Menu
“RAHMANIN NEFESİ”
Öykü • “RAHMANIN NEFESİ”

“RAHMANIN NEFESİ”

Cenab-ı Pir Efendimizin mürşid-i âlileri Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî hazretleri bir gün, söz söyler idi. Bir şahıs: “Sizin medhinizi filan kimseden işittim” dedi. Buyurdular ki: “Evvela göreyim ki, o kimse nasıl bir kimsedir? Onda mertebe var mıdır ki, beni anlayıp medh edebilsin! Eğer o beni söz ile tanımış ise, muhakkaktır ki, tanımamıştır; zira bu söz ve o harf ve saft ve o dudak kalmaz, bu arazdır. Ve eğer fiil ile tanımış ise yine böyledir. Ve eğer benim zatımı tanımış ise, suret zata uymaz ki medheyleye!”
Seyyid Burhaneddin için söz konusu olan, şüphesiz ki Mevlana için de geçerlidir. Anlayıp, anlatabilmek için mertebe gerekmektedir. Sıdk, ihlas ve kalb-i selim ile yönelenlerin himmeti bol olsun da, haramla helalle, Kur’an ve sünnetle işi olmayan insanların Mesnevî şarihi olarak söz almaları, abesle iştigalden öteye gitmemektedir...
Muradı O’nun feyziyle aydınlanarak yakîn kesbetmek, olmayanların sözleri, halleri ‘ha bir kuru emektir’... Hazret: “Eski kilim gibi delik gönülden, o hakimin önüne perde bağlarlar” buyurarak bu ruh hâlini en güzel şekilde ifade etmiştir. Zira Mevlana Celaleddin Rumî’yi anmak, şüphesiz bir malumat-furuşluk ya da edebiyat yetkinliği değil, hakikat arayışı olmalıdır.
O ‘Rahman’ın nefesi’ olarak bizatihî hakikatin şarihidir. Muhiddin İbn Arabi Fütuhat’ında: “Nefes nedir diye sorarsan deriz ki, nefes hakikat sultanının yüceliği nedeniyle, Allah’ın kötülükleri söndürmek için, kalp ateşine musallat ettiği bir nurdur” der.
“Güneşin delili, yine güneş geldi..” demiş ve aslında her bir sözü ile O zaten kendi kendini ifade etmiştir...
“Ben doğanım, benim hakkımda hüma hayran olur, baykuş kim oluyor, ta ki bizim sırrımızı bile!..” Yani ben bir kulum lakin, bu madde alemin de insanları avlayıp, huzuru şaha, Allah ın huzuruna götürmek için salıverilmiş bir doğanım derken, dünyanın metaına aldanmış olanları da viranede ki baykuşlara benzetmiştir.
Şahı hakiki olan Allah-u Teala ile insan-ı kamilin münasebetini Padişahların ava çıkarken saldıkları avcı doğan kuşları ile misallendirmiştir. Avın bittiğini, padişahın davul çalarak, doğanlara dön komutu vermesi gibi:
“Benim doğan davulum “ircii” nidasıdır; Hak müddeinin rağmına benim şahidimdir.”
Sure-i Fecr-27-28 ci ayet-i kerimelerde: “Ey mutmain olmuş nefs, karşılıklı rızalaşmış olarak, Rabbine dön!” ayet-i kerimesine atıf da bulunarak, bu haline yine Hak Teala yı şahit göstermiştir.
“Ta ki benim şeklim sizi aldatmasın; benim naklimden evvel benim mezemi yiyin!”
Ben her türlü Hak da fani olmuşum, beşeriyetimle meşgul olmayın da benim vesilem ile size sunulan ilahi marifete, hikmetlere bakın, buyurmuştur. İnsan-ı kâmilin bu vasfını çok güzel özetleyen bir beyit:
“Beni tuti kuşu sıfatında olarak aynanın arkasında tuttular; üstad-ı ezelin söyle dediği şeyi söylüyorum!”
• Cenab-ı Pir efendimizin babası, Sultanu’l Ulema efendimiz, Selçuklu Sultanı Alaeddin-i Selçukî ile birlikte taht üzerin de beraberce oturdukları esnada, Sultanu’l Ulema hazretleri, Sultan’a hitaben:
“Melik, sen padişahsın ben de padişahım. Benim saltanatım gözlerim kapandıktan sonra başlar; senin saltanatın ise gözlerin kapanıncaya kadardır.” Buyurmuşlardır. Cenab-ı pir Mevlana Celaleddin Efendimiz dahi kendi manevi saltanatlarını beyan ederken şöyle buyurmuşlardır:
“Ben tahttan tabuta giden şah değilim. Benim saltanat-ı zatiyemin beratında ‘Halidine ebeden’ yazılıdır!...” •
“Sakın bana “Çok söyleyici” demeyesin! Ben yüzden birini söylerim ve o da kıl gibi!” Sakın bana çok söyleyici deme. Zira ben, hakikat ve marifet ilminin esrarlarından yüzde birini söylüyorum, o da kıl gibi, gayet ince ve zayıftır...
Tarihte ve günümüzde, alıp sattığı ilme, hikmet ve marifete, tüm dünyanın şahitlik edip takdir etmeye çalıştığı Mevlana, sahip olduğu mana denizinden bir nebzeyi bize ilettiğini bu beyitte ifade etmiş. İnsanların akıllarına ve anlayışlarına göre konuşulmasını ikaz eden hadis-i şerif de ki hikmet gereği, Mevlana da vakıf olduğu ilimden bir nebze süzülüp gelenleri bizlerlerle paylaşmıştır.
Yine kendisini Peygamber-i Zişana nispet ederek: “O Peygamber baştan, başa kulaktır ve gözdür. Biz O’ndan tazeyiz, O murzı’dır, biz sabîyiz.” Biz varisan-ı Muhammedî’nin ervahı, O Nebiyy-i Zişandan tazelenir ve yenileniriz, buyuruyor. Bize ruhaniyet sütünü emziren O’dur ve biz dahi O’nun emzirdiği ruhaniyet sütünü içip neşv ü nemâ bulan sabileriz. O’nun tebası olmak ile birtakım özelliklere sahibiz, diyor.
Hakikate dair türlü hikmetler ve öğretiler sunan Hz. Pir, geceyi ve gündüzü bir altın sayıcıya, insanın ömrünü de altın kesesine benzetmiştir. Alıp verdiğimiz nefeslerde altın hükmündedir.
Gece ve gündüz sarrafı, altın hükmündeki nefeslerimizi sayar ve sarf eder, ta ki son nefese kadar. Ömür dağ gibi de olsa, geçen günlere yenisi eklenmediğine göre, her gün eksilen de neticede son bulur.
“İmdi her nefesin yerine ıvaz koy, ta ki “ve’scud v’akterib!”den garaz bulasın.”
Her an eksilen ömür sermayesinin yerine, bir nakit bir meta koy ki iflas etmeyesin. Maksadın hasıl olabilmesi için, insanın varlık sebebi yerine gelebilmesi için Sure-i Alak 96/16 “Secde et ve yaklaş” ayet-i kerimesine işaret edilmiştir. Ömür sermayeni sadece asla tamamlanamayacak olan dünya işlerine hasretme:
“Akıbet sen nâ-tamam,”işlerin ebter ve ekmeğin çiğ olarak gideceksin.”
Neticede insan muhasebesini iyi tutmaz ise, dünyevî birçok plan ve proje peşinde koşarken ansızın Hakk’ın huzuruna gidecektir.
Mesnevî-i Şerif bilindiği üzere mana incilerini dizer, hakikâte şarihlik ederken sünnetullah üzere, ki vahiyde de üslûp budur; birtakım hikâyeler, kıssalar anlatarak yol alır. Bunun için de:
“Biz niçin kendimizi söze daldırmışız? Hikâyeden, biz hikâye olmuşuz” derken, yani hiç bilir misin ki, ben niçin kendimi söz ve nakl-i hikâyat ile meşgul etmişim? Sebep budur ki, bu cihan-ı faniden sefer yükünü bağladım, benden sonra Hakk’ın talipleri benim bu kelamım ile Hakk’ın marifeti ile müşerref olsunlar ve ibadet-i hakikî ile kaim olsunlar. Onların bu yolla yükselmesi aynı zamanda benim içinde bir kazanç olur. Onların ameli benim amelim olur. Sacitler içinde bir efsane olurum, bu da bir nevi bekâdır, buyuruyor.
“İş adamının önünde bu hikâye değildir; hâlin vasfı ve yar-ı gârın huzurudur.”
Kendini imar etmeye, nefsi ile mücadeleye soyunmuş, beşeriyetten insanı kâmil vasfına ermeye azmetmiş insanı ‘iş adamı’ olarak vasfetmiş ve onlar geçmiş hikâyeler için, hakikâtte hal-i hazin söylediğimi ve Resul-i Zişan Efendimiz ile beraber vahdaniyet garına girmiş olan varis-i kâmilin huzuru bulunduğumu bilirler.
“O serkeşin dediği esatir-i evvelîn, harf-i Kur’an için, âsâr-ı nifak oldu.” O sekeşlerin, Kur-an’ı Azim için, eskilerin masalı demeleri, sadece inkâr ve nifak olsun diyedir. Ahmakların ve münkirlerin konuştuğu bu lafı, sakın sen lübb-ü Kur’an olan Mesnevî-i Şerif için konuşma, diye ikaz etmiştir.
“Mademki ırmağın kenarı yoktur, ey tulum ağzını bağla; bu şeker deryası kenarsız ve sahilsiz olmuştur.”
Okunduğunda insanı aczinden iki büklüm eden bu beyit ile Hazret-i Pir, mademki mana ırmağının kenarı ve nihayeti yoktur, mademki kelimeler bu manaları taşımaya güç getiremiyor, o vakit ağzını bağla, şeker gibi leziz olan bu ilahi ilim deryasının sonu ve sahili yoktur, buyurmuştur.
“O şey ki söylüyorum, senin anlayışın kadardır; doğru anlayışın hasretinden öldüm”
Ey sami, (ey işitici) bu benim söylediğim sözler, ancak senin anlayışın kadardır; bu söylediklerimi daha ziyade tafsil ederdim. Fakat anlaşılmamak korkusundan terk ettim. Esasen doğru anlayışın hasretinden öldüm.
O gün doğru anlayışın hasretinden öldüm diyen, Hazreti Pir, bu günkü anılış törenlerine nasıl bir yorum getirirdi acaba. Ömrün de sadece üç defa sema yapan, velakin; Rahmanın nefesi olarak Vahyi ilahinin muradı olan hikmet-i ulum tedris edip ta’dad eden yüce Piri ortaya koyduğu maarif ve hikemle değil de bu gün sadece sema ile anılması hazin bir tecellidir. Sema edebilmek için önce O’nun ferasetinden maneviyatından hikmetinden hisse kapmalıdır. Bu hisse kapmadan öyle ise bu nice sema etmektir?