Menu
KÖPRÜ MESELİ
Öykü • KÖPRÜ MESELİ

KÖPRÜ MESELİ

Yaşar Bedri'nin çok yakında İlke Yayınları'dan çıkacak olan "HİÇ" adlı kitabından:



“ben senin bir benzerinim ey gece ve ecelim gelmeyinceye kadar da sabahım gelmeyecek!” halil cibran

gece yağan yağmur sokakların çamurunu, çöpünü mazgallarda biriktirmişti. yolda yer yer göllenen yağmur suyu kaldırımlara taşıyordu.

adam, yağmurdan korunmak için vitrin önünde polyester mankene gelinlik giydiren kızıl saçlı kadını uzun uzun seyretti. kadın, toplu iğneleri el çabukluğu ve itina ile tutturuyordu gelinlik tüle.

tüyleri yapış yapış olmuş sarı benekli köpek, adama ve vitrindeki kızıl saçlı kadına baktı. başını eğdi. olan bitene bir anlam verememişti. yoluna gitti.

vitrin önünde dikilmiş salaş kılıklı adamdan rahatsız olan kızıl saçlı kadın tezgâhtarla bir şeyler konuştu. her anın fotoğrafını alıyormuşçasına dikkatle bakan adama vitrin önünü işgal etmemesini işaret etti tezgahtar kız.

kızıl saçlı kadının yapmacık gelen hareketlerine bakmaktan canı sıkılan adam eli cebimde, sendeleyerek yürüdü.

sağanak halinde yağan yağmurdan korunmak için, nalburun brandasının altına sığındı. nalburlar vitrinlerine bakan insanlardan, sosyal sınıfı ne olursa olsun rahatsız olmazdı. istediği kadar kalabilirdi vitrinin önünde. alet edevata baksınlar yeterdi. nefti, yeşil ve turuncu renkli küçük sanayi tipi el aletlerine, sağanağın etkisi geçene kadar bakmaya kararlıydı. devasa ağaçları birkaç dakikada indiren ağaç motorlarına biraz öfke, biraz da korkuyla baktı.



soğukluğunu geriye iten müştemilat; metalden imal edilmiş eksiltici nesneler değil de, adamın yalnızlığından anlayan ‘hal’lerini sezinletmek için özel bir çaba içindeydiler sanki.



onca alet edevata hadi gidelim dese, vitrin camını kırıp peşinden koşacaklarmış gibi duruyordular.

korktu bu infiâl senaryosundan. ağzını bile kımıldatmadı.

yağmur şiddetini azaltınca yürüdü.

bekçi kulübesinden bozma tahta barakayı yurt edinmiş dönerciye ekmek arası döner kestirdi.

yağmur, sulusepken kara dönüşmüştü.

camları buharlaşan çayhaneye girdi. kapıya yakın masaya ilişip çay söyledi. şehrin kirini kapatmak istercesine dökmüştü kar. gittikçe derinleşen beyazlık, sıla özlemiyle harmanlanıp adı konulamayan bir sıcaklık bırakmıştı adamın yüreğine.

garson, dumanı üzerinde çay bardağını masaya bıraktı. konken oynayan inşaat işçilerinin kavgayla barışık tartışmaları kömür kokusuna karışıyordu.

adam, dışarıyı görebilmek için camın buharını elinin tersiyle silip yoldan geçenleri seyretti.



kar daha da iştahla yağmaya başlamıştı kar. yolun karşısı silûet olarak görünüyordu. yüreğine adını koyamadığı bir sevinç bıraktı kar tanelerinin hece hece dökülmesi.

rengini güneşe bırakmış külrengi atkılı kadın camın önünde ürkekçe uzattı elini. yüzü karanlıktı, seçilemiyordu. içeri çağırdı onu. bunu gören garson içeri girmesine engel olmak istedi.

adam, garsonu güçbelâ ikna edip kadına çay söyledi.

elindeki dürümün yarısını koparıp uzattı kadına.

titriyordu kadının eli. adamın uzattığı parçayı iştahla yerken garsonun masaya bıraktığı çayı, şekerini alelusul karıştırıp içti.

adam, elinde kalan dürümü de uzattı kadına:

kadın, -o senin, sen ye- dercesine baktı adama.

“zaten iştahım yoktu,” dedi adam.

dürümünü yiyen kadının avucuna para koydu.

gülümsedi kadın:

“sen iyi bir adamsın. onlara söylesen para vermezler mi bana?”

adam, garsona ve oyunculara baktı. dudak büktü:

“sanmıyorum... beni dinlemezler.”

“olsun yine de söyle.”

boş bardakları almak için yanına gelen garsona kadının dileğini söyledi. garson öfkelendi kadına. kapıyı açıp gitmesini istedi:

“çayını içtin hadi çık git!”

hiçte şık olmayan garsonun bu davranışına adamın canının sıkıldığını fark eden garson, gönlünü almak için omzuna eğildi:

“sen bilmezsin bunları sözü güzel abim, yüz vermeye hiç gelmezler, astarını da isterler. bir kerecik verdin ya, daha şansın yok senin. her gün, her gün geri edemezsin bunları. kurdun mağarasında da olsan gelir bulurlar seni. adamın yakasını bırakmazlar bir daha. sülük gibi yapıştılar mı geri et edebilirsen.”

“valla bir daha gelmem,” dedi kadın.

“hayır!” dedi garson, “bilirim gelirsin!” öfkeli ve sertti. işaret parmağı ile kapıyı gösteriyordu.

“tamam bir şey istemeyeceğim,” dedi kadın, “hemen kovma beni! birazcık ısınayım, giderim.”

garson, kadını kolundan tutup kapıya sürüklerken söyleniyordu:

“hadi dışarı! çayını da içtin.”

kadının gözlerindeki öfke donmuştu sanki. biliyordu ki, başka seçeneği yoktu. boynunu büktü, mahcûptu. garsona yarım yamalak hecelerle bir şeyler söylemeye çalıştı:

“sende benim gibi üç on paralık ayak takımısın işte. halden anlamaz serseri!” diye bağırdı. bu küçük infiâlin ne olmadığını anlamak için salonda sesler kesildi. karanlık bir kuyuda kaybolmak üzere küçülen gözlerindeki ışık sağanağı aktı sıcak salona, “azıcık ısınmama izin vermedin! her neyse kime anlatıyorum ki?”

garsonun üzerine yürümesine aldırmadan, ağır adımlarla yürüyüp çıktı salondan.

kadının direnen, öfkeli halini düşünürken içi geçti, yumdu gözlerini adam. bunu fark eden garson omzuma dokunup uyandırdı. buğusu üstünde çay bardağını bıraktı masaya.

“uyumak yasak efendi. çayı iç açılırsın.”



çayhaneden çıktığında şehir kardan beyaz örtüsüne bürünmüştü. paçalarına sürünerek geçen boz tüylü kedicik önü sıra gerindi. sokak tenhaydı. inşaatı yarım kalmış arsada, kardan adam yaparak karın keyfini çıkartmaya çalışan çocukları seyretti.

pembe küçük dilini dışarı atıp esnedi boz kedicik. küçük dişleri kar beyazıydı.

“hey kedicik üşüdün mü yoksa?”

boynunu çevirip gözlerine baktı boz kedicik. göz bebekleri fır dönüyordu. konuşması ve bir açıklama yapması gerektiğini düşündü adam. devrilmiş çöp tenekesinin yanında arandı. davetsiz ortağın gelişine içerleyip hırlaşan kara kediyi çabucak ikna etmişti.



karla savrulan ilâhiler dolduruyordu kilisenin bahçesini. sıcak çayhaneden çıkınca üşümüştü.

bir isevi mabedine ilk kez giriyordu. hep merak ederdi âyinleri. dilenci kadını çayhaneden kovan garsonu içi burkularak hatırladı. tedirgindi. bir ürperti doldu içine:

“sanırım kilisenin sahibi, üşüyen bu muhammedi ümmetini evinden kovdurmaz!”

paslı menteşe gıcırtısıyla aralandı koca ceviz kapı. yarı karanlık mabette olan bitenleri anlamak için bir süre kapı önünde dikildi. arka sıralardan birine ilişti. birkaç meraklı ihtiyaten dönüp zamansız gelen karla beyazlamış cemaati tebessümle selâmlayarak baktı.



içerisi loş ve kasvetliydi. koronun söylediği ilâhi derin bir kuyudan çıkıp; rölyefleri, vitrayları, freskleri sırlıyor gibiydi. havarilerin ve meleklerin menkıbeleri rengarenk örtüsüne bürünmüştü.

yorgun ve uykusuz gecenin ardından, soğuk bir günü daha aylaklık yaparak telef etmenin rehavetiyle titredi.



günlerdir o yayınevi senin, bu editör benim, kitabını basacak bir yayıncı bulabilmek için çalmadığı kapı kalmamıştı. Vitrinlerdeki kitaplarda hep adını okuyor, arka kapaklarda fotoğrafını görüyordu.

söz birliği yapmıştı hepsi de. iyi satan şairlerin bile çok az bastığını söylüyordu editörler. ‘dur hele, sen daha neci oluyorsun?’ edâsını da bir güzelce yüzüne yerleştirmeyi ihmal etmiyordular.

şiir kitabı mı?

geç canım, roman yaz sen!

hiçbir getirisi yoktu. şiir kitabı basarak, parayı sokağa atmanın bir anlamı yokmuş.

şiir kitaplarının raflarda ve depolarda tozlandığını yinelemekten geri kalmıyordu hem yayımcılar, hem kitapçılar.

“siz de kabul edersiniz ki, satmayan bir malı üretmek akıl kârı değildir.”

tek seçeneği kalmıştı. anasının emekli üç aylığı ile kitabını bastırıp, eski sokak destancıları gibi kapı kapı dolaşıp elden satmak.

önünde kavuşturup daha bir sıkı sarıldı paltosunun cebindeki şiir dosyasına.



ayin için ilk provayı yapmalıydı, şiirlerinden dizeler hatırlamaya çalıştı. hatırladıkça okudu. keyfe gelmişti:

“bu yayıncıların bir şeyden anladıkları yok,” diye düşündü, “yok efendim şiir kitabı satmıyormuş da, boşuna raflarda yer işgal ediyormuş da! ölü bir yatırımmış da, şiirden anlayan yokmuş da... bir sürü bahane.”

canı sıkılmıştı:

“hani her taşın altından bir şair çıkmıyor muydu? peki neden şiir okumuyor bu şair ulusu?”

tütünün ayartıcılığı düştü aklıma. bir dal sigara çekmek için dışarı da çıkılmazdı ki.

zihni yer yer sıvası dökülmüş freske takıldı. ekmek ve şarap ritüelinde kurmaca bir yeryüzü inşa ediliyordu. olsun!

sükunetteki zihnin, imanı idrak eden hazine olarak varolma menkıbesini sorgulaması garibine gitmişti. yaratılanın tanrısını sürekli aramasına bir anlam verebiliyordu.

bu dingin boşluk uykusunu getirmişti. göz kapakları yumuldu. uyuyakalmıştı.



bir çocuğun omzuma dokunuşuyla uyandığında gülümseyen iki çakır gözle buluştu. âyinin bittiğini anlatmaya çalışıyordu çocuk.

kimse kalmamıştı içeride.

çocuğun sarı saçlarını okşayıp teşekkür etti.



dışarı çıktığında yer karası kalmamıştı.

yokuşta yavaşlamasını fırsat bilip tramvaya asıldı.

soğuktu. çivi kesen parmaklarında can kalmamıştı. bağı kopan çantası düştü omzundan. tramvayın biraz yavaşlamasını fırsat bilip atlamasıyla yere kapaklanması bir anda olmuştu.

doğruldu, üstündeki karı temizledi. kopan bağcığı yeniden çengeline iliştirip, çantasını omzuna astı.



kitapçının önünde durup raflarda okuyucusunu bekleyen kitaplara baktı. gene aynı terane... o kitaplardan birinin üzerinde kendi ismini bulmak hayâliyle bir sıcaklık çöktü içine.

ayağını paspasta kurulayıp içeri girdi.

“iyi akşamlar,” dedi gözlüğünün üstünden bakan kitapçıya.

“iyi akşamlar,” dedi kitapçı.

raflara istiflenmiş kitaplara dokundu, kağıdın ve mürekkebin kokusunu algılayabilmek için uzun uzun kokladı kitapları. baskısı yeni yapılmış kitapların mürekkep kokusu onun hayatla ilişkisini yeniden kuruyordu.

kitabının baskısını kitapçıya teklif edebilirdi. teklif etse miydi? şiirinin etkili ve inandırıcılığını iyi anlatmalıydı ona.

ne yayıncılar peşinden koştu da şiirlerinden zırnık koklatmadı onlara, işte öyle bir edası olmalıydı.



füme kürklü ve tüylü şapkasıyla gençliğini terk etmiş kadın, hoş bir parfüm kokusuyla girdi içeriye.

üzerindeki kürk çok pahalı olmaydı. kim bilir füme kürkün parasıyla kitabını yayınlatabilirdi bile.

elindeki gazetenin magazin sayfasında reklâmını okuduğu, hani şu elli-yüz bin basan romanlardan istedi kadın.

“hay hay hamfendi!” dedi kitapçı. sözcükleri vurgulu ve nazikti.

kitapçının harcıalem, on paralık bir roman satacağım diye yerlere kadar eğilişine bir anlam veremedi. kadının etrafında pervane oluyordu. seçenekler sunuyordu.

kadının kendinden emin bir duruşu vardı:

“ha, ben duygusal ve romantik bir insanım. anlıyorsunuz beni değil mi? o tür romanlar istiyorum.”

burnunun üstüne düşürdüğü daracık gözlüklerin üstünden baktı kitapçı:

“a, elbette!.. siz hiç merak buyurmayın efendim.”

girişteki bölmeye istiflenmiş balyadan aldığı kitabı kadına uzattı:

“bu nasıl? yazarı da bayan.”

“aşk acıları, bu güzel işte. lütfen ayırınız.”

kadın çantasından küçük not defterini çıkarttı.

“şey istiyorum,” dedi, “sırtı siyah ya da bordo bez ciltli olmalı, yirmi iki santimetre yüksekliğinde kitaplar.”

“bir isim ya da tür var mı aklınızda?”

“fark etmez,” dedi kadın, “yeni amerikan barım için istiyorum yarım metrelik iki rafa sığacak kadar olsun.”

kalenderin yerlere kadar eğilmesinin hikmetini sezmişti adam.



buğudan bir atlasta kaybolmuş gibiydi. eliyle iç cebindeki şiir dosyasını yokladı. kaybolmuş zannıyla soğuk terler attı. gösteriş meraklısı olan kürklü kadının zenginliğinin sınırları kim bilir kaç şiir kitabı basardı? kadının varsıllığının ruhunu incittiğini fark etti. yoksa aşk acıları daha mı katlanılamaz travmaydı?

apar topar dışarı çıktığında hava kararmak üzereydi.

ilk işi kitapçıda içemediği sigarasını ateşlemek oldu. avâre adımlarla yürürken üşüyen ellerini cebinde ısıtmaya çalışıyordu.







siste kıvranan şehir, kıyıda köşede kalan lâmbalarını da teker teker yakmıştı.

uykusu gelmiş bir yolcu gemisi yaslandı adamın omzuna. kısa düdükleriyle karşı kıyıya çağırıyordu yolcularını. orda gidebileceği bir dostunun olmasını hiç bu kadar arzu etmemişti.

her gemi yolculuğunda; kıç üstünde puntellere yaslanıp, pervane köpükleriyle oynaşan martıları seyretmek büyük keyif veriyordu ona. sonra elindeki simidi ufalayıp martılara atmak...

yakamoz sağanağında ışıklarını tarayan gece, simsiyah saçlarını uzatmıştı küçük lombozdan. titreyen kar tanecikleri boğazı geçen şilebin uzun düdüğüne ve karanlığa çarparak düşüyordu.

dudak kıvrımıma yerleşen hüzünlü bir tebessümle gülümsedi geceye. denizi talan eden martılar kulakları sağır edercesine çığlık çığlığa bağrıştılar. bu fırtınada, bu akşam vakti bir anlamı, bir açıklaması olmalıydı zorlayan çığlıkların! seyyar satıcıların, akşamın son müşterilerini ayartmak için avaz avaz bağırması titretti içini.

sanki son kampanaydı bu!.. birazdan tezgâhlarındaki öteberiyi satıp sıcacık evlerine gidecektiler ve adam yapayalnız kalacaktı bu kalabalığın ortasında.

âh!.. bu üşüyen geceyi buradan nasıl götürmeliydi? nasıl götürmeliydi sefaleti ve bu anlamsız yaşama telâşını? yoksa herşeyi yerli yerinde mi bırakmalıydı?

eksik kalan sevincini lahmacunlarını satmaya çalışan çocuktan lahmacun alarak paylaştı. lahmacunun içine bir tutam maydanoz koyup titreyen eliyle sıktı limonu. soğuktan mosmordu çocuğun küçücük elleri.

uykusunu alamamış yolcu gibi gerinip esnedi koca gemi. beyaz boyasının altından yer yer pasını kusuyordu. pas tedirgin etmişti adamı. halatlarını çözüp rıhtımdan ayrılırken sise bıraktığı düdüğü dağıttı hayâllerini. savrulan beyaz köpüklerinde ne çok martı çığlığı, ne çok düş yolculuğu büyütüyordu.

giden geminin ardından söylendi:

“iyi ki gittin koca azman. omzum ağrımıştı yağlı halatlarını taşımaktan.”




yağan kara, çivi kesen akşama muhalefet şerhi olsun diye kıkırdayarak geçen sahtiyanlı iki karaltıyı fark etti. kızla göz göze geldi. çikletini patlatırken gülümsedi pembe rujunu ve çantasını öne çıkarmak için özel bir çaba içindeydi sanki. koluna girmiş eşcinsel erkek arkadaşı, aşırıya varan kadınsı figürlerle bakışları fark edince daha da inceliyordu.

şehir kültürünü oluşturanları bunlara ihale ederken; eşcinsel hassasiyetin yaratıcı azınlıklar olduğunu okumuştu bir yerde.

her neyse orası çok karışık geldi adama.

gay, parmağını yelpaze yapıp selâmladı martıları. bu incelik güzel gelmişti adama.



nesneler kendi aralarında düzensiz ve ilintisiz gibi görünse de; bir im, bir işaret, bir isim olmak için çabalıyordu.

kentin kaosu bu devinmeye isim babası olmalıydı.

gece ilerledikçe rüzgâr daha da üşütüyordu.

yüz kasları tebessüm etmesine izin vermedi. insanların bir yerden bir yere gitme isteği kadar, gideceği bir yerinin olmasının güzelliğini düşündü. kendini bu kayıp akşamda fark edemiyordu. bu çok dokunmuştu ona.



otomobillerin egzoz dumanı genzi acıtıyordu. sarhoşun biri, düşe kalka gelip adamın karşısına dikilip, “duur!” dedi. saçı sakalı bir birine karışmıştı, “duuuur yolcu, selamını ve haracını vermeden, hal hatır sormadan geçme.” şişesini ağzına götürüp dikledi. sakalından sızan şarabı avucuyla sildi ve yaladı, “ama ben senin yerine aldım selâmı. ve aleykümselam... seni selâm verme zahmetinden kurtardım. görüyorsun ben iyi bir adamım!”

bir iki sıvışma hamlesi yapmak istediyse de, sarhoşun barikat kurmayı iyi bildiği belliydi.

şişesini adama uzattı:

“çek bir fırt sende.”

“yok,” dedi adam.

“iç be ya... babana söylemem. bak ben delikanlının as’ıyım. delikanlılığın raconunu da iyi bilirim.”

çattık diye düşündü adam.

“sağol racon abim. rahat bırak yakamı, keyfim yok bu akşam.”

“ama bizim hayatımızda başka akşam da yok be adam!”

sendeledi sarhoş. düşerken tutundu adama. kara lastiklerinin içinde emanet gibi duran ayakları çıplaktı, kirden simsiyah olmuştu.

“duydun beni değil mi? raconu bilirim. bende yanlış olmaz! sende yanlış yapma, bu racona uy! işte bir iskele babası daha! sen beni anlamıyorsun değil mi?..”

öfkeyle bağırdı sarhoşa:

“seni anlayabilmek için senden daha deli olmam lâzım.”

sarhoş, orta parmağını uzattı:

“delilliğin nerede başlayıp nerede bittiğini sen nerden bileceksin ki?”

adam, omuz darbesiyle yere yıktı sarhoşu.

“sıktın ama. racon kesecek beni mi buldun şu koca şehirde?”

sarhoş sırtüstü devrilirken şişesini düşürmüştü. kırılan şişenin kırmızı kanı akmıştı karın üstüne.

ağlayayazdı sarhoş:

“vur!.. sende vur. felekten bir farkın yokmuş senin de. şişemi kırdın da ne oldu. adam mı oldun?”

başına toplanan kalabalığın varlığı ile öfkelenmişti adam:

“hâlâ konuşuyor musun sen?”

işaret parmağını dudağına götürdü sarhoş:

“tamam, gelme artık üstüme, sus-tumm!.. tanık olun millet, halkın sesi susturuldu, iyi adam susturuldu!” kalabalığa döndü, “ey halkım susmayın, sustukça sıra size gelecek!” yavaşça doğruldu. kara karışan şarabı avuçlayıp mırıldandı, “bari kırdığın şarabın parasını ver!” ne yanıt ne de para vermeden giden adamın peşinden el kol işareti yaparak sövdü. fötr şapkalı yaşlı bir adamın önüne dikildi, “duur yolcu!.. şu giden serserinin gazabına uğramış, şarap testisi ve kalbi kırık bu yaşlı adam senden merhamet dilenmiyor!..” akan burnunu koluyla sildi, “ne de himmettir muradı!”

“çattık!” dedi fötr şapkalı adam, “ne istiyorsun be adam?”

“işte bu. benim senden beklediğim soru bu, tamı tamına bu! ben delikanlının as’ıyım!.. sor bak şu insanlara. bunun doğru olduğunu herkes söyleyecektir sana. seni etkilemiş olmayayım, kime sorarsanız sorun...”

fötr şapkalı adam rahat geçmişti sarhoş barikatını:

“çattık, ama ne çattık. piyangodan mı çıktın akşam be adam?”



*



gece, oradan dalgın bir yolcu olarak geçerken, akşamın bu dar vaktine dair hüzünlerle hatırlanacak işaretler bırakmıştı puslu aynaya.

suyu sürünerek gelen poyraz iliklerine kadar üşütüyordu. bedeni buzdan kalıba alınmış gibi kaskatıydı. sarhoşu imrendi. sanki başka bir dünyanın müdavimiydi. kendi olarak ne güzel saklamıştı suretini o puslu aynaya.

susmuştu martılar!..

sirenler,

seyyar satıcılar,

cümle müştemilât susmuştu!..

cebindeki susam taneciklerini suya attı. bir martı uçtu oraya. martının hamlesini gören diğer martılar da üşüştü... bir sürü martı olmuştu oracıkta.

sahtiyanlar ve yakamozlar da bir an için söndürmüştü ışıklarını.

tutkular ılık bir akşam rüzgârı gibi boynunda eşinirken, tabansızın biri martılara, üstüne serilmiş salkım saçak bulutlara sataşıyor, taş atıyordu...

sarhoşun ağlamaklı sesi yankılandı kulaklarında:

“vur!.. sende vur. felekten bir farkın yokmuş seninde!..”



maria’sını kaybeden terzinin köprüdeki intihar taslağını anlatan siyah beyaz bir filmi hatırladı. soğuk ve yağmurlu bir geceydi. ayağından çıkardığı bağcıkları birbirine bağlı postalları girmişti görüntüye. acısı yankılandı şehrin sokaklarında. yağmur çiseliyordu, terzi köprüde yoktu. hiçbir yerde yoktu!.. köprüde bırakmıştı potinlerini.



köprüden suya sarkmak gibi uçuk, çılgınca bir eylem oluştu kafasında. bu tenha köprüde kendini fark etmesi için uygun bir zamandı.

köprüden kara bir yumak olarak geçenleri akşamın puslu aynasında seyredecekti.



hızla geçen otomobillerin sıçrattığı kar suyu paçalarını ıslatmıştı. boğaz rüzgârının âsi ve kışkırtan fiziğini biraz ayartıcı, soğuk ama hep mahrem bulmuştu. bunu ne yağan kar, ne sahtiyanlı kızlar, ne martılar, ne de dumanı üzerinde boğazı geçen gemiler anlayamayacaktı...

köprünün korkuluğunda biriken karı eliyle sıyırıp oturdu.

boğaz rüzgârının soğuk kamçısı şaklıyordu yüzünde. en kötü ihtimalle, dalgın bir yolcunun omuz darbesini bahane edip karanlık suya düşebilirdi. uçurumların boşluk olduğunu öğrendiği günden beri intiharlar garip bir heyecan ve ürperti veriyordu ona.

“rüzgârın tırnakları yüzünü kanatacak. in oradan, hadi!” dedi omzuna konan yaralı martı.

gece, koridor boşluğunda yalnız bırakmıştı adamı. yarı aralık kapının arkası metal kasalara dizilmiş cesetlerin sıralandığı morgdu.

adam, çantasını açıp şiir dosyasını çıkardı. okuduğu şiirleri beğenmeyip gâh kağıttan kayık, gâh uçak yapıp fırlatıyordu karanlık suya.

mavi muşambasına sarınmış simitçi çocuk geldi yanına:

“hey sen!.. ne işin var orda? atlayacak mısın gerçekten?” geçen otomobilin farı aydınlattı soğuktan allaşmış yüzünü. üşüyen eline hohluyordu, “su da çok soğuktur şimdi, en iyisi vazgeç!” yanıt alamayınca suratını astı, “yerinde olsam öyle yapardım,” selesinde kalan simitleri saydı, “aşağı atlamadan elimde kalan simitlerimi almak ister misin?.. ıslanmadan bari bir işe yarasın paraların.”

“git başımdan,” dedi çocuğa, “beni rahat bırak!”

tabakasını çıkarıp sigara sardı. dudağına yerleştirdi.

simitçi. “bir sigara içimi zaman var” diye düşündü.

adam, fenerinin ışığında güç belâ okuduğu şiiri yırtıp, küçük parçacıklar halinde suya bıraktı.

“bunlar ne?” diye sordu simitçi, “aşk mektupları mı?”

adam, gülümsedi simitçiye.

“takma kafanı,” dedi simitçi, “bu kadınlar hep böyledir!”

“nasıl?”

“öyle işte.”

adam başını gökyüzüne çevirdi. bir tanecik yıldız görebilmeyi öylesine arzuluyordu ki. kar taneciklerini eleyen puslu, gri, karanlık bir gökyüzü asılıyordu orada.

simitçi kolunda taşıdığı selesini yere bıraktı. köprü korkuluğunun üstündeki karı elinin tersiyle sıyırıp dirseklerine yer açtı. karın yağışını birlikte seyrettiler. kar tanelerine avucunu uzatıp, avucunda kar birikmesi için uzun bir zaman öylece bekledi.

“neden elime konmamakta ısrar ediyorlar?”

yaralı martı girdi görüntüye. ne bir şey sordu ne de yanıtladı. eğdi başını geçti...

“versene bana bir tanesini,” dedi simitçi.

adam okuduğu şiiri uzattı simitçiye.

simitçi, köprünün fenerinin yardımıyla okumaya çalıştı.

“ben bir şey anlamadım. bu ne biçim aşk mektubu.”

“zaten kim anladı ki?..”

rengi zor seçilen balıkçı motoru köprünün altından gri beyaz dumanını savurarak gürültüyle geçti. uçuşan kar tanecikleri; paslı, kör bıçak gibi çiziyordu karanlık boşluğu. karanlığın kanı karışmıştı suya.

simitçi, çorabının arasından buruşmuş sigara paketinden sigara alıp yaktı. çocuk olamamış çocukların kışkırtan ve sorgulayan bakışında cevabını bulamamış sorular biriktiriyordu. Sonra adamın dudakları arasında dönüp duran sigarayı yaktı.

birlikte köprüden geçenleri seyrettiler.

çocuk, bir ara adamın yüzüne alık alık baktı:

“yahu arkadaş, normal bir insan geçmeyecek mi şu kambur köprüden?”

bilmem dercesine dudak kıvırdı adam:

“ne yapacaksın normal insanı?”

“hiiç, merak ettim de.”

buza kesmiş ayaklarını hissetmiyordu adam. her tarafı uyuşmuştu. başka birinin organı gibi duruyordu vücudunda. dünyaya ait ne kadar çer çöp varsa zihninde meskûndu. bu kısacık zihin yolculuğunda şehrin kaybolmuş hâfızası bir gün adı sanı beli olmayan bu şairi hatırlayabilecek miydi?

simitçi bütün gün yürümekten yorgun düşmüş olacak ki, köprünün korkuluğuna sırtını verip çömelmişti. seleden simit alıp yedi. sigara dumanıyla ve köprü korkuluğunda birikmiş bir tutam karla katık etti lokmasını. adama da uzattı. uzun süre eli havada kalmıştı.

“anladım paran yok cebinde. yoksulluk utanılacak bir şey değil ki! hadi al. senden para istemez. bizden olsun.”

“biz” demeyi ne güzel biliyordu küçük serseri.

biz derken; ‘hal’i de biliriz, edep erkânı da, açıklaması sözün içindeki söz olarak meskûndu. tek heceli bu kısacık kelime ne çok huzur veren bir paylaşmayı simgeliyordu. oysa bu koca şehrin her söze ‘ben’le başlaması delirtiyordu adamı. şehrin dili onun diline benzemiyordu. konuşuyordu konuşmasına ya; taştan yontulmuş gibi ruhsuzdu ve umursanmıyordu hiçbir ayrıntı.

simitlerini iştahla yediler.

adamın kolundan tuttu çocuk:

“gidelim hadi. çok üşüdük. buz gibi soğudu burası.”

karşı kaldırımda toplanan kalabalık onlara bakıyordu. bu akşam evlerine gidince anlatacakları alelusul bir hikâyeleri daha olacaktı. daha yakından görmek için toplanmıştılar.

“gelmeyin,” dedi kalabalığa çocuk, “atlamayacak. spor olsun diye çıktı oraya. hem size ne? ne için çıktıysa çıktı. hesap mı vereceğiz size?”

kalabalığın arasından süzülen kadın köprünün kıyısına geldi. adamın yüzüne dikkatle baktı:

“seni tanıyorum. sen o’sun!”

bu koca şehirde, tanıyan birinin çıkması keyiflendirmişti adamı. çayhanede çay ikram ettiği dilenci kadındı. simitçi çocuğun kulağına eğilip ne yapmak için korkuluktan sarktığını sordu. kalabalığın içinde yükselen bir ses, buz etkisi yapmıştı:

“hadi atlayacaksan atla be kardeşim. üşüdük. evi barkı var bunca insanın.”

kadının öfkeli sesi kalabalığı geriletti:

“hadi ordan aşağılık çöp tenekesi!” diye bağırdı. kar topu yapıp savurdu adama, “sana eğlence lâzım. cehennem ol git!” köprünün korkuluğunda oturan adama döndü, “atlamayacaksın değil mi? beni mahcûp etme! zevklerinden mahrum olsunlar.”

simitçi selesini omuzlayıp elini tuttu adamın:

“elbette atlamayacak! havamızı bozdular. hadi başka yere gidelim. köprü çok bu şehirde.”

kalabalığın ön safında elinde şarap şişesi, salaş kılıklı sarhoş belirdi. kafasını eğip baktı adama, “selâm falan yok artık sana!.. sen benim şişemi kırdın!.. hadi atla da boyunu görelim ahbap!.. atla, atla,” diye tempo tutturmuştu, “iyi ayak valla, geçende bende sarktım ama kimse oralı olmadı. yaşa be aslanım, reytingin benden fazlaymış!”

kadının gözlerinde hüzün vardı:

“beni hatırladınız değil mi?”

fötr şapkasını kaşına kadar indirmiş, siyah paltolu adam geldi simitçinin yanına:

“iyi tezgâh aslanım, bu işlerde iyi para var mı?”

sirenini çalarak gelen otomobil durdu. polisler çevirdi adamı.

sarhoş öfkeliydi, “asın onu amirim. şarap şişemi kırdı. dövdü beni. darp var! taammüden işlenen darp var.”

her şey, hiçbir şey olmamış gibi deviniyordu. kirlenme kaçınılmaz bir sonmuş gibi dişlerini geçirmişti adamın üşüyen etine.

sarhoş susmak bilmiyordu, “köylülük işti. asalet amirim, asalet lâzım gelir. dağdan, bayırdan gelen birisi ancak bu kadar uyum sağlar şehre! Bırak atlasın, şehir kussun onu.”



ne garip bir geceydi. dünyayı tenha sanmakla yanılmıştı adam. köprüde bile bir sürü delileri vardı. insan olma halinden müthiş keyif alan delileriyle şimdi çok mutluydu. keyiflenmişti... önce uğultular halinde algıladığı sesler tanelendi kafasında.

polis memuru telsizle üstlerine bilgi verirken, kalabalığı gerisin geri itiyordu. çocuk ve kadın adamın yanından ayrılmamak için direndi.

“çocuk ve kadın yanımda kalacak!” dedi polise.

bir sevinç yumağı oldu çocuk. kolundan çekiştiren memura diklendi:

“itmesene be kardeşim! görmüyor musun burada kalmamı istiyor. o benim dostum,” kadının kolundan tuttu, “kalmak istiyorsan sen de kal. gitme!..”

“ouuf!” etti polis. “şu kış kıyamette yaptığınız iş mi sizin? sen aklı başında birine benziyorsun, in hadi ordan kardeşim! sıcak bir zamanda gelirsin. reklâmsa maksat daha cakalı çıkar resmin.”

köprüdeki adamın üşüyen ellerini tuttu çocuk:

“allah bilir senin kalacak bir yerin de yoktur. bize gideriz.”

bu şamata keyiflendirmişti adamı. ne kadar alıp başımı gitmek ihtimaliyle düşler kuruyorsa da, delileri kök salma telâşıyla dengelerini bozmaya uğraşıyordu. aslında bozulan dengeleri bu akşamki kadar sevmemişti adam. toprakta yarı çıplak yatarken, gecenin ayazında üşürken, dört başı mamur hayâllerden çok daha farklı bir menkıbeyi sürüyordu..

“benim,” dedi kadın, “hatırladınız mı beni? bana çay ısmarlamış, para vermiştiniz.”

buharı silinmiş camın arkasından bakan o yorgun bakışın yerinde yakamoz sağanağında parıldayan, hayata sımsıkı sarılmış bir kadın vardı. rüzgâr, boğazı sürünerek geçti. iskeleden rüzgâr alan çelimsiz vücudu, sandal gibi titredi. suya devrileceğinden korkup köprünün soğuk korkuluğuna sarıldı.

kalabalığı yararak gelen gazeteci heyecanlıydı:

“söyler misin, neden intihar etmeyi düşünüyorsunuz? ha, anladım bir kız meselesi! telefonunu verin hemen getirteyim onu. biz de bir sevaba girelim akşam akşam.”

“düşünmüyor,” dedi simitçi, “kadın madın meselesi de değil.”

“düşünmüyor,” dedi kadın.

“size sormadım. müsaade eder misiniz? röportajı onunla yapacağım,” adamın yanına sokuldu, “parada anlaşırız. iyi bir röportaj çıkartırız!”

“etmeyiz,” dedi simitçi.

“etmeyiz,” dedi kadın, “rahat bıraksana bizi.”

“senin paran yetmez,” dedi simitçi, “öldürsen onu konuşmaz seninle!”

ısrarın faydasız olduğunu anlayan gazeteci birkaç fotoğrafla yetinip geriledi:

“siz bilirsiniz!.. ne demeli? yolunuz açık olsun!..”

yumruğunu boru şeklinde ovalleştirip üfledi çocuk:

“yürü, ense tıraşın görülsün!”

insanın eşyalaşma zaafıyla oksijensiz kaldığı anlar olur. işte öyle bir andı. sadece oturmak için çıktığı bu köprü korkuluğunda sebep olduğu bu çılgınca şamata titretti bedenini. çılgınca bir intihar eylemi olarak algılanan bu oldu bitti karşısında utandı adam. boğazın soğuk ve karanlık suyunda kaybolmak hiç de keyifli olmazdı. aslında gazeteciye bir şiirini okuyup, kitabının basılmasını zorlayabilirdi. hiç de onurlu olmazdı belki ama başka türlü nasıl fark edilecekti ki? hiç kimse hiç kimsenin umurunda değildi bu koca şehirde.

intihar kurtçukları işaret diliyle konuşuyordu onunla. üçüncü sınıf otel odalarında bavulunu toplayan salaş bir yolcunun kararsızlığını nasıl anlatmalıydı geceye?

sigara sarmak için tabakasını çıkardı. parmakları tutmuyordu. soğuktan kaskatı kesilen elinden düştü tabakası. simitçi karanlık suya düşen tabakamın peşinden baktı. çorabından çıkardığı sigarayı yakıp uzattı adama.

derin bir kuyu olmaktan kurtulamayan gecenin gizemini düşündü. çiçeğe duran dalın çığlık çığlığa dünyaya katılmasına tanık olamayan insan seline acıyarak baktı.

“her gün bir sürü insan ölüyor bu şehirde. ama kimsenin umurunda değil,” dedi dilenci kadın.

“kimsenin umurunda değil,” dedi çocuk.

şehrin totemleri doyurulmaya muhtaçtı. her yeri ışık mezarlığına dönüştüren yakamoz sağanağı ve arkalardaki şehir sis içinde kalmıştı. çılgınca tüketilen dünya her gün biraz daha eksilirken, garip şey’lerin haraç mezadı olan insanı ipotek altına alıyordu. kavramlar kafasında sorgulanadursun; bu kurmaca dünyanın neresinde bulacaktı huzuru?

sezgilerin muhalefeti ve öteki olma ayrıcalığını sürdürürken çok zaman kaybetmişti. artık inmesi gerekiyordu köprü korkuluğundan. yavaşlayan otomobiller köprü trafiğini kilitlenmişti. boğazın soğuk suyunu helmelenip gelen polis botu projektörü adamın yüzüne tuttu. her yandan abluka altına alınmıştı. âh şimdi bir kuş olup uçmayı ne kadar isterdi. bir tebessüm yerleşti dudak kıvrımına:

“ne şamata olurdu ama!..”

ağır aksakta olsa uçabilen yaralı martı kadar bile olamamıştı.

bu aptallığa varan çaresizliği utandırmıştı onu.

biraz korku, biraz merakla kendini sorgulayan bakışlarda aradı.

hiçbirinde yoktu.

yine yalnız kalmıştı.

hep kapı önünde bekletilmiş kadın ve simitçinin yanında olduğunu ima etmesi bu dünyada yürekli iki insan yaşadığına dair işaretti.

kar dünyanın tasasını ve kirini örtmek istercesine usulca yağıyordu.