O, evinin damlara bakan penceresinden limanı izlerken, kilise çanları durmadan çalarken ve geceleri yatağında tren sesi dinlerken, bir de karşı apartmandan bir kız sevmişken bu şehri bırakıp başka bir şehre gitmiştir. Gittiği Ankara’da gece dolaşırken düştüğü bir çukurda başından yaralanmış, daha sonra ise İstanbul’a dönmüştür. Döndüğünde, birkaç gün evinin penceresinden bu kez kavakları seyretmiş, gündüz yağan yağmuru ve gece doğan ayı izlemiş, yol mu para mı mektup mu derken 36 yaşında hayata gözlerini kapamıştır. Ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın Otuz Beş Yaş şiiri Orhan Veli’ye ağıt olmuştur.
Prelude
Gerçekliğin içine hiç bu kadar girilmemişti. Eresbos karanlık ufuklarda kıvrımları parlayan kırbacıyla akıllara vurup cesetleri Hadese gönderirken, aşıklar Eros’un işsiz güçsüz oturduğunu görüyordu. İki can birbirinde bir dünya keşfetmiş, büyülü gözlerle bakışırken mutluluğun olduğu kadar hüznün de soykırımını birlikte yapıyorlardı. Aşk öyle bir diyar ki, buldun mu toprağı işler bulamadın mı toprağa kendini ekler gidersin. Orhan Veli, tek can sessiz bir odada korkuyla kendisiyle konuşurken aynalara koştu bir cana hasret. Aşkı bilmemiş, aşkı görmemiş, en layık olduğu sevgiyi bir yosmanın türküsünde ya da vesikalı yarinin telgrafında bulmuştur. Hangi güzel ve tatlı kız sevecekti ki onu! zaten çirkin yaratılmıştı aşka methiyeler düzsün diye. Aşkın yoksulluğunda, bedensel acıların kucağında bulmuştur kendini. Keşke Süleyman Efendi’ye değil de o güzel kıza yazsaydı şiirini. Ve biz de tanımasaydık onu!
Ona göre hayat geçim sıkıntısıyla, parasızlıkla geçen bir hayattı. Cesedini görenlerin aşk acısından, onu tanıyanların ise sefaletten öldüğünü tahmin edeceklerini ama ölüm nedeninin hiçbir zaman bunlardan biri olmaması gerektiğini söylemiş ve ıssız bir gecede Ankara sokaklarında yalnız başına yürürken kader, vasiyetnamesini kabul etmiştir. Hayat ruhundan vurup, bedenini acıtmıştır onun.
Mesai çıkışında İstanbul’u gezer Beyazıt’a çıkar, limanları, Haliç Vapurunu ve dalyanları izlerdi. Parası yoktu ki zaten ne günah işleyebilirdi! Cep delik, cepken delik, kol delik mintan delik dolaşırdı. Kundurası vurduğu zamanlarda bile hep sessiz kaldı.
Adagio
Büyük mevzularla hiç işi olmazdı kendini önemli hissettirmek için. O kadar alçakgönüllü idi ki ömrünün en güzel yılları olan çocukluluğunu anlatmaktan asla utanmazdı. Elifba’sına gemi resimleri çizmekten, kızılcıkla ve kargalarla sohbet etmekten, hatta zıpzıplarını onlara rüşvet olarak vermekten hiç çekinmezdi. Spinoza tözleri birleştirip gerçeğe merdiven kurarken, Hegel diyalektiğin zıt kutuplarında varoluşu ararken yaşam olmak ya da olmamak olgusunu tartışacak, tözü, id’i veya gerçek bilginin kaynağını bulacak kadar yakın ve kısa mıydı? Birdenbire bir ölümle biter gider ve ölümünüz bir seramoniye dönüşürdü. Ne gariptir ki cesedimizi kaldıran insanlar da bizim gibi sıradan insanlar olacak. Yıkarken, namazımızı kılarken, gömerken akıllarında hayat kavgası, ezbere davranışlarla bizi mezara koyacaklar. Hayatı bu kadar abartacak ne var ki, herkes sırayla ölmüyor mu işte!. Bir şey hissetmeden, üç kuruş paranın hesabını sormadan haklarını helal etmezler mi. İmam sorduğunda bizim için iyidir demezler mi. Öldük işte, ne gereği var artık alacağı istemenin, ne gereği var hakkı haram etmenin. Öldük işte, borç kapandı helal harama karıştı.
Finale
O güzel ve tatlı kızı bulamadı. Ve Platon’un güzellik ideasını sonsuza kadar kaybettikten sonradır ki mezarın altından duyulan sadece birkaç kürek sesi oldu. O ölecek ve üstünde başında bir şeyleri olmayan birkaç fakir sevinecekti. Ama kevgir gibi esvablarla ne kadar mutlu olunur siz düşünün. Mutsuz insanların yüzünde gülümseme ne kadar çirkin durur bilir misiniz. Gülümsemenin, yüzümüzün bir ahenk içinde dalga dalga yayılması ve bu arada gözlerimizle de dans etmesi dersek bu insanların yüzlerinin ne kadar tecrübesiz olduğu hemencecik ortaya çıkar. Gülünce sanki benlik bütünlükleri bozulacak ve kırılıp yere düşeceklermiş hissi uyandırırlar bizde.
İşte kum fırtınasında çölde yürümek gibidir yaşam. Rüzgar size düşman olmuş, kumları sahiplenircesine her adımınızda izlerinizi silerek sizi yoklaştırmaya çalışır. Düştüğünüz anda ise bir mezar bile kazmadan üzerinize toprağınızı da hemen örter. Ölümle hayattaki tüm izler de silinmeye başlar. Tek mülkü ekmeği ve suyu olan garibin bu dünyadan sessiz sedasız çekip gitmesi ise ancak duymayı bilenlerin gözünü nemlendiren sessiz bir ağlayıştır.
Yalnız şu beyit kaldı, Kahve ocağında, el yazısıyle: “Ölüm Allah’ın emri, Ayrılık olmasaydı.”
Süleyman efendi de renksiz ve silik her insan gibi kahve ocağının yanına, hayatın içimizde biriktirip de ama asla haykıramadığımız içi acı dolu çığlığını yazmıştır. Kim bir gün gelir de bir şeyleri arayacak olursa bilecek ki göçmeden önce hepimizin hayatının bir köşesinde böyle duyulmayan sessiz çığlıklarımız vardır. “güle güle” diye bağırırken, istasyondan ayrılan tren sesinde sesimizin kaybolması gibidir ölüm!
Ki trenler Orhan Veli’de hep ayrılığı ve gidişi anımsatmıştır. Bilinmez! belki de sevdiği birileri onu hep bırakıp gittiğindendir her tren sesi içini acıtır, istasyona yaklaşırken attığı her çığlığı duyduğunda iki gözü iki çeşme olurdu.
Sessiz bir şairdi, kundurası vurduğu zamanlarda bile konuşmadı. Hiçbir zaman ne duygularını anlatabildi ne de haykırabildi. Mezartaşı boştur, Süleyman efendi kadar bile şanslı değildi ki biri de onun mezartaşını yazsın. Geriye sadece kelimelerde hayat bulan şu çığlığı kalmıştır: ........................... Dinle bakalım, işitebilir misin Türküsünü damların, bacaların Yahut da karıncaların buğday taşıdıklarını Yuvalarına? .......................... Şeytan diyor ki: “Aç pencereyi; “Bağır, bağır, bağır; sabaha kadar.”