Menu
PİM
Öykü • PİM

PİM

Küçük kollar yoruldu, acemi ninni sustu. Tüm ninnilere karşın kapanmak bilmeyen mavi gözler, anlamsızca baktı Peyman’a. Sıkıntısı körpe bir çığlıkla patladı. Kahverengi kirpiklere uzandı, çekiştirdi. Parmakları arasında kalan birkaç naylon tel... Durdu. İçini gıdıklayan solucanı dinledi. Birkaç tel daha... Çok yakından geçen bir trenle sarsıldı oda. Peyman, titredi. Birazdan cam gözler de düşecek minik avuçlarına. Bebeğin plastik bir gülümsemede donmuş yüzünde, iki korkunç oyuk.
Ah Peyman... Bu kaçıncı bebek, öfkenle parçalanan!
Cicianne, takma kirpiklerini çıkardı. Yeşil, çıplak bir kertenkele düştü aynaya. Gücünü kısık ışıkta bulan iktidar, söz verilmiş hazzına ilerledi. Çok yakından bir tren geçti. Birazdan pembe-naylon kombinezon, pembe-naylon bir kahkahayla uçuşacak havada. İyi düşünülmüş bir işçilikle çınlayacak duvarlar. Yürüyen koltuğunu renkli haplarına sürükleyen annesinden biliyor Peyman, eşiğinde beklediği oda, yine günah kokacak.

Günah olurken annem kapısını kapatır. Annem günahtan korkar da ondan. Söyledi bana, günah kötü bir şeydir. Günah işlemek günahtır. Günah işleyenlere günahkâr denir. Babam, günahkâr. Ciciannem, günahkâr. Sen hiç günah gördün mü, Peyman? Annem dedi ki, günahı işleyenler bilir, bir de Allah. Allah, her şeyi görürmüş, günahları yazarmış. Sonra cayır cayır yakarmış kötülüğü. Ben hiç Allah görmedim. Görürsem, diycem ki, babamı yakma... Hem belki sever beni o zaman. Annemi sever.
Peyman, sana bakarken bazen korkuyorum ben.
Büyüyünce hiç günah işlemiycem ben.

Yatağındaki ıslaklıkla uyandı. Anladı. Bir alev yürüdü küçük bedenine. Yaklaşan adımları tanıdı, yorganına sarındı. Kapıyı açan ejderha, öfkeyle tısladı. Kibrit çöpü, bacaklarının arasını dağladı. Çok yakından bir tren geçti. Peyman, ağladı. Her sabah ağlıyor, Peyman. Ejderha sabunu kafasına vurdukça, annesi de ağlıyor odasında. Banyodan sonra saçlarını tarayan annesinden biliyor, “o kadın” Allah’tan korkmuyor.

Anne, Ciciannemi Allah yaksın mı? Yaksın Anne. Dudaklarını boyuyor. Babam gelince gülüyor. Sen neden gülmüyorsun? Neden yürümüyorsun? Ben yatağımı ıslatmak istemiyorum Anne. Allah ne zaman gelir?

Peyman, taburenin üzerine çıkıp saçlarına baktı; siyah, düz. İnce tarakla tiftikledi. Kıtıklanmış tutamlar, dimdik kaldı. Günah odasından çaldığı ruju cebinden çıkararak acemice boyandı. Çenesi, burnu kırmızıya battı. Ağzını büzerek, gererek yakıştırmaya çalıştı. Sinirlendi Peyman. Yeniden... Rujun ucu kırıldı. Çok yakından bir tren geçti.

Ciciannem kesti, Anne. Babam bana kızdı. Cicianneme neden kızmıyor? Onunkiler sarı diye mi?
Anne, kırmızı günah mı?
Babam beğenir sandım, Anne.
Anne, sen hiç eşşeksudan gördün mü?
Hiç günah işlemiycem.

Peyman, karnı burnunda, gara girdi. Yüksek tavan, vitraylar, pirinç turnikeler... Gara, bir tren girdi. Gelenler, gidenlere karıştı. Kalabalığın arasında kızını tanıdı, Sahir. Bir fırladı yerinden, vazgeçti sonra. Bakışı özlem, şaşkınlık ve pişmanlıktan bir halay. Babasını tanıdı, Peyman. Kara gözlerini onda unuttu ama duraksamadan devam etti yoluna. Bakışı özlem, öfke ve intikamdan bir ağıt... Şiş karnını yokladı, belli belirsiz: İyi, bitecek yakında. Yıllar önce kendine verdiği sözü anımsadı: Hiç günah işlemeyecek. Bir sızı geçti kasıklarından.

“Günah ne demek baba?”
“Kim sokuyor kafana bu saçmalıkları, sabah sabah!”
İtiverdi kızını Sahir, banyoya girdi.
Peyman sendeledi, peronun kalabalığı akarken üstüne. Karnını korudu, elleri.
Sahir, ıslak saçları ve tıraşlı yüzüyle tazelenmiş, seslendi kızına:
“Koş, çorap getir bana!”
Koştu Peyman, kalabalığa karıştı.
Çok kalabalık... Kadınlar ağlıyor. Yürüyen koltuk, merdiven altında. Bir kara bulut Sahir, yağacak gök bulamıyor. Gar müdürünün uzattığı eli, ezilerek sıkıyor.
“Sağ olun efendim, buraya kadar zahmet ettiniz.”
Fısıltılar büyüyor.
“İlaç içmiş... Çok çekti, zavallı.”
Bir tren geçiyor. Kaçıyor Peyman. Sokakların gürültüsü, trenleri boğuyor.
Büyüyor. Anlıyor: Sabundan yapılmış meyveler gibi anlamsız, hayat.

Anne,
Burada saçımızı kesmiyoruz. Ayna, yasak. Eğitim, sürüyor. Bir sürü şey öğreniyorum. Bugün, tüfeğini en hızlı söküp-kuran, ben oldum. Bir süre daha kalacağız. Sonra İstanbul’a döneceğim.

Soğuk dairenin çelik kapısını çalan kurye, sarı zarfı uzattı. Anladı Peyman. İnce gövdesi titredi zarfı açarken. Önce şifreli metni okudu, sonra annesine yazdığı valiz dolusu mektupları. Duşa girdi, uzun uzun yıkandı. Buz gibi suyun altında çığlıklar atarak güldü, haykırarak ağladı. Görev sabahı, verdikleri hapı içti; hazırladığı düzeneği kuşanıp elyaf hamileliği altına gizledi. Düğüne gider gibi uğurlandı evden. Vapurda, Kasım pusunu hissederek oturdu, bir sigara içti. Uzaktan Haydarpaşa göründü, çocukluğu göğüs boşluğuna oturdu.

Peyman, karnı burnunda, gara girdi. Yolunu banliyö gişelerinin önünden geçirdi. Aranan bakışları yaşlı memurla buluşunca, kaçırmadı gözlerini. Yıllarını bakışlarına yükledi, yürüdü. Rahatladı Peyman. Gülümsedi. Eli, mantosundan içeriye uzandı.

Kısacık bir an. Kırmızı.
Gökyüzünden, parçalanmış bir martı düştü yere.

(Şubat-Mayıs 2006)

*Berat Alanyalı, Tin Kovuğu, Kanguru Yayınları, İstanbul 2007