmaya başladım. Her sabah evden çıkarken ve her akşam eve döndüğümde, yerinde olup olmadığını, yiyeceklerinin eksilip eksilmediğini ve toprağının kıvamını muhakkak kontrol ediyordum. Bazen, sıkıldığından olacak ki, yuvası ona dar geliyor, orayı terk ediyor, evin içinde dolaşmaya çıkıyordu. Üç gün eve gelmeyecek olsam, açlıktan bayılıp bir yerlerde kalabilir ya da -onun için bu lafı kullanmak istemezdim- geberip gidebilirdi. Elimi kolumu bağlıyordu bu yüzden. Tatile gidecek olsam, kime ne diyerek emanet edecektim onu: “Efendim, evimde, ellerinizden öper, şirin mi şirin, uysal mı uysal bir solucanım var, bu hafta izne çıkıyorum. Bir haftalığına ona bakabilir misiniz?” mi diyecektim. Anında “deli” damgası yiyebilirdim. Hayatım tam da bu yüzden, “solucandan önce” ve “solucandan sonra” şeklinde, aralarında uçurum olan iki döneme ayrılmıştı. Buna rağmen, henüz on beş gün geçmiş olmasına rağmen, soğukluk duyduğum ve aracısız asla dokunamadığım bu hayvanın varlığına tuhaf şekilde alışmıştım. Bazı tedirginliklerim de yok değildi. Uyumadan önce yerinde olup olmadığına bakıyor, sonra odama gidiyor ve kapının altına boydan boya bir bez parçası tıkayarak yatağıma kadar ulaşabilme ihtimalini bertaraf ediyordum. Diyeceksiniz ki, bir solucan bir gecede ne kadar yol alabilir ki?! Bu da benim takıntımdı.

****

Bir sabah, yine işe gitmek üzere kalktım, hazırlığımı yaptım ve mutat olduğu üzere solucanın yerinde olup olmadığına baktım. Yerindeydi. Gönül rahatlığıyla evden çıktım. Akşam eve dönmek için işten ayrılmak üzereyken, iş arkadaşlarım akşam bir yerlerde yemek yemeyi ve birkaç saat vakit geçirmeyi planladıklarını ve beni de aralarında görmek istediklerini söylediler. Herkesin aklına, evdeki eşi, çocuğu, annesi, babası gelirken, benim aklıma solucanım geldi bekleyenim olarak. Hiçbir eksiği olmadığını hatırladım ve onlara katıldım. Nezih bir ortamda yemeğimizi yedikten sonra, arkadaşların da ısrarıyla bir nargile kafeye gittik. Çay, kahve, nargile, üzerine de kırk telden sohbet eklenince, saate bakmak aklıma geldi. 11’e yaklaşmıştı. Ertesi gün pazar olduğu için, onların kalkmaya pek niyetleri yoktu. İzin istedim ve uzun süre sonra içtiğim nargileden ötürü öksüre öksüre ve bir yandan da birkaç haftalık ev arkadaşım olan solucanı düşünerek hızla yola koyuldum. Oturduğum apartmanın bulunduğu sokağa dönünce, uzaklardan köpek havlamaları, daha da uzaktan bir ambulans sireninin sesi geliyordu. Apartmana yaklaşınca bağrışmalar, çığlıklar duymaya başladım. Alakası olmadığını bilsem de, solucan hakkında saçma sapan bir endişeye kapıldım. Ama çok üzerinde durmadım ve hızlı adımlarla içeri girdim. Sesler, oturduğum beşinci kattan geliyordu. Demek ki, o kattaki dört daireden birinde bir şeyler olmuştu. Sesler birbirine karıştığı için pek az şey anlaşılıyordu. Endişenin tesiriyle asansörü kullanmak aklımın ucundan geçmediği için merdivenleri hızlıca çıktım. Beşinci kata geldiğimde, apartman sakinlerinin birçoğu merdiven sahanlığında toplanmış, asansör kapısının hemen dibinde boylu boyunca uzanmış iri kıyım adama hayret ve acıma dolu gözlerle bakıyorlardı. Evimin kapısı açıktı. Kapının açıklığı, adamın durumuna duyduğum hayretimin önüne geçti ve içeri daldım. Ortalık, toplanmak üzere olan pazar yerini andırıyordu. Apartmanın kapıcısı ise koridordaki koltukta başını iki elinin arasına almış öylece duruyordu. Beni hiç fark etmemişti. Gayriihtiyari, solucanın yuvasına ilişti gözüm. Tepetaklak olmuş, toprağı yere saçılmıştı. Apartman bekçisi hapse girdi, asansörün kapısının dibinde yatan iri kıyım adam öldü, solucanı ise bir daha görmedim.