Menu
SANDIK
Öykü • SANDIK

SANDIK



Sonunda çektiği acılara değmişti. Narin oymaları, sedef kakmaları onu zarif, gösterişli ve alımlı hâle getirmişti. Diğerlerinin arasından hemen dikkati çekmiş, seçilmişti. Evin hanımı Afife Hanım’la birlikte ilk günden beri hâlâ cumbalı ahşap evin başköşesindeydi. Çok kıymetliydi.  Afife Hanım’ın en değerli eşyalarını saklıyordu. Ona emanet edilenleri gözü gibi koruyor, ana şefkatiyle sarıp sarmalıyordu senelerdir. Kendini iyi bir sırdaş gibi hissediyordu. Dile getiremiyordu belki ama Afife Hanım’la gülüyor, onunla ağlıyordu. Onun merdivenlerdeki ayak sesini her duyduğunda heyecanlanırdı… Bu güzel evde atılan her adımda tahtaların gıcırtısı çok güzel bir beste gibi geliyor, onları huzurla dinliyordu. Hele o ahşap kokusunu içine her çekişte adeta yeniden hayat buluyordu.

 Afife Hanım, güngörmüş biriydi. Boş durmayı sevmez, “Tembellikten hayır gelmez,” derdi hep. Bazen dinlenmek için onun yanı başında diz çöker, itinayla üzerindeki ipek örtüyü kaldırıp usulca açardı kapağını. Bir anda etrafa yayılan lavanta kokusu ile hatıralar canlanmaya başlardı. İlerlemiş yaşına rağmen parlak mavi gözleri şefkate, bazen hüzne bürünür, buğulanırdı.

Önce anneciğinin son günlerine yakın çekilmiş, sararmış fotoğrafını bir eline, yemenisini de diğer eline alır, hasretle öper, koklar, bağrına basardı. Sonra babacığının mis kokulu, elinden hiç düşürmediği beş yüzlük tespihini çıkarırdı. Nur yüzlü babasının zeytini gözleri, ak saçları gözünün önüne gelir de yüreği tesbih tanelerine akardı sanki. Annesiyle sohbet ede ede kenarlarını yaptıkları havluları, oyalı tülbentlerini, beyinin ve kendisinin baş harfleri işlenmiş mendilleri, oğlunun ilk patiklerini düzeltirdi tek tek… Hepsinde ayrı bir hatıra saklıydı. Ayrılıklar, hasretler, heyecanlar ve sevinçler… Afife Hanım onların emniyette olduklarına sevinir, içi rahatlamış bir şekilde yeniden örterdi. O, narin ve şefkatli elleriyle onu da okşar, parmaklarını lale-papatya motiflerinin üzerinde gezdirir, alnına da bir öpücük kondururdu. İşte o zaman dünyalar onun olur, emanetleri daha sıkı kucaklardı.

  Evin biricik oğlu Aziz küçükken çok afacandı. Bazen örtüyü çeker alır, üzerine çıkar, hoplayıp zıplardı. “Çocuktur” diye hiç kızmazdı ona. Ama içindekileri almaya kalkışınca ne kadar dirense de engel olamazdı. O zaman yüreğini yerinden sökülüyor gibi hissederdi. “Afife Hanım yetiş!” diye seslenecek olur, sesi çıkmazdı. Bereket, Afife Hanım oğlunun sessizliğinden bir yaramazlık yaptığını anlar, hemen koşar, gelirdi.



Günler trene binmiş, ardına bakmayan sevgili misali geçip gitmişti. Küçük Aziz büyümüş, evlenmişti. Afife Hanım üç sene önce kaybettiği eşinin hatıralarını, oğlunun düğün fotoğraflarını saklıyordu güzelim çeyiz sandığında. O hâlâ başköşedeydi.

 Bir gün evde tatlı bir telaş başladı. Eşyaların yerleri değiştiriliyor, hazırlıklar yapılıyordu. Ne olduysa senelerdir durduğu başköşeden alınmış, kenarda bir yere konmuştu. Eve çok önemli biri geliyor olmalıydı. Yoksa Afife Hanım onun yerinden kıpırdatılmasına müsaade etmezdi. Meraklandı, heyecanla beklemeye koyuldu.

 Kapının zili çaldı. Afife Hanım’ın küçük torunu Latife’den bir sevinç çığlığı koptu.

 -Yaşasın!

Tanımadığı bir bey, sırtında büyük bir kutuyla ağır ağır çıktı merdivenlerden. Adam nefes nefese kalmıştı.

 -Nereye bırakayım hanımefendi?

 -Buyurun, buraya yerleştirebilirsiniz.

Sırtındaki ağır camlı kutuyu önceden hazırlanmış büyük sehpanın üzerine dikkatice indirdi yorgun ama güler yüzlü adam. Sonra tekrar aşağı kata indi, bu sefer küçük bir kutuyla geldi. İkisinin arkasından da uzun kablolar çıkartıp büyük kutunun kablosunu küçüğe, onunkini de prize bağladı. Küçük kutunun üzerindeki düğmeyi, ardından da büyük camlı kutunun düğmesini açtı. Camın üzerinde karıncalar gezinmeye başladı. Çırağının elinden kocaman bir örümceğe benzeyen demir yığınını alıp kutunun üzerine yerleştirdiyse de karıncalar korkmamış hâlâ koşuşturuyorlardı. Tekrar düğmelere bastı ve karıncaları yok etti. Afife Hanım’a:

 -Hanımefendi, televizyonunuzu açarken önce bu regülatörü, ardından televizyonu açacaksınız. Şu üzerindeki düğmelerle ayarlarını yapabilirsiniz. Şimdi gündüz olduğu için yayın yok. Eğer düzgün görüntü elde edemezseniz beni çağırtın gelirim.

 -Teşekkür ederiz beyefendi, zahmet oldu. Borcumuzu buyurun, diyerek nezaketle kapıya kadar yolculadı Afife Hanım.

 Sevinçle elinde bir toz beziyle geri geldi. Kutuları incitmeden tozlarını aldı. Heyecanla yatak odasına giderek önceden yıkayıp kolaladığı bembeyaz dantel örtülerini serdi kutuların üzerlerine.

  O ise merakla seyrediyordu olan biteni. Konuşulanları anlamamış, olanlara da bir mana verememişti. Televizyon, regülatör, görüntü ne demekti? Bu bir kısmı cam, bir kısmı ahşap, içinde karıncaların gezdiği kutu neden bu kadar önemliydi? En çok da yerini ona kaptırmış olmaktan incinmişti. Demek ki eskisi gibi başköşeye lâyık görülmüyordu artık.

 Akşam olunca bütün aile, konu komşu toplanıp açtılar camlı kutuyu. Eline meyve, kuruyemiş alan geliyordu. Latife heyecandan ve meraktan yerinde duramıyordu zaten. Bütün gün iki de bir camlı kutunun düğmesine basıp karıncaları seyretmişti. Annesi:

 -Kızım, oynama, alır almaz bozacaksın, diye sesleniyordu her seferinde.

 Çaylar koyuldu, düğmeye basıldı. Herkes susmuş, pürdikkat kutuya bakıyordu. Çocukların konuşmalarına, kıpırdamalarına bile müsaade etmiyorlardı. Çatık kaşlı, donuk sesli, siyah, beyaz ve griden başka bir rengi olmayan bir adam görünüverdi camda.

 -İyi akşamlar sayın seyirciler. Şimdi haberler, dedi ve arkasından ülkede ve dünyada olanları anlatmaya, çeşitli resimler göstermeye başladı.

 Hayat durmuştu sanki. Kimseden çıt çıkmıyordu. Kiminin eli meyvesinde kalmış, kiminin çay bardağı dudağında.

O ise şaşkındı, üzülmüştü. Hem evin başköşesindeki yerinden olmuştu hem de tatlı muhabbetlerden. Camda gördüğü gibi her şey siyah-beyaz oluvermişti sanki; ruhsuz, neşesiz. Neden sonra bir cümle duydu televizyon dedikleri aletin içinde konuşan adamdan:

 -Ana muhalefet partisi lideri, başbakana ithafen; “Sandıkta görüşeceğiz,” dedi.

 Bir anda şimşekler çaktı. Meğer ne kadar da yanılmıştı. Demek hâlâ önemliydi, demek hâlâ birileri onu seviyordu. Neşelenmişti ama bu adamlar onu nereden tanıyorlardı ki?

Her akşam benzer sahneler yaşanmaya başladı. Evin misafiri eksik olmuyordu. Akşam oldu mu toplanılıyor, televizyon açılıyor, herkes bütün dikkatiyle seyrediyordu. Güzel giyimli bir bayan çıkıp:

 -Yayınımız sona ermiştir, dediğinde görüntüye askerler geliyor, bayrağı göndere çekip İstiklâl Marşı’nı okuyorlardı. Sonra yine karıncalar doluşuyordu ekrana. Latife televizyonun düğmesine bastı mı herkeste bir rahatlama oluyor, hal-hatır sorulmaya ancak o zaman başlanıyordu.

     Artık bunlara alışmıştı. Ama her akşam o donuk sesli adam da, başka birçok kişi de “sandıktan” söz ediyordu. Acaba bu sandık kendisi miydi? Değilse hangi sandıktı ve neredeydi? Neden bu kadar önemliydi? Çok mu güzeldi? Acaba altından ya da gümüşten miydi? Ne özellikleri vardı? Sorular soruları getiriyor, bir türlü işin içinden çıkamıyordu. Gelen misafirler de hep bu konudan bahsetmeye hatta bu yüzden aralarında tartışmaya başlamışlardı.

 Bir gün haberleri seyrederken bir cümle duydu:

-Onları sandığa gömeceğiz.

Beyninden vurulmuşa döndü. Neydi ki bu sandık, insanlar birbirlerini gömmeye kalkışıyorlardı. Yoksa sandık dedikleri bir tabut muydu?

Hafakanlar basıyor, çıldıracak gibi oluyordu. O sandık kendisi olamazdı, anlamıştı artık. O kimsenin incinmesini istemezdi, narindi bunu da herkes biliyordu. Peki, günlerdir konuşulan, uğruna kavgalar edilen, milletin vekili denen adamların birbirine hakaretler yağdırdığı bu sandık neredeydi?

  Aradan birkaç hafta geçmiş, merak damarlarına işlemiş, yavaş yavaş çatlamaya başlamıştı. Şimdi bir hayali vardı; altından, kocaman bir sandık, üzeri yakutlarla, zümrütlerle süslü. İçinde inci-mercan kolyelerin, gümüş işli örtülerin saklandığı baha biçilemez bir sandık. Evet, artık hep bu hayali kuruyordu, kendini ise zavallı, işe yaramaz, basit bir eşya olarak görmeye başlamıştı. Zaten iyice yaşlanmıştı da.

    Sonbahar gelmişti. Ağaçların yaprakları savruluyor, rüzgârın sesi, ahşap evin gıcırtıları içine işliyordu. Bu yıl daha çok üşüyordu. Kimse onunla ilgilenmiyordu artık. Televizyon ve “o sandık” dilinden düşmüyordu evdekilerin. O gün bir telaş vardı yine Afife Hanımlarda. Erkenden giyinip ailece “ona” gitmişlerdi. Hem de neşe içinde ve heyecanla. Koskoca ahşap evde yapayalnız kalmıştı. Üzülmekten, merak etmekten iyice yorgun düşmüştü. Rengi solmuş, hayata küsmüştü.

 Akşama doğru ev halkı geldi, alelacele yemeklerini yediler. Kısa bir zaman sonra ardı arkasına kapı çalınmaya başladı. Ev iyice kalabalık olmuştu. Uzun süredir hiç bu kadar misafir gelmemişti evlerine. Herkes bağırarak konuşuyor, büyüklerin sesleri çocukların yaramazlıklarını bastırıyordu. Hanımlardan bazısı komşusunun ne giydiğinden, ne dediğinden, diğeri dönüp de bakmadığından bahsediyor, erkekler de seçim sonuçlarıyla ilgili tahminler yürütüyordu.

Haber saati gelmişti.

 -Latife, kızım aç da şu haberleri dinleyelim. Bakalım seçimler ne olacak?

Latife koştu, düğmeye bastı. Haberler başlamıştı. Herkes birbirini ikaz ediyordu:

 -Şşşt..

 -Durun, durun haberler başlamış.

 -Bakalım kim kazanacak?

 -Hayırlısı…

 Herkes gibi o da -hâlâ alışamadığı- camlı kutuya bakıyordu. Başka bir renksiz adam çıkmıştı bu sefer ekrana.

 -Sayın seyirciler, bu gün ülkemiz genelinde seçimler yapıldı. Cumhurbaşkanı, başbakan, ana muhalefet partisi lideri evlerinin yakınındaki okullarda sandık başına gittiler.

 Bir anda dünya durmuştu. Kimseyi duymuyordu. Aylardır merak ettiği sandık işte tam karşısındaydı. Bütün alakayı kendisine çeken, hayatını tatsızlaştıran, acılaştıran, kendisini değersiz hissettiren sandık işte oradaydı. Hayallerinde büyüttüğü gibi değildi. Altından ya da gümüşten değildi. Ne zümrüdü vardı, ne de yakutu!“Gece gündüz konuşulan sandık, meğer sadece ağaçtan yapılmış, çiviler çakılmış, üstüne bir kesik atılmış basit bir kutuymuş.” diye geçirdi içinden.

Sandığa gidenler ellerindeki zarfı içine atıyor ve geri dönüyorlardı. Evet, seçim sandığının da işi önemliydi. Zarfları güvenli bir şekilde saklayıp sahibine teslim etmesi gerekiyordu. Ama sonra işi bitiyordu. Belki senelerce bir daha konuşulmayacak ve görülmeyecekti.

 Derin bir nefes aldı.Yerini kimsenin alamayacağını, hâlâ kıymetli olduğunu düşündü. Maziyi saklamaya devam edecekti. Neden sonra yeniden etrafına bakındı.  Evdeki herkes hâlâ sandıktan bahsediyordu. İçinden çıkacakları sabaha kadar beklediler. Camlı kutu o gün sabaha kadar kapanmadı. Çocuklar koltuklarda uyuyakaldı, çay, meyve, kuruyemiş servisleri bitmedi.

 Ne olduğunu öğrenebilmek için aylardır sabrettiği sandığın yerine geçemeyeceğini anlamıştı ama başköşe hâlâ camlı kutunundu.