Menu
NACİ
Öykü • NACİ

NACİ

Bugün uzun zamandır uğramadığım Ulus’a bir iş nedeniyle  gittim.

İşim erken bitince içimden bir ses  arabayı çocukluğumun geçtiği mahalleye doğru sürmemi söyledi. Saate baktım, bir saat zamanım vardı. Ben de o sese kulak verip, kırdım direksiyonu Hıdırlıktepe’ye...

Bentderesi’ne doğru inerken buraların çok değiştiğini farkettim büyük şaşkınlıkla. Soldaki barakalar yıkılmış;yerlerine aslına uygun Ankara evleri inşa edilmişti. Hacıbayram’ın çevresindeki evler de restore edilmişti. Sağ taraftaki yıkımlardan sonra ise binlerce yıllık Roma amfitiyatrosu çıkmıştı ortaya. Şaşkınlığım sürerek ışıklardan karşıya,  Hıdırlıktepe’ye doğru sürdüm arabayı. Dönüşüm burada da başlamıştı. Zamana yenik düşerek köhneleşmiş evler birer birer yıkılıyordu yerlerine yenileri dikilmek üzere. Bizim evi aradım meraklı gözlerle; ama geç kalmıştım. O da yıkılmıştı bu hengamenin arasında; molozları henüz kalkmamıştı ama. Arabayı parkedip indim aşağı. Bir kaç adım attım enkaza doğru. Yılların hatırasıyla hamur yapılmış gibi yerde yığılı duran enkaza bakarken adeta bir zaman tüneline girmiş gibi hissettim kendimi. 45 sene öncesine gittim bir anda. Her şey bir filmdeki gibi gözümün önüne gelivermişti...

Altmışların sonlarıydı.Hıdırlıktepe’de  oturuyoruz.  Rahmetli öğretmen babam, İsmet Paşa’da bir okulda öğretmenlik yapıyor. Henüz Ankara bugünkü gibi genişlememiş; Altındağ’ın, Ulus’un şehrin en merkezi yeri olduğu zamanlar.

10 yaşındaki bir çocuğun en büyük eğlencesi ne olabilir ki? Mahalledeki bisikletçiden bisiklet kiralayıp çayırlıkta turlamak.  O zamanlar, hele hele Altındağ’da yaşayan bir çocuğun bisiklet sahibi olması hayalden öte değil. Ancak harçlıklarımızdan biriktirip artırdığımız parayla  mahallenin bisikletçisine gidip bisiklet kiralayarak bu hevesimizi gidermeye çalışıyoruz.

Naci’yi ilk o bisikletçide görmüştüm. Bisiklet dükkanının sahibi, Naci’nin dedesiydi.  Arnavut’tu. Ona “Anzavur” derlerdi. Bir bağırınca bütün mahalle inlerdi.  Babası ise fotoğrafçılık yapıyordu. Çok içki içtiğinden annesi babasını bırakmış; Almanya’ya gidip orada tekrar evlenmişti.

İlk gördüğüm gün kanım kaynamıştı Naci’ye.  Saf bir tarafı vardı. Daha o yaşta sanki yılların yorgunluğunu ve yaşanmışlığını üzerinde taşıyordu. Kısa sürede kardeş gibi olduk, günlerimiz ayrı geçmemeye başladı Hıdırlıktepe’de.

Alkolik babasının pek hayrı yoktu Naci’ye. Gündüzleri genelde dedesinin dükkanında geçirirdik.

Dedesi öğlenleri 40 kuruş verirdi Naci’ye bir şeyler yesin diye; “Dede, 50 kuruş ver de içine katığı biraz fazla koydurayım” dediğinde ise bisiklet pompasıyla kovalardı Naci’yi, mahalleyi titreten bağırmasıyla. Bazı akşamlar Naci dükkanın anahtarını çalar, beni çağırırdı. Hemen iki mobilete atlar Ulus kazan biz kepçe  sokaklarda tur atardık dedesinden habersiz. Tabii foyamız sabahleyin ortaya çıkardı. “Naciiii! Bu mobiletlerin benzinlerine ne oldu? Yine gezdiniz değil mi ulan veletler? ” diye bağırır, Naci’de “ Anzavur yine  arkamdan taş attı” diye söylene söylene gelirdi.

Bazen de Denizciler Caddesinden itfaiye meydanına iner, Anadolu’nun dört bir yanından alışveriş için başkente gelmiş bin bir türlü insanın arasından geçerek Gençlik Parkı’na giderdik. Gençlik Parkı bizim için ayrı bir dünyaydı. Cebimizde para varsa lunaparka girip, 10 dakika içinde paramızı bitirerek rahatlar; Gençlik Parkı’nın diğer köşelerinde eğlence aramaya koyulurduk.

En çok da Gençlik Parkı Nikah Salonunda tanımadığımız kişilerin nikahlarına gidip sıraya girerek nikah şekerlerini kapmak ve bir köşede hemen mideye indirmek hoşumuza giderdi. Tabii bir kaç nikaha gelip şekerleri alınca güvenlikçiler bizi farkeder; kovalamaya başlarlardı. Yakalanmamanın iki yolu vardı: ya Gençlik Parkının büyük havuzuna atlar bir müddet orada vakit geçirir ya da nikah salonunun yanındaki Japon elma ağacına tırmanırdık. “İnin lan aşağı!” diye bağıran bekçiyi duymazdan gelir, inmezdik. Nasıl olsa birazdan nöbeti değişecek ve gidecek diye bazen saatlerce ağacın tepesinde beklediğimiz olurdu.

19 Mayıs Stadındaki yüzme havuzu da favori yerlerimizdendi. Ama giriş beş liraydı. Nerede bizde o para? Tabii ki kaçak girerdik havuza.Bazen yakalanır paparayı yerdik;eğer şanslıysak kaçar kurtulurduk üzerimizden sular damlaya damlaya..

Birimiz öğretmenin çocuğu, birimiz sarhoş Hüseyin’in çocuğu, o küçük yaşlarda nam salmıştık mahallede. Herkes bizi bilirdi. Her şeyi paylaşırdık, cepte ve sokakta ne bulursak. Öyle yiğit ve paylaşımcıydı ki Naci.. Paramız yoksa kavun, karpuz, bisküviçalardıkpazar yerinden. Bazen öyle kaptırırdık ki,bir tezgahın üzerinde uyuyakalırdık. Sabah pazarcılar uyandırırdı bizi dürterek..

Günlerimiz aylarımız böyle geçiyordu Naci ile; ta ki bir gün Almanya’ya annesinin yanına gidene kadar. Gideceği gün buruk bir ifadeyle geldi yanıma, seviniyor muydu üzülüyor muydu, belli değildi. Evet Anzavur’dan kurtulup annesinin yanına gideceği için mutluydu ama son bir kaç yılını gece gündüz ayrılmadan geçirdiği arkadaşından, benden ayrılacağı için de hüzünlüydü. Ben de onunla aynı duygular içindeydim. Onun adına seviniyor, ama birden bire yalnız kalacağım için de üzülüyordum. Ama Almanya’ya gitmek ve orada  büyümek Naci için bir şanstı. Hiç üzülmeye gerek yoktu. Çocukluk yaşlarını bir aile sıcaklığından mahrum geçiren bu çocuk bunu hakediyordu. Birer damla gözyaşı ile veda ettik birbirimize.

Hayatımda büyük boşluk oldu o gittikten sonra tahmin ettiğim gibi. O kadar alışmıştık, o kadar içiçe yaşamıştık ki uzun bir süre, aksi mümkün değildi zaten. Beraber yaptığımız eğlencelerin hiçbirini yapamıyordum tek başıma. Mobilete bile yalnız binmek zevkli gelmiyordu artık. Öte yandan O’nun, anne şefkatinden yoksun geçen çocukluk yıllarının ardından annesine ve düzenli bir hayata kavuştuğunu düşünmek mutlu ediyordu beni.

Naci gideli dört beş ay olmuştu. Yine böyle düşüncelerle mahallede dolaşırken, uzaktan birinin bana doğru koşarak geldiğini gördüm. Deri montlu, kot pantolonlu, saçı güzel kesilmiş bu çocuk Naci’ye benziyordu benzemesine de, nasıl olabilirdi ki? Biraz daha yaklaşınca o olduğunu anladım ve ben de koşmaya başladım. Yıllardır birbirini görmeyen iki kardeş gibi sımsıkı sarıldık birbirimize. Ama bir yandan benim şaşkınlığım sürüyordu. Orada yaşamaya gitmişken neden bu kadar erken dönmüştü. Sevineyim mi üzüleyim mi bilemiyordum ve meraklı gözlerle ona baklıyordum bir açıklama bekleyerek.

İlk günler güzel gelmiş Almanya. Ev güzelmiş, yiyecek bolmuş ama annesi çalışıyormuş; babası  değer vermiyor ve üvey kardeşleri de pek sahiplenmiyorlarmış Naci’yi. O da kendisini buradaki gibi sokaklara vurmuş çok geçmeden. Ama tabii benim gibi bir yoldaşı olmadan. Huylu huyundan vazgeçer mi? Buradaki ufak tefek hırsızlıkları orada da yapmaya kalkmış; birkaç kez yakalanıp uyarı almış. Devam edincepolisten sınır dışı etme kararı çıkagelmiş.

“Ah be Naci, yapılır mı bu?” dedim. “ Hayatının şansını yakalamıştın. Sana ne elin adamından, sen annene yaslasaydın sırtını. Sıksaydın biraz dişini. Millet oralara gidebilmek için neler yapıyor. Sen dört- beş ay sabredemedin... Kader her zaman böyle fırsat getirmez insanın önüne” dedim. Ama olan olmuştu bir kere. Tilki kürkçü dükkanına geri dönmüştü. Ben ondan daha çok üzülmüştüm sanki döndüğüne. O gayet mutlu görünüyordu beni gördüğüne ve tekrar beraber olacağımıza.

Ve böylece eski günlere döndük. Tabii artık çocukluktan delikanlılığa geçmeye başlamıştık yavaş yavaş. Eskisi kadar rahat yapamıyorduk her şeyi. Ama ne yaparsak yapalım beraber aynı zevki alıyorduk, yaşımız büyüse de..

Bir yıl kadar sonra bu sefer ayrılık benden geldi. Babamlar Yenimahalle’ye taşınma kararı almıştı. Kısa süre içinde apar topar terkettik çocukluğumun geçtiği mahalleyi. Ama sonuçta Naci ile aynı şehirdeydik yine. Sık sık görüşeceğimize söz verdik karşılıklı ve biraz da bu nedenle ayrılığımız çok zor olmadı.

Ama gelin görün ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Ülkenin terör belasıyla tanıştığı yıllar başlamıştı. Her gün bir yerlerde adam vuruluyor, bombalar patlıyor, geceleri yollar kesilip sorgular yapılıyordu her iki siyasi grup tarafından. Dolayısıyla rahmetli babamın da her gün sıkı tembihlerinden dolayı okuldan eve, evden okula gidip geliyor;hiç bir gruba katılmamaya çalışıyordum. Bir yıla yakın zaman olmuştu ki bir cumartesi bir yolunu bulup attım kendimi Hıdırlıktepe’ye. Çok değişmiş gibi geldi bana eski mahallem. Hemen Anzavur’un bisikletçi dükkanına doğru koştum. Orada değildi Naci. Mahalleye doğru geçtim tekrar, uzakta birkaç kişiyle konuşur buldum Naci’yi. Nasıl da boy atmıştı öyle bu kısa zamanda? Hararetli bir şeyler konuşuyorlardı üç beş genç kendi aralarında. Beni görünce çok şaşırdı, hemen boynuma sarıldı. “Nerelerdesin sen yahu?” dedi.  Anlattım durumu kısaca. Birden yüzünün şekli değişti. Beni kenara çekti ve “ biliyor musun, ben komünist oldum” dedi. “Nasıl yani?” demeye fırsat kalmadan anlatmaya başladı hayatındaki değişiklikleri ve yaşadıklarını. Anlatırken gözlerinin içi parlıyordu. O haşarı çocuk sanki yıllardır aradığı kimliğini bulmuş, çocukluğunun bütün acılarını ve ezikliğini yeni kimliğinde eriterek büyümüştü sanki bir anda. Biraz merakla biraz tedirginlikle dinledim anlattıklarını. Karşımdaki delikanlı yıllarımızı beraber geçirdiğimiz çocuk değildi sanki. Ne kadar da değişmişti bu kadar kısa zamanda. Bir yere oturup bir şeyler içtik. Daha detaylı konuştuk olanları ve ülkenin içinde bulunduğu noktayı. Hava kararmaya yakın izin istedim Naci’den, yine geleceğime söz vererek. Ve evin yolunu tuttum tuhaf duygular içinde. Naci çok değişmişti, benim tanıdığım Naci değildi. Ben de büyümüştüm tabii ama o çok daha farklı bir değişim geçirmişti.

Sözümü tutamadım, artan şiddet olaylarının da etkisiyle bir müddet gidemedim Hıdırlıktepe’ye. Ama aklım da Naci’deydi. Çünkü her gün kötü olaylar oluyor, gazetelerde ölen gençlerin haberlerini okuyorduk. yine bir hafta sonu erkenden koyuldum yola. Son görüştüğümüz yere geldim ve aramaya başladım gözlerimle onu ama  yoktu oralarda. Anzavur’un dükkanına gittim, kapalıydı. Biraz endişelenmeye başladım. Tekrar son buluştuğumuz yere gelmiştim ki o gün Naci’nin yanında olan gençlerden birini gördüm. Hemen koşup yakaladım ve sordum ona Naci’yi. Gözlerini yere dikti ve sustu. Yakasına yapışıp tekrar sordum. Gözlerime kısa bir bakışla bakıp anlatmaya başladı...

Naci benden sonra siyasi olaylara daha çok dalmış ve bir polisin öldürülmesi olayına karışmış; kısa zamanda bu haber herkes tarafından duyulmuştu.  Olaydan on gün kadar sonra Nacibirden bire ortadan kaybolmuş ve bir daha da Onu gören olmamıştı. Büyük ihtimalle can dostumu bir köşede infaz edip cesedini de yoketmişlerdi...

Çocuk daha sözlerini bitirmeden ben kendimden geçmiş, gözlerimden boşalan yaşlardan önümü göremez halde yıllarca beraber yaşadığımız sokaklara doğru koşmaya başlamıştım. Nerelere gittim, ne kadar koştum bilmiyorum; durduğumda sanki son nefesimi verecek hale gelmiştim.  Bir kaç dakika nefesimi topladıktan sonra “Naciiiiii!!” diye var gücümle bağırdım. Uzaklardan bir iki el silah sesi duyuldu, sanki haykırışıma cevap verir gibi. Duramazdım artık burada. Koşarak uzaklaştım Hıdırlıktepe’den Yenimahalle’ye doğru..

Gözlerimden süzülen yaşlarla kaldırımda yürürken bir yandan da söyleniyordum : “Ah be Nacim, ne yaptın sen? Nasıl bu kadar daldın bu olaylara? Daha dün seninle mahallede oyunlar oynuyorduk. Ne çabuk büyüdün böyle de dünyayı kurtarmaya soyundun? Biliyorum kısa ömrün boyunca yaşayamadığın bazı duyguları yaşamak, içindeki ukdeleri, ezilmişliği, değer verilmeyişi bastırmak içinbu kadar sarıldın bu işlere.. Böylece mutlu olmaya, kendini değerli hissetmeye çalıştın. Belki hissettin de, ama buraya kadar işte. Ah be oğlum, gelmeyecektin Almanya’dan; hayatını yaşayacaktın orada. Ne halt etmeye geldin ki buralara.. İyi mi oldu böyle? Ben ne yapacağım şimdi? “...

Gıyabında Naci’ye serzenişlerim, sitemlerim bittiğinde evimiz uzaktan görünmüştü. Dokunmadan gözlerimin şiştiğini hissediyordum. Boğazlarım da yanıyordu acı acı...

“Abi, niye ağlıyorsun?” diyerek şaşkın gözlerle bana bakan 10 yaşlarında bir çocuk çekti aldı beni daldığım zaman tünelinden, getirdi geri bugünlere. Bir an çocuk bana Naci gibi geldi, ne kadar da benziyordu o zamanki hallerimize. “Bir şey yok delikanlı” dedim, biraz harçlıkla gönderdim yanımdan, gözlerimi silerken..

Ve o günlerden bugünlere yaşananları, ihtilalleri, terör kurbanlarını düşündüm. Naci’nin dramı gibi daha ne dramlar yaşanmıştı acaba bu topraklarda? Böyle kaç yitik hikaye gizliydi Anadolu’nun bağrında? Naci gibi mezarı belli olmayan kaç delikanlı yatıyordu yerin altında?

Mezarı yoktu Naci’nin ama ben bir iki ayda bir buraya gelip Onu ve eski günleri anacağıma söz verdim kendime...