Elinde çanta personel girişinden koşarcasına girdi. Döşemeler ayağının altından kayıyor sanki ondan önce gidiyor da bir türlü yakalayamıyordu. Esasında maratona kırk sekiz saat önce başlamıştı. Otuz altıncı saatte eve gidip bir mola vermek istemişti ama sadece asistan Pelin değildi ki. Evlat, anne, eş, kardeş, arkadaş olarak da sorumlulukları vardı. Gerçi hiç birini hakkıyla yerine getirdiği söylenemezdi ama hepsinden azıcık bile yetiyordu.
Bakıcının elinden tepe üstü yere çakılan kızı yüzünden geceyi başka bir hastanede geçirmiş, dinlenmek bir başka otuz altı saatin sonuna kalmıştı. Diğerlerinin kendinden farkı olmadığından izin istemeye bile teşebbüs edememişti. Son zamanlarda ara sıra gözlerinin önünden sinekler uçuşuyor, tuzlu ayran, meyve suyu gibi geçici çözümlerle kurtarıyordu günü.
Kadın doğum polikliniğinin önünden geçerken bekleyen hastaları görünce kocaman bir of çekti. Bu gün diğerlerinden beter olacağa benziyordu. Doğruca lavaboya gidip elleriyle soğuk su avuçlayıp yüzünü yıkadı. Gözlerinin altındaki morluklara bakarak boş ver dedi kendi kendine. Doktor odasına girip ilk gelen olmanın avantajıyla formasını giyindi. Kurt gibi acıkmıştı, poliklinik yapacağı odaya bir simit çay siparişi verip ardından da kendisi gitti. Mesai saatine kadar biterdi kahvaltı işi. Polikliniğin kapısına gelmeden ortalığı birbirine katarak ilerleyen insanların arasında güçlükle yürüyen hamile kadını fark etti. Hemen ileri atılıp hastanın koluna girdi. Kadın doğuruyor gibiydi. Muayene masasına zor alabildi. Doğumhaneye haber ulaşıp ekip gelinceye kadar doğumu yaptırmıştı bile. Hastayı kliniğe transfer edene kadar bir hayli zaman geçtiğinden kapıda bekleyenlerden homurdanmalar yükselmeye başladı. Hostesine ilk hastayı almasını söylerken masanın üstünde duran simit çaya baktı, çay yalan olmuştu da simitten bir parça koparıp atabildi ağzına. Açılan kapıdan masanın üstünü gören bir hasta duyurmak istercesine yüksek sesle homurdanıyordu. “Oh ne âlâ memleket. Çaylar simitler millet içerde keyfinde bizi düşünen mi var?”
Öğlen paydosuna çıktığında açlıktan mecalinin kalmadığını fark edip kuruyan simitten bir parça daha attı ağzına. Personel yemekhanesine gittiğinde malum manzaraydı karşısındaki kuyruk koridora taşıyordu. Zaten ağır salçalı yağlı yemekleri yiyecek hali yoktu kafeteryaya gidip bir Tost ve tuzlu ayranı indirdi mideye. Nihayet bakıcıya emanet edip geldiği çocuğunu aramak geldi aklına. İyi dedi karşıdaki merak etmeyin hiçbir şeyciği yok.
Poliklinik görevi bitmişti nihayet ama asıl zoru bundan sonrasıydı. Doğum salonundaki nöbeti devralmaya çıkarken tükendiğini hissetti ama yapacak çok şey yoktu. Daha zorlarını da yaşamıştı annesi kalp krizi geçirdiğinde.
Çöm denirdi kısaca asistanlığa yeni başlayan doktora. Ekipteki yeri askeriyedeki acemi erden farklı sayılmazdı. Bir tek Ayşe ebeye geçerdi sözü. Herkese annelik etmesi bir yana oldukça da başarılı bir ebeydi. Abla çok yoruldum dedi hemşire bankosuna otururken. Dün geceyi ve bu günü anlatırken gözleri kapanmaya başladı. “Acımasız şu insanoğlu vesselam,” dedi Ayşe ebe, “şu kızı biraz uyutsalar kıyamet mi kopar?” Hepsi aynı yollardan geçmedi mi sanki.
Yüzünü bankonun sert zeminine dayamış kuş tüyü yatakta yatar gibi derin bir uykuya dalmıştı. Bulutların üstünde bir yolculuğa çıkmıştı. Mavi gökyüzünden başka bir maviliğe denize süzülüyor, rüzgâr esiyor, şemsiyenin hışırtısı dalga seslerine karışıyordu. Anne babası çağırıyor. Pelin kumdan kalelerini ayağının ucuyla yıkıp onlara doğru koşuyor. Koşuyor bir türlü varamıyor. Ahmet hoca vizite çıkmış diyerek bankoya geliyor hastabakıcı. Sonra hızla işine geri dönüyor. Pelin uykuya kısa bir fasıla veriyor, neden uyandığını anlamadan sonra devam ediyor. Hastanın sancısı tutmuş. Bebek geliyor bebek geliyor diye bağırıyor birileri Pelin “masaya çık geliyorum,” diye sayıklıyor. Ayşe ebe hastabakıcıyı önden göndermiş olmanın rahatlığıyla hocanın peşinden geliyor. Pelin hala uykuda, Ahmet hoca Pelin dedikçe Pelin “masaya çık geliyorum,” diye daha yüksek perdeden sayıklamaya devam ediyor. Ayşe ebe omuzlarından tutup sarsıyor. Bir taraftan da çocuğunun hasta olduğunu hocaya anlatıyor. Pelinin uyumasına kılıf hazırlamaya çalışıyor kendince. Uyanırken memnuniyetsiz “masaya çık dedim ya geliyorum şimdi” diye söyleniyor. Karşısında Ahmet hoca... Hiçbir şey yokmuş gibi kalkınca Ultra larc formasının içine yayılmış göbeğini hoplatarak kahkahayı basıyor hoca.
“Ne yapıyorsun evladım az daha zorla ikiz bebek doğurtacaktın bana.”
Vizite biterken başka bir hikâyeyle Pelin’i rahatlatıyor Hoca.
“Hiç unutmam asistanlık yıllarımda bir Şaziye ebemiz var, Ayşe’den iyi olmasın çok tatlı şakacı biri. Nöbet çıkışı yorgun argın otobüse biniyor Beyazıt’tan. Evi Cevizlibağ’da olduğundan hangi otobüse binse fark etmiyor. Bakırköy otobüsüne atlayıp kuruluyor cam tarafındaki koltuğa. Son durağa vardığında şoför sesleniyor; “son durak aracı boşaltalım.” Hareket yok. Yanına yaklaşıp tekrarlıyor. “Abla burası son durak uyan artık.” Şaziye ebe “donunu çıkar masaya çık diyor,” uyanırken. Adam “abla deli misin ne donu ne masası?” diyor. Bizimki kendine gelince kıpkırmızı, hiçbir şey söylemeden kapıdan inip kaçıyor. Şimdi pelin “masaya çık” deyince onu hatırladım. Kulakları çınlasın.”
O günden sonra Pelin’in hikâyesi Şaziye ebenin hikâyesiyle birleşerek aylarca kahkaha malzemesi olacaktı. Muhtemelen Pelin de kendi asistanlarına anlatacaktı uzmanlık günlerinde.