Menu
NERMİN
Öykü • NERMİN

NERMİN


Her şeyi en başından anlatmalıyım. En başından dediysem Adem’den değil, doğumumdan da değil; kırgınlıklarımdan, sızılarımdan, hayatın sillelerinden, güvenimin nasıl boşa çıktığından. 

Yaşadıklarımı bugünden ibaret sanmayın. Kendimden başka sorumlular vardı. İşin garip tarafı da kendimden başka üzülen yoktu. Her biri hayatımdaydı. Kimse görevini yapmadı. Ama herkes tam yetki aldı. 

Annem ve babam devamlı tartışma içindeydi. Kendi aralarında sürtüşmeyi geçtim, herkesin içinde de devam ettiriyorlardı. Bir türlü yıldızları barışmıyordu. Kendilerine saygıları tükenmişti. Birbirlerini sürekli incitiyorlardı. Babam, misafirler geldiğinde lafı evirip çeviriyor, en sonunda şu cümleyi muhakkak bağlıyordu. Bizim hanımlarda iş yok, daha hazır ekmeği yiyemiyorlar. Ben büyüyünce hazır ekmeği yiyebilecek miydim, bunu defalarca denedim.

Beni dünyaya iki neden için getirdiklerini anlamıştım. İlki tartışmalarının bitmesi içindi, ikincisi ise eve bereket getireceğime inanmalarıydı. Bir kurtarıcı rolündeydim. Ama onların sadece çocuğu olmalıydım. Onlar bunu anlamamıştı. Dünya kadar yükle beni yaşama salmışlardı. Oysa küçücüktüm. Benden sonra iki çocukları daha oldu. Onlara abla yerine yedek annelik yaptım. Babama da yedek eştim. Onun çocuğu gibi hissetmedim. Annemden alamadığı sevgi ve ilgiyi bende karşılıyordu. Bana hiç evlenme diye baskı uyguluyordu. Kapıda onu ben karşılıyordum. İşten sonra birlikte vakit geçiriyorduk. Giydiği kıyafetleri bile bana soruyordu. Annem bir köşede yaşamına devam ediyordu. Ara ara babamla tartışıyor, sonra ne halin varsa gör diyordu. En çok ona kızıyordum. Onun hem anne hem de eş görevini yapıyordum. Ona benzemek istemiyordum. Güçlü biri olmalıyım diyordum. Gün boyu kuyruğu dik tutma çabası içindeydim. Gece yorganı başıma çekiyor, güçlü durma çabasının verdiği yorgunlukla gözyaşlarımı siliyordum. Sabahları bütün neşemle, yıkılmaz direklerimle yaşamayı sürdürüyordum. Bunların yanında üniversiteyi de yaşadığım şehirde okuyordum. Bir yandan derslerimle ilgileniyor bir yandan da ailenin hangi derdi varsa onun peşinden koşuyordum. Çok nadir arkadaşlarım oldu. Onlarla bir türlü bağlantı kuramıyordum. Özellikle hemcinslerimle. Başta ağzı sıkı gibi görünüyorlardı. Kanca atsan çekemezsin kelimeleri, sıkıştırsan hık demez, eli ayağı bir pabuca girmez, bir bakıma öyle görünür, sonra bir bakarsın dilinin kemiği yoktur, gevşektir gıcırdar sürekli, bakla da ıslanmaz ağzında, leb demeden söyler her bir şeyi. Söylemeden önce aşk olsun, çıkmaz benden sırrın der. Nerde görülmüş der. Saysan hepsine bir bahane üretir. O bir kere oldu der. O sayılmaz der. Der de der. Ağız kalabalığı yapar. Bu yüzden içimdekileri de ne söyleyebildim ne de gösterebildim onlara, erkekler desen akılları hep aynı yerde. Bir kişiyi hariç tutuyorum.

Veli ile kampüste tanıştım. Gülünce kısılan gözleri vardı. İlgiliydi benimle. Bir şeyler anlattığında ırmaklar akar, temizlerdi içimdekileri. İlişki dengeliydi. Yükler omzumda kalmıyordu. Mezuniyet sonrasında daha önce gitmediğimiz bir kafeye götürdü, evlenme teklifi etti. Dizinin biri yerdeydi. Yukardan çok komik gözüküyordu. Aynı zamanda da çok endişeli. Yüzük olanca güzelliğiyle bana bakıyordu. Ben de muhtemel geleceğe. Evde daha fazla kalmak istemiyordum. Çok düşünmeden kabul ettim. Bir sevinci vardı ki Veli’nin, sanki büyük bir hayalini gerçekleştirmiş gibiydi. Keşke sevinci hep öyle kalsaydı. 

Ailemden uzak yerde oturmaya karar verdik. Veli beni anlıyordu. Bazı zamanlarda derinlerime kadar hissettiğini düşünüyordum, bazı zamanlar da yüzeyden baktığına tanık oluyordum. Diğer ilişkilerde olan tartışmaya gerek durmadan da anlaşıyorduk. İşten hangimiz erken gelirse yemeği yapıyordu. Bulaşık daima onda oluyordu, düzen ve temizlik bende. Yorgunluktan sızıyorduk. Ara ara işyerindeki olayları anlatıyordum. Can kulağıyla olmasa da bir türlü dinliyordu. Bana da hak veriyordu. Daha ne isteyeyim. Ama o bir şey istiyordu. Çocuğumuz olsun diyordu. Arkadaşlarının çocuklarıyla oynamayı çok severdi. Bense henüz daha erken diyordum. Bu konuda ayrıştık, aramızda bir soğukluk oluştu. Fırtınasız bir ilişki yoktu. Tatsızlıklar olurdu. Aldırış etmedim. Birkaç ay geçmedi ki midem bulanmaya, başım dönmeye başladı. İkide bir kusuyordum. Şüphelenmeye başladım, hemen eczaneye koştum, hamilelik testi istedim, hayırlı olsun dedi eczacı, tepki vermedim. O gün testi yapamadım. Sabaha kadar döndüm, durdum yatakta. Günün ilk ışıklarında, cesaretimi topladım, sonuç pozitifti. Başımdan aşağıya kaynar sular indi. Çocuk istemiyordum. Daha kendimi iyileştirememiştim. Bir çocuğa bakma yükümlülüğünü kaldırmak istemiyordum. Hastaneye gittim. Bebek daha beş haftalıktı, yasal olarak aldırmanın herhangi bir suçu da yoktu. Veli ile çok büyük kavga ettik. İkna edemedim. Daha hazır değildim. Eskiler anneyi doğurganlığı nedeniyle tanrı gibi görüyordu. Bu yüzden daima merhamet bekliyorlardı. Anne yüzünü çevirirse tanrının yüz çevirmesi gibi kalbe gölge düştüğüne inanıyorlardı. Annelik için uygun değildim. Kızgındım çocukluğuma. Annem gibi olmak istemiyordum. Annem gibi yaşamak istemiyordum. Bundan çok korkuyordum. Ayaklarımın üzerinde bir yaşam inşa etmek istiyordum. Bu kadar okudum, onun da boşa gitmesini istemiyordum. Arkadaşlarım çocuk olduktan sonra işi bırakmıştı. Ayşe kilo almıştı. Buluştuğumuzda iki cümle kuramıyorduk. Ya çocuk mızmızlanıyor ya da konu hep çocuğa dönüyordu. Çocuklarından başka hayatları yoktu. Tek bir hayat vardı, onu da çocuğuna adıyorlardı. Yatırım için düşündükleri de oluyordu, yapamadıkları hayalleri onlar üzerinden gerçekleştirmek isteyenler de çıkıyordu.

Kendime itiraf edemesem de o günlerde ağır işlerle, hareketli meselelerle meşgul olmaya başladım. Çok geçmedi ki şiddetli karın ağrısı ve kramp içinde kıvranmaya başladım. Hemen hastaneye geçtim, bebek düşmüştü. 

Eşim direkt beni suçlamasa da gözlerindeki ağır ithafı hissediyordum. Hazır değildim, bunu bir türlü anlamıyordu. Çocuk tek taraflı yapılmayacağını da kabul etmiyordu. Geleceğe dair ortak düşüncelerimiz buğulanmıştı. Kendimizi işe daha çok verdik. Akşamları aramızdaki konuşmalar azaldı. Birkaç yıl geçmişti. Bu böyle gitmezdi. İçime korku bürümüştü. Yalnız kalmak istemiyordum. Çocuk yapalım dedik. Sonra sonra fark ediyorum ki bu çocuk da bir kurtarıcı rolündeydi. Annem olmamak isterken ondan belirtiler bir yerde beni yakalıyordu. Mehmet doğdu. İlk üç gün yüzüne bakamadım. Gözleriyle karşılaşmak istemiyordum, gözleri açık olmadığını bildiğim halde. Yalnızca dudaklarına dikkat kesiliyordum. Emzirirken bir şey olmasını istemiyordum. Tomris Uyar’ın çocuğu süt boğulmasından ölmüştü. Milyonlarca vakadan biriydi. Büyük acıydı. Bir acı daha yaşamak istemiyordum. Bir vicdan azabı daha duymak istemiyordum. Düşen bebeğe haksızlık yaptığımı düşünüyordum. Ona yaşama hakkı vermediğimi, fakat Mehmet’i yaşamaya kabul ettiğimi içten içe söylüyordum. Mehmet’in suçu yoktu, ama ondan çıkarıyordum duyguyu. Ona çok mu görev yüklüyordum? Yaşayabilmem için şarttı. Kendimi toparlamak için büyük mücadele verdim. Üç günün sonunda yüzünü tamı tamına gördüm, öylesine güzeldi ki, güzel olduğunu dile getirdiğim anda vicdanım düşük bebeğime karşı davranışlarımı getiriyordu. Mehmet’e yaptığım en ufak iyilik, aklıma düşük bebeğimi getiriyordu; ne büyük bir duygu çatışmasıydı. 

Mehmet doğduktan sonra her şeyin daha iyi olacağını düşünüyordum. Gel gör ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Veli benimle ilişkiyi tamamıyla kesti. Saç rengimi açtım, kontur oluşsun diye de siyah bir elbise giydim. Fark etmedi bile. Yüzümde yaralar çıktı, beyaz giydim. Onu da görmedi. Görünmezlik pelerini giymediğime göre başka seçenek yoktu, beni önemsemiyordu. Kapsama alanı dışındaydım. Ben de artık uydumu değiştirdim. Fark ettim ki eğer iki kişi anlaşamıyorsa ne çocuk onları bağlıyordu ne de başka bir şey. Uzatmaya gerek yoktu. Bunun için önce bir annenin çocuktan ayrı kalınca nasıl davranacağını görmem gerekiyordu. Bunun üzerine kitaplar okudum, videolar izledim, seminerlere katıldım. Söylemler tanık olmayı karşılamıyordu. Sokağın girişinde kuşçuya girdim. Kafeste bir anne iki de tüyleri yeni beliren yavru kuş vardı. Yalnızca anne kuşu satın almak istediğimi söyledim. Adam şaşırdı. Emin misin abla, yavruyu verelim dedi. Yok dedim, anneyi istiyorum. Kafesiyle beraber eve götürdüm. Bir anne kuş yavrularından ayrılınca nasıl davranıyor, onu görmek istiyordum. Annelik sadece insanda mı kutsallık atfediliyordu, bilmek istiyordum. Hareketlerine, sesine dikkat ettim gün boyu. Huzursuz gözüküyordu kafesin içinde. Bunun yeni bir yere geldiği için mi, yavrularından ayrılmak için mi yaptığını çıkaramadım. Huysuzluğu yaşamı bırakmış gibi de değildi.

Boşanma süreci beklediğimden hızlı gerçekleşti. Veli’den son kez de olsa bir çaba bekliyordum, barışmasak da yılların hatırına ufak bir hareket yapabilirdi, az da olsa bu hareket beni iyileştirebilirdi. Fakat yüzünde yaprak bile kıpırdamadı. Jest ve mimik yoksunu değildi. İşler değişti. Ailemin yanına dönmek istemiyordum. Birkaç sokak ötede bir ev kiraladım. Aile apartmanıydı. Beni bu süreç çok zorladı. Sokakta yürürken etrafımdan geçenler sanki hep benim hakkımda konuşuyorlar gibiydi. Dul diyorlardı. Uyumsuz kadın diyorlardı. Eşi on numara adammış, nasıl geçinemediğime şaşırıyorlarmış. Delik deşik eden bakışlarla da muhatap oluyordum. Ahlak bekçiliği yapanlar, bana en çok onlar köstek oluyordu. Kendi hayatlarından daha çok başkasının hayatlarına müdahale etme peşindeydiler. En çok onlara kızıyordum. Bir de anneme. Bütün rolleri bana bırakmıştı, bir köşeye geçmiş dinleniyordu, bu görevler beni zincirledi. Annem gibi olmayacağım adındaki koruma kalkanımı ne kadar sıkı tuttuysam da başarılı olamadım. Ben ya başkasının yedek eşiydim, ya yedek annesi, ya çocuğunun eşi, ya eşinin çocuğu, ya Mehmet’in annesi. Benim bir adım, benim bir hayatım vardı. Kendimi başkasının hayatından tanımlanmak istemiyordum. Bu annemden kalma bir izdi. Silinmeyen bir izdi. Kabullenmeyi denedim. Başka da çarem yoktu. 

Bir yerde okumuştum. Yağmurun ilk ıslattığı yerde su çıkarmış. Çünkü kaynak yağmuru çağırırmış, kendi aslına çekermiş. Benim de bütün yeni acılarım çocukluğumdaki kaynağa ulaşırdı. Beni tutar çekerdi oraya. Eski boku ne kadar çok deşersen deş daha çok kokuyordu. Ama geçmişi düşünmemek elimden gelmiyordu. Tarih boşlukları ve noksanları kabul etmiyor diye sürekli dolduruyordum onları.

Mehmet’i çok seviyordum. Ama diğer anneler gibi taparak sevmiyordum. Onu varlığı için seviyordum. Ona haksızlık ettiğim için değildi. Kreşe gidiyordu. Çok zekiydi. Onun her halini seviyordum. Doğduğundaki vicdan azabım dinmişti. Dilime tam getiremesem de bazen iyi ki ilk bebek düşük oldu diyordum. Yoksa ikinci çocuk istemediğimden Mehmet’i doğurmazdım.  Sonuçta ilk bebeği tanımıyorum ve benim için yabancı. Ama Mehmet capcanlı. Bunu diyebilmek bana acı veriyordu. Ama gerçek buydu. Bu azap da beni çürütüyordu. Toplum normlarını yakalamaktan usanmıştım. 

Veli’yle aynı mahalledeydik bir hafta bende bir hafta onda kalıyordu Mehmet. Ona boşanmamızı anlatırken doğru bir yöntemle anlatmayı denedik. İki evin olacak dedik. Bu iki evde de bir odan olacak. Babanla ben sadece ayrı evde yaşayacağız dedik. Başta kabul etmese de oda alıştı. 

Mehmet tutuk bir çocuktu, ama öyle tatlı öyle tatlıydı ki, makas alırdı her gelen. Beni çok iyi dinlerdi. Ona içimi de açardım nasihat de verirdim. Haylaz bir çocuk gibidir insan kalbi, laf dinlemez ama eğitilebilir dedim Mehmet’e sen sen ol büyük acılara gebe kalma. Anlamıyordu ki temizim, sadece dinliyordu. Bir de soru soruyordu. Bir kalp neden haylaz bir çocuğa benzer ki diyordu? Büyüyünce göreceksin diyordum. Ellerini sonuna kadar açıp bu kadar mı büyüyünce diyordu. Evet diyordum.

Mehmet, korumacı bir anne olmadığımdan hayata daha kolay hazırlanabilirdi. Üniversiteye giderken peşinden koşan, yediğine, içtiğine karar veremeyen bir çocuk olmayacaktı, iyi yanıydı. Bu benim için teselliydi.

Yaşamın çekiciliğine kaptırdığım günler bir elin parmağını geçmezdi. En çok buna üzülüyordum. Buruşuk elbiseler giymeye başladım, açıkça anlaşılıyordu, yaşamak umurumda değildi. Boğuluyordum nefes aldıkça, yanağımı yaslıyordum yalnızlığa. Saçlarımı kısacık bırakmak istiyordum, boynumun kenarları geliyordu aklıma, boynumun kenarları hassas çizgimdi, onları açık bırakmak istemiyordum. Soğudum çalışmaktan. Bir rekabet, hırs ve dizginleri elinde tutma çabasından. Hiçbir şey eskisi gibi değildi artık, bir düzine ışık dolusu oda karanlık geliyordu. Duyguların da raf ömrü vardı. Silkelenmek icap ediyordu. Kış uykusundan kalkmanın, ipe sapa gelmez, çizmeyi aşan duyguları zapt etmenin zamanı gelmişti. Kendimi baştan aşağı iyileştirmeye karar verdim. Yıllardır meselelerin etrafında dolanıyordum. Her an tetikte, bitimsiz bir çaba içindeydim. Hayatın sillesini yiyordum. Sabır taşım çatladı. Özellikle ailenin, zarif bağlarla kurduğun ilişkilerin temelini bir arkeolog edasıyla titizlikle, ciddiyetle ve de umutla inmek gerektiğini, yüzeyin yanıltıcı olduğunu, derinlerde yatan cevheri ortaya çıkarmak gerektiğini düşünüyordum. Gördüğümüz şeyler gördüklerimiz miydi gerçekten, belki gördüğümüzden daha güzeldir her şey. Bu düşüncelere hep kitaplar götürdü beni. Düşüncelerin peşine takılmak nedense iyi hissettiriyordu. Yardım almaya karar verdim. Google’da arattım. En yakındaki danışmanlık merkezine gittim. Girişte panoya iddialı bir cümle eklemişlerdi.

“Karanlıkla baş edebilmenin en kestirme yolunu ışığı açmakla olduğunu söyleyenler çıkacaktır. Bu bir yanılgıdır. Onunla savaşmaktır.”

Alışılmış şeyleri uğurlama duygusu içindeydim. Bana kabullenmeyi önerdi. Psikolog yeniyetmeydi. Üsten bir bakışla, yapmacık hareketler içindeydi, daha kendi mesleğini kabullenememiş kişi bana neler söylüyordu. Kendine hayrı yoktu. Anlamadığım şey herkes psikolog oluyordu. Seansta çok durmadım. Bunun gibi birkaç daha psikolog gördüm. Ya kimyamız uyuşmuyordu ya da anlamak yerine yargılamaya çalışan bakışlarla karşılaşıyordum. Yine de umudum diriydi, sonunda birini buldum.

Gassalın elindeki meyyit gibi itimat etmemi istemişti. Bu ilginç cümlesi beni kendisine çekmişti. Kabul ettim. Zedelenmiş güven duygumu onarmaya başladı. İçini deşmek, masaya sermek kolaydı. Ona anlattıkça gerçek duygularıma yabancı olduğunu anladım. Benimle konuşurken dua fısıldar gibi özenli konuşuyordu. Dalı ince bir şakayıka yaklaşır gibiydi. Her şey anlatılamazdı. Ama anlatılabileceklerin her birini sırayla döktüm. Buralardan gitmek istediğimden bahsettim, bambaşka bir ülkeye. Fakat Mehmet’in varlığı beni durdurduğundan, onu alıp da gidememekten, kararsızlıklarımdan. Erkek olmanın daha kolay olmasından. Anneliğin sorumluluğundan. Seans yetmiyordu. O hafta geçmek bilmiyordu. Her seans sonrası hafifliyordum, konuşmak bazı meseleleri halletmiş gibi de şartlandırıyordu. Bu seanslar sırasında beklerken Necip ile karşılaştım. Benim için silik bir tipti. Konuşmaya çalışıyor, çoğunlukla yanıt bile vermiyordum. Bu kaba bir davranış mıdır aldırış etmiyordum. Kendime o kadar yoğunlaşmıştım ki, etraftakiler figüran bile değildi. Hele ki yeni bir erkek Allah esirgesin diyordum. Beni hep bu büyük cümleler zorladı. 

O gün danışmanlık merkezine biraz erken gitmiştim. Lavaboya geçtim. Yan odada Necip’in sesi geliyordu. Küçüklükten beri sevilmediğinden ufak bir ilgiyi sevgi sanarak bağlanmaya başladığından bahsediyordu. İlgi göstermeyen insanlara daha çok yaklaştığını kendini sevdirmek için mücadele ettiğini söylüyordu. Sevilebilmek onun için hayatın birinci seçeneğiymiş. Hep bir sonraki hareketini düşünmek zorunda kaldığını açıklıyordu. Keyif alamadığından şikâyet ediyordu. Bazı günler karar alıp karakterini baskılıyor, ufak bir unutmada eski haline döndüğünü, insanlardan yüksek puan alma çabasından nasıl kurtulabileceğini soruyordu. Kendisi olarak konuşabilmeyi istiyordu Necip, öyle kabul edilebilmeyi. Yaşamanın uzun bir sancı olduğunu söyledi. Delilik geldiğinde bastırdığını, duyguları taşkınlık derecesinde açığa vurmak istediğini de. Kendini insanlara açıklamaya yeltendiği durumları azaltmaya çalıştığını, ne ifade ne de bütünüyle izaha gerek olmadığını bildiği halde bunu sürekli yaptığını söyledi. O sıra biri daha lavaboya geldi. Çıkmak zorunda kaldım. Necip’e içim ısınmıştı. Yüzü nasıldı acaba, hiç dikkat etmemiştim ki, gölgeliydi hatırladıklarım. Onunla kendimi hayal ederken buldum. İki yaralı insan. Baskın karakter olduğum görünüyordu. Bu her türlü yaşamı kolaylaştırabilirdi. İpler elimde olduktan sonra gerisi basitti. İnsanların göğsünü açıp içindekilere bakamadığımız için tamı tamına tanıyamıyorduk, bu yüzden hayatıma samimi insanları seçiyordum.

Seans çıkışında selâm verdim, seansımın bitişini beklemesini söyledim. Bir yerde kahve içtik. Bu kez dikkatli baktım. Eli yüzü düzgündü. Karşısındakine ilgi gösteriyordu. Ortak konulara gelince sohbeti de çekiliyordu. Numaramızı aldık. Eve geçtiğimde, bugünkü sohbet için teşekkür ederim mesajını attı. Ben de teşekkür ettim. Bana düzenli olarak bir film sahnesi, bir video kesiti atıyordu. Duygusaldı hepsi. Liseliler gibi mesajlaşmayı sevmiyordum. Telefonla veya yüz yüze konuşulabilirdi. Ara ara buluşmaya devam ettik. Aramızdaki bağ gün geçtikçe sağlamlaştı. Mehmet de sevdi Necip’i. Bir gün yine diz çöktü. Erkekler böyle çok komik görünüyordu. Yüzük parıldıyordu. Geleceği düşünmedim bu sefer. Olur dedim. Çok sevindi. Sevincini paylaştım. Düğün istemedim. Aile arasında nikah kıydık. Yabancı ülke falan bana göre değildi, bir kenara fırlatıp attım. Çocuk istedi Necip, yaşımız geç olmadan dedi, Mehmet’e de kardeş olur. Mehmet’in abisi vardı, ondan bahsetmedim. Olur dedim. Çorap söküğü başlamıştı, birbirini takip ederdi. Ne yapayım, yargılamayın, başka türlü yaşamayı bilmiyorum. 


ÜMİT

Ümit Köksal, 1993'te Ordu'da doğdu. Altı aylıkken, ailesiyle İstanbul’a göç etti. Lisans ve yüksek lisans öğrenimini Karabük Üniversitesi İmalat mühendisliğinde tamamladı. Küçükçekmece Geleneksel Sanatlar akademisinde Ebru Sanatı eğitimine devam ediyor. Bir şirkette fakülte süresi kadar yüksek üretim mühendisi olarak çalıştı. Assalam Zanzibar’da Genel Sekreter Yardımcısı görevini yürütüyor. Nasıl Yazılır adlı bir podcast programını dinleyiciyle buluşturuyor.
İlk kitabı “Bakakaldığı Yerlerin Sıradanlığı” Eylül 2021’de Uzam Yayınları’ndan; ikinci kitabı “Yüzümde Kaybolan Gölgeler” Haziran 2023’te Fabrik Kitap’tan çıktı. Muhayyel, Aşkar, Ve Sanat, Post Öykü, Olağan Hikâye, Şiar dergileri ve Edebistan.com’da öyküleri yayımlandı. 2019 yılından itibaren Seferber dergisi editörlüğünü yürütüyor.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları