Menu
NARİN HATIRALAR ARASINDA
Öykü • NARİN HATIRALAR ARASINDA

NARİN HATIRALAR ARASINDA



Hatıraların dokunsan dökülecek narin yapıları arasında dolaşırken, bir odanın kapısı açılıyor önümde. Çocukluğumda en sevdiğim mekânlardan birini anımsatıyor burası. Karacasulu Kavak Mustafa Dedenin evi. Pek tanıyanınız olmaz onu. Kendi köşesinde ağır bir taştı çünkü O. Vaktiniz varsa odadan içeri girebiliriz…

Beyaz keten üzerine renkli ipliklerle işlenmiş, bazen sarı bıyıkları olan bir kedi, bazen de pembe güllerle dolu bir sepet resmedilmiş mis kokulu yastıklar. Muntazam bir şekilde tahta sedirin arkasına döşenmişler. Sedirin üstünde mütevazı incecik bir minder. Konforun rehavetine kapılıp, gaflete dalmaktan imtina edercesine üzerine senelerce hep ince minder döşenmiş tahta sedir. Odanın bir kenarında duvarın tam ortasında bir taş ocak. Çocukluk gözüme devasa gibi görünen bu ocağın, yanan ateşin isiyle kapkara olmuş arka planı da hiç gözümün önünden gitmez. Ocağın kenarındaki kara ibrik bana hep, nahoş ve olumsuz düşüncelere gark olmuş insanların, sürekli olumsuz gelişmelere muhatap olduğunu düşündürürdü. Ateşin yanından hiç ayrılmaz ve ateşe bu rağbeti yüzünden kapkara olmuştur işte. Mutlaka O da bir zamanlar alımlı, ışıl ışıl kalayıyla parlayan bir halde imiştir oysa ki…



Ona her bakışımda, Onun için biraz üzüntü birazda nefret olmuştur hissettiklerim. Tıpkı ruhlarını kara ibriğe benzettiğim insanlara baktığımda olduğu gibi… Ocağın iki kenarında yine iki ince minder ve yine beyaz keten üstüne kaneviçe işlemeli yastıklar. Bu kez çiçeklerle dolu bir bahçe konu edilmiş kaneviçelere. Hayal alemimde içine defalarca girip, çiçeklerini topladığım, gezip dolaştığım o güzel bahçe…



Her bir yanında sadelik ve masumiyet havasını, her detayında nizam ve intizam saklı ruhunu aksettiren bu oda Mustafa (Kavak) dedemin oturma odası. Mustafa dedem ve hanım hanımcık eşi Fatma hanımannem (saygıdan olsa gerek annem kendimi bildim bileli Fatma teyzeye bu şekilde hitap ettirmiştir. ) çocukluğumda kapı komşularımızdı.



Taş ocaklarında çıtır çıtır yanan meşe odunu ateşinin eşliğinde, adeta bir tören havasında anlattığı hikâyeleriyle Mustafa dedem çocukluk kahramanım, bu oda da çocukluğumun en sevdiğim mekânlarından biriydi… Mustafa dedem, en çok isminin içinde “İnce Mehmet” kelimesi geçen bir efenin hikâyelerini anlatırdı. Adını tam olarak hatırlayamıyorum şu an ve inanın çok utanıyorum bu duruma. İnce Mehmet efe diyelim şimdilik. Mustafa dedemin, İnce Mehmet Efe’nin Osmanlı döneminin bir çeşit Robin Hud’u olduğunu ve çok kurnaz bir yapıya sahip olduğunu sık sık vurguladığını iyi hatırlıyorum yalnız. Belli ki İnce Mehmet efe de Mustafa dedemin kahramanıydı. Fatma hanımanne ocak ateşinde kahvelerimizi pişirirken( ki bana da mutlaka yarım fincan da olsa kahve ikram edilirdi; çocuklar için bunun önemli bir imtiyaz olduğunu bilmek beni mutlu ederdi. ) Mustafa dedem, ben dâhil hepimizin halini hatırını sorardı. Çok sık görüşülmesine rağmen hal hatır kısmını asla ihmal etmezdik ve ben halimin hatırımın sorulması için sıranın bana gelmesini sabırsızlıkla beklerdim. Sonra Mustafa dede bazen o günkü Karacasu’nun gündeminden esinlenerek bazen de aklına gelen bir konuyla ilişkilendirerek hikayesini anlatmaya başlardı. O anlatırken odada çıt çıkmazdı. Beyaz sakalları itinayla şekillenmiş haliyle yayılmıştı yüzüne, üst dudağının tam ortasındaki ibik konuştukça alt dudağının tam ortasına çarpardı, kulakları oldukça iri ve aşağı doğru sarkmıştı. Babam bir keresinde kulakları büyük olan insanların çok bilgili olduklarını duyduğunu söylemişti. Belki yanlış bir bilgiydi bu ama Mustafa dedeme olan koşulsuz kayıtsız saygının çocukça gerekçesi bu da olabilirdi. Konuşurken bir bacağını her zaman diğerinin üzerine atar ve hikaye boyunca konumunu çok az değiştirirdi.



Fatma hanımanne boşalan fincanlarımızı ancak hikâye bitiminde toplardı. Her hikâye bitiminde, odadaki herkes kendi çapında ana fikir üzerine birkaç bir şey söylerdi. İnce Mehmet efe hakkında takdir edici bir şeyler söylemek ise kaçınılmazdı. En son Mustafa dedem bana bakıp “sen söyle bakam dedem, ne anladın?” diye sorardı. Herkesin susuverdiği bir andı o ve ben kulaklarıma kadar kızarırdım anlatırken. Konuşmayı seven yapımın işareti olabilir, o anı da tuhaf bir sabırsızlıkla beklerdim her seferinde. O çetin sınavı atlatınca büyüklerimin kahkahayla karışık takdirlerini toplayacağımı bildiğimdendir beklide…



İyi ki o dönemlerde tvlerde abur-cubur senaryolara teslim diziler yoktu, yoktu ki akşam vakitlerimizin çoğunu bu bilge insanlarla birlikte geçirirdik. İyi ki annem ve babam bilgiye bilgeliğe önem veren, saygı duyan insanlardı ki minik yaşlarımda içimde şekillenirken bir şeyler, Mustafa dedemin ibretlik hikâyelerinin bana katık olmasına vesile oldular. Karşımdakine hal hatır sormayı ihmal ettiğimde içimde bir rahatsızlık var oluyor çoğu zaman. Yaşça büyüğüm bir şeyler anlatırken, ona ve anlattıklarına dikkat kesilmek vazgeçmediğim bir alışkanlık.



 Ardı ardına geçen senelerle birlikte, ödev yapma saatleri, arkadaşlarla yapılan akşam telefon sohbetleri ve nihayet diziler v. b. programlar aldı akşam saatlerindeki vaktimi; Mustafa dedemlerde geçirdiğim zamanlar azaldı. Fatma hanımannem bir parça sitem ama yine de vakur dolu konuşma tarzıyla ince dokundurmalar yaptı ara sıra. Seyrekleşen ziyaretlerimi teessüfle ama genelde olgunlukla karşıladılar. İçinde bulunduğu ciddi atmosferin etkisiyle diz çöküp ellerini dizlerinin üstüne düzgünce yerleştiren ve sabırsızlıkla sözün kendisine gelmesini bekleyen miniğin büyümesini şaşkınlıkla izlediklerini söylediler beni her gördüklerinde.
 Önce Mustafa dedemi kaybettik. Uzun bir süre hasta olarak yattı. Onu ziyaret etme cesaretini hiç bulamadım kendimde. O nun yatıyor aciz bir halde hafızama yerleşmesinden korktuğum için beklide… Hem memnunum buna hem de biraz buruğum. O’na ince Mehmet efe hikâyeleri için ne kadar müteşekkir olduğumu bir parça daha büyümüş halimle söylemek isterdim kendisine. Bir kaç sene sonra Fatma hanımannemi kaybettik. Eşine olan saygısını hayranlıkla hatırlarım Fatma hanımannemin. Genç bir hanımken 7 çocuklu olan Mustafa dede ile evlendiğini duyunca hayranlığım ikiye katlanmıştı. Sözlerinde halinden şikâyet anlamında imaya bile yer vermedi en derin dertleşmelerinde annemle. Vefa denen şey daha bir göze görünür, elle tutulur muydu sanki çocukluğumda? Bilmem…



Hayatımıza her gün yeni bir şeyler giriyor: yeni bir ayakkabı, yeni bir mekan, yeni bir web sitesi belki… Ama bir şeyler de gidiyor, vefa bekleyenlerin sessiz sedasız oluyor gidişi çoğu zaman. Boşlukları can acıtmaya başlayınca anlıyorsunuz gittiklerini. Her şey için çok geç oluyor genelde, geri dönüş mümkün olmuyor. Vefanın hem bu kadar ortalıkta söylenir, konuşulur oluşu hem de bu kadar göz ardı edilişi tuhaftı gerçekten.



 Süzgeçten geçirin hayatınızı, geçmişinizi bir yerlerde ihmal ettiğiniz, unuttuğunuz Mustafa dedeler, Fatma hanımanneler vardır mutlaka. Benim vardı ama artık yoklar…