Menu
ŞEHMUZ!
Öykü • ŞEHMUZ!

ŞEHMUZ!

Mardin göründüğünde tarlalar yanıyordu. Anız kokusu karşıladı onları. Yükselen dumanların içinden geçip tepede, güneşin altına boyadığı bir şato gibi yükselen kente girdiler.

İlk âşık olduğunda üç yaşındaydı Aslı. Zıplayarak, “anneciğim, biliyor musun, ben âşık oldum, adı Memo! Hem o da bana âşıkmış!” demişti. O gün, akşama dek hep zıpladı. Olur olmaz herşeye kıkırdadı.
Daha sonraki yıllarda onun âşık olduğunu, saklayamadığı yürek çarpıntıları ve yüzündeki pembeleşmeden anladı annesi.
Şehmuz’la karşılaştığında ise altı yaşındaydı... Mardin’e geldikleri ilk gece boğucu sıcaktan uyuyamamışlar, sabaha karşı sızmışlardı. Sabah zil sesiyle uyandılar. Misafirhanenin kapısını babası açtı. Aslı babasının arkasındaydı...
Küçük kız, uzun kırmızı geceliği, omuzlarına dökülmüş dağınık saçları, kocaman açılmış elâ gözleriyle ilk kez, o sabah gördü onu. Pembeleşti.
Kara gözlerinin çevresi siyah mum boya ile çizilmiş gibiydi. Saçları kömür karası, parlak ve geriye taranmıştı. Babasından bile uzundu. Bembeyaz bir gömlek giymişti. Terlemiş yanık teni pırıl pırıldı. Parmaklarının arasından kehribar tespihi sarkıyordu.
“Adım Şehmuz, beni başkanımız gönderdi, size rehberlik yapacağım, aşağıdaki kahvede bekliyorum,” demişti. Kendinden önce gözleri gülüyordu, öyle siyah ve derindi ki...
“Teşekkür ederiz, birazdan geliriz,” dedi babası.
Delikanlı, yasemin sarılmış direğin dibindeki iskemleye oturmuş, tespihini sallayarak onları bekliyordu. Geldiklerini görünce saygıyla ayağa kalkıp gülümsedi. Kahvaltı için sıcak pide yaptırmıştı. Yasemin kokusuyla birlikte oturdular, çaylar geldi. Çayını yudumlarken bile Şehmuz’un kırmızımsı kehribar tespihi parmaklarının arasından sarkıyordu. Bacakları öyle uzundu ki!.. Ayakları da sıkı sıkı yere basıyordu. Aslı, oturduğu iskemlede bacaklarını uzatıp ayaklarını yere değdirmeye çalıştı, olmadı, iskemle yüksek geldi.

Şehmuz, konuşması ve davranışlarıyla alışılmadık biriydi. Onlarla değişik bir Türkçe, kenttekilerle Arapça konuşuyordu. Kahvaltıdan sonra Mardin’i dolaşmaya başladılar. Kemerli sokaklardan geçip büyük avlulu taş evlere girdiler. Babası fotoğraf çekti, yazdı, çizdi.
Aslı belli bir uzaklıkta ama hep Şehmuz’un yanında yürüyordu. Her sokakta çocuklar peşlerine takılıyor, herkes işini gücünü bırakmış onları izliyordu.
Şehmuz, ilk günler neredeyse hiç konuşmadı. Saygılı ve çekingendi. Her sabah sekizde kahvede onları bekliyor, kahvaltıdan sonra önlerine düşüyordu.
Bu kent dağın yamacına kurulmuş, mahalleler merdivenli sokaklarla, sokaklar da evlerin altından geçen, abbara denilen tünellerle birbirlerine bağlanmıştı. Bu nedenle her sokağa araba giremiyor, eşekler ulaşım ve taşımada kullanılıyordu. Ama buradaki eşekler hiç görmediği renkte, beyazdı. Bu kentte Aslı’nın daha önce hiç görmediği öyle çok şey vardı ki...
Taş oymalı cumbalı evlerle gölgelenmiş daracık kemerli sokaklarda masal içinde dolaşır gibiydi. Abbaraların kuytu karanlık serinliğinde yanyana çömelmiş oğlanlar ,sümüklerinin yüzlerine sıvanmış olmasına aldırmadan, büyümek için sigara tüttürüyorlardı. Onlara şaşkın, soru işaretleriyle baktı küçük kız. Çıplak ayaklarına, sigarayı ve sümüklerini çekişlerine, dumanların karanlığın içinde kıvrılarak gidişine...
Birdenbire beyaz bir eşeğin üzerlerine doğru geldiğini görünce korktu, çığlık çığlığa Şehmuz’a koştu.
“Korkma Aslı, bir şey yapmaz bunlar,” dedi, Şehmuz. O muhteşem gülümsemesiyle Aslı’yı rahatlattı, elinden tuttu.
Aslı, o günden sonra Şehmuz’un elini hiç bırakmadı. Kenti el ele dolaştılar. Girdikleri evlerdeki genç kızların ona bakışları, Şehmuz’un onlara bakışı gözünden kaçmadı. Özellikle yeşil gözlü, uzun boylu olanına...
O günden sonra durmadan konuştu Şehmuz. Arada bir türkü bile söyledi. Aslı’ya birbirinden güzel masallar anlattı. Komiklikler yaptı, küçük kızın kahkahaları sokaklarda çınladı. Kahkahadan kırıldıkça da gözlerinden yaş geldi. Şehmuz onu gülümseyerek izledi. Bilmeceler sordu. Bilince de okkalı ‘afferin’ler patlattı.
Annesi Aslı’nın alerjisi ve sarılık salgını nedeniyle yasaklar getirdikçe, Şehmuz bilge bir derviş gibi konuşuyordu.
“Korkma yenge, alerji için başından aşağı at gübresi dökeriz bişeyciği kalmaz. Sarılıktan da korkma. Herbişey yiyebilirsiniz. Sarılık içte değil de dışta, yani gözde olursa kolay. “
“Nasıl?”
“Şimdi eğer dıştaysa, gidiyorsun bir akvaryumcuya, bir tane lepistes balığı alıyorsun. Bir kavanoza lepistes balığını koyuyorsun. O sana bakıyor, sen ona. Ama gözüne bakacan. Sonra balık, gözündeki bütün sarılığı çekip alıyor. Hiçbir şey kalmıyor, ama kendisi o dakka ölüyor.”
“Olur mu canım!” dedi, babası.
“İnanmazsın, değil mi abi? İstersen denemek için akvaryumcuya git. Gözümde sarılık var de. Mümkünü yok, sahibi seni dükkandan içeri sokmaz. Çünkü bilir ki, sonra balıkları ölecektir.”
Küçük kız imgeleminde sarılık olan birinin gözündeki sarılığı balığın çekmesini, sarı bir bulutun balığı sarıya çevirmesini, sonra balığın gözlerini devirip akvaryumun dibindeki ölümünü düşündü, gözleri büyüdü.
Şehmuz ilgiyi kendi üzerinde tutmak için bir yandan ritmik hareketlerle tespihini sallıyor, bir yandan böyle söylenceler anlatarak şaşırtıyor, Aslı da hayranlıkla onu dinliyordu.
Aslı, “Şehmuz!..” diyordu ona yaşıtıymış gibi, cıvıltılı bir sesle, “Şeh-muuz!..” Buluşma saatinden önce bir genç kız gibi kolyeler, fularlar takıp süsleniyor, bir yerde oturdukları zaman iskemlelerin en kısa bacaklısını seçip, ayaklarının yere değeceği uygun pozisyonları deniyordu.
İstanbul’a dönmelerine üç gün kalmıştı. Kavurucu öğle sıcağında sokakta yürürlerken pencerelerden sarkmış kadınlar, kızlar bir yandan dedikodu yapıyor, bir yandan ilgiyle sokaklarındaki yabancıları izliyorlardı. Pencereler ardına kadar açıktı. Sokak yeni yıkanmış, tütüyordu. Yükselen buhar perde perde inen sis gibi sokağı kaplıyor, yapışkan sıcağın yerini hafif rahatlatıcı bir serinlik alıyordu. Gün batımıyla birlikte bakıra çalan bir ışık yayıldı kente. Açık pencerelerden birinden yayılan arapça oyun havasına kadınlar kızlar omuzlarını hafif hafif oynatarak ritim tutuyorlardı. Hücreleri uyaran, kanı kaynatan o müzik küçük kız ve Şehmuz’un yüreklerine ulaştığında, Aslı birden Şehmuz’un elini bırakıp sokakta müziğe uygun hareketlerle dans etmeye başladı. Ardından Şehmuz ellerini iki yana açıp onu kucaklarcasına eşlik etti. Aslı’nın incelikli, zarif figürlerine koşut, Şehmuz, sert, kesik hareketlerle ışıklar saçan tespihini savurarak oynuyordu. Şehmuz’un gözünde, oyun arkadaşı, kâh dalyan gibi güzel bir genç kız, kâh altı yaşında küçük bir çocuk oluyordu.
Aslı, hafif bir yelle devinen, ince, narin bir bahar dalı, Şehmuz müziğe uygun salınıp belli belirsiz bir serinlik yayan, ulu bir ağaç.
Bacakları uzadı Aslı’nın, bedeni yapraklandı, tomurcuklandı her yanı. Sonra birdenbire pembe pembe çiçeklendi, sokağa hafif güzel bir koku yaydı. Bal arıları doluştular sokağa. İzleyenler derin bir solukla içlerine aldılar onları, yürekleri hızlandı. Onlar da çiçeklenmek istediler, koku yaymak, serinletmek...
Birden müzik sustu, şaşkın bakındılar. Nerede olduklarını, çevredeki insanları, sokağın bakıra dönük ışığının koyulaştığını ayrımsadılar... Düşün bittiğini...
Şehmuz, küçük kızın omuzuna vurup, nefes nefese ,
“Canavar gibisin kız, Aslı” dedi.
“Nasıl yani, Şehmuz!?”
“Yani çok güzel oynadın,” dedi. Annesine dönüp.
“Bu kızı çok iyi yetiştirmişsin yenge. Sanki büyük insan gibi.”
Annesi gülümsedi. Babası,
“Sen hiç İstanbul’a geldin mi, Şehmuz?” diye, sordu.
“Geldim abi, bi kere. Emmim oğlu var. Bir gün gene gelecem. Belki iş bulur kalırım. Dönmem buralara. Evlenince ailemi de alırım.”
“Neden? Buralar çok güzel. Büyük şehirde yaşamak zordur.”
“Yok abi. Burda hiçbir şey yok. Sinema yok, mağaza yok, aşk yok. Bak bu gömleği bile o geldiğimde Beyoğlu’ndan almıştım. Burada herşey yasak. Bir arkadaşım aşiret reisinin kızına sevdalandı, sinek gibi ezdiler. Gönül bu, değil mi? Ama dinlemediler. Adam öldürmek çok kolaydır buralarda.”
“Sevdiğin var mı?”
“Var ya,” dedi, sıkılarak.
Aslı’nın yüzü asıldı, kimse ayrımsamadı... Abbaraya girdiklerinde Şehmuz, ıslıkla derinden bir türkü tutturdu. Yankısı sevinç yaydı. Aslı sıkı sıkı eline sarıldı. Duyulur duyulmaz bir sesle o bilmediği türküye eşlik etti. Yüreği havalandı, kederi de...
Son günün akşamı Belediye Başkanı onları evine davet etti. Makam arabasını gönderip aldırdı onları.
Büyük avlulu taş konaktan içeri girdiklerinde Aslı’nın gözleri onu arıyordu. Şehmuz, salonun kapısında dikilmiş, kollarını göbeğinin altında kavuşturmuş heykel gibi öyle duruyordu. Bir yabancıydı sanki. Küçük kız ayakları yerde, iskemlenin ucuna ilişmiş, annesinin,” rahat otursana yavrum” demesine aldırmadan, gözünü kırpmadan onu izliyor, Şehmuz’un bir bakışını yakalayabilmek için bekliyordu. Şehmuz, onu tanımıyordu sanki.
Onlara tepsiyle kola ikram etti, pasta getirdi. Aslı, yemedi, kola bile istemedi. Sanki gündüz onu güldüren, onunla oynayan Şehmuz değildi. Çok uzaklardaydı. Aslı, uyku onu altedinceye kadar direndi, sonunda dayanamadı, hazırlanan sedirde kıvrılıp uyudu.
Sabah zil sesiyle uyandı. Kırmızı geceliğiyle koştu, kapıyı açtı.
“Şehmuz !” dedi, büyük bir sevinçle. Şehmuz güldü.
“Annenler yok mu, Aslı?”
“Uyuyorlar. Neden konuşmadın akşam, bana küstün mü?” Cevap vermedi Şehmuz.
“Küstün mü?” diye ağlamaya başladı, aptal, küçük bir kız gibi. Acele toparlanıp sümüklerini içeri çekti, nefesini tuttu, olmadı. Çabuk çabuk elinin tersiyle göz yaşlarını ve burnunu sildi. Gözlerini açtı, yutkundu, sırtını dikleştirip parmaklarının ucunda yükselerek, kocaman bir genç kız gibi dimdik baktı ona.
“Peki neden konuşmadın hiç? Küstün sandım.”
“Yok, neden küseyim güzelim, küser miyim hiç.”
Elindeki paketi uzattı.
“Siz yola çıkmadan yetişeyim diye erken geldim. Kaçak çay getirdim size, annenle babana verirsin, benden de selam söyle.”
Parlak kehribar tespihini parmaklarının arasından çıkardı, uzattı.
”Bu da senin,” dedi.
“Kolye yaparsın!..”