Menu
KİBRİT
Öykü • KİBRİT

KİBRİT

Feryat figan içli içli ağlarken, konuşmamı bile toparlayamıyordum "Ni oldu neye ağlayıveyyon cocuk" sorusuna... Kuracağım cümle kafamda beliriyor ama ilk hecesi ağzımdan çıkar çıkmaz böğrümdeki o baskı, heceyi tekrar tekrar durdurulamaz bir hıçkırık misali tekrarlatıyordu, ne kadar içlenmişsem... Tanımadığım bu adamcağız, hemen iki adım atıp, şehirde görmenin hayal olduğu bir su akarının başına çömelip, onun yakınındaki tasa biraz su doldurup içmemi telkin etti sonra... Çocuğum işte... Çocukluk, ne vardı o kadar içerleyecek, ahh ah! Neyse, o bir daha yüzünü bile görmediğim amca ben suyumu içip sakinleyene ve çenemin ağlamaklı titreyişi durana kadar yanımda sessizce oturup etrafı süzdü, ben de başımı öne eğmiştim epeydir, ağlamanın verdiği bir utanç vardı üzerimde demek ki, öyle ya, referansım, her ağlayışımda "erkek adam ağlamaz" sözünü söyleyen büyüklerimdi, ağlamak benim için onur kırıcı bir şeydi o yaşlarda... Yanıma oturan adamın etrafa bakınmasını fırsat bilmiştim de yeni yeni kaldırabilmiştim başımı, sonra adamın duvara dayalı bisikletini izlerken gözlerim dalmış ve biraz da yine olayı hatırlamanın etkisiyle dolmuştu... Bu süre zarfında değişmeyen tek şey ise elimde delicesine sıktığım kartlardı, onlardan nefret ediyordum artık, halbuki ben onları bütün bir yıl ne büyük umutlarla biriktirmiştim... Adam bisikletini alıp kalktı gitti yanımdan, belki de ben umurunda bile değildim, sadece biraz soluklanası vardı... Ya da beni sakinleştirmeyi görev edinmişti sadece kendine, ne kadar mekanik bir duygu, ne yaşadığımı nasıl önemsemez? Önemsemediği bu olay yaşanmadan önceki yıl, buradaki çocukların kibrit kutularıyla oynadığı bir oyun beni pek bir heveslendirmişti, öyle ahım şahım bir şey de değil ha, bir sürü kibrit kutusu modeli vardı değişik değişik, ön yüzünü kesip, pişti oyunu gibi aynılarını denk getiren "ütüyordu", daha doğrusu onlar öyle biliyorlardı onun ismi bizim mahallede "kökmek"ti, şimdi ise bana göre doğrusu "yenmek"tir tabii... O amca yanımdan gitmeden bir yarım saat kadar önce olacak, köydeki çocuklarla oynarım diye, heyecanla tüm yıl biriktirdiğim kibrit kutusu kartlarımı alıp yanlarına süzülmüştüm... Aman yarabbi o ne gergin bekleyişti öyle, bütün yıl yedek kulübesinde oturup da hocanın gözünün içine yalvarır gözlerle bakan futbolcu misali... İlk adımı hep karşı taraftan bekleyen karakterime lanet olsun nasıl riske edebilmiştim tüm yılımı bilmiyorum, ne olacaktı o çocuklar beni hiç aralarına almasa peki, tüm yıl heyecanla biriktirdiğin kartlar, kafan kibritin ucundaki kibrit kutusunun yanına sürttüğünde yanan ovalimsi kısım gibi yanıp çürütmez miydi tüm gövdeni!?. Neyse ki çocuklar cana yakındı da hemen başlamıştık oynamaya... Ben o gün ne ağlamıştım yalnız, hepsi de cana yakın çocuklar yüzündendi, hep bir şeyleri kazanmak isterken diğerlerini kaybetmiştim zaten, çocuktum, kaybetmek beni yaralardı, kaybettim, dakikalarca ağladım... Kibrit kartları, karşılıklı oynayacağım çocuğun da benim de iki elimizle bile zar zor zaptedeceğimiz kadar çoktu, minnacık ellerimizle kocaman bir desteye mukayyet olmaya çalışıyorduk, şimdi görsem ne çok gülerdim o halime... Kartları seri bir biçimde sırasıyla ve büyük bir konsantrasyonla atmaya başladık yere, ikimizin de elindekiler erimeye başlamıştı ama elimizdekiler azalmaya başladıkça tuhaf bir gerçekle yüzyüze kalmış, birbirimize de elimizdeki kartlar bitene kadar yeni tanışmanın verdiği çekingenlikten olsa gerek söyleyememiştik... Başımızda oyunu izlemek isteyen kalabalık, onların ortasında ise bizim gibi şaşkın iki tane alık... Benim biriktirdiğim hiç bir kibrit kartının orada olmayacağını nereden bilirdim. Ne yapılacaktı? Kartları karıştırıp ortadan bölüp dağıtalım dediler, başka bir oyun oynayın onun galibi hepsini alsın dediler, yağma yapın biz kapışalım dediler, o kadar çok şey dediler ki... Onlar ne derlerse desinler kartlar sonunda benim ellerimde kalmıştı; fakat, mutlu değildim... Kabul etmedim hiç bir sunulan seçeneği, bunlar beni enayi buldular kandıracaklar diyordum, bu nasıl bir güven eksikliği değil mi, ben onların arasına evdekilerin yoğun baskısını aşarak gitmiştim, ne kadar korumacı aileniz varsa o kadar korkak oluyorsunuz demek ki! "Yarı yarıya bölüşem gari ne yapalım" dedi oynadığım çocuk, ben önyargımı kırmaya henüz hazır değildim, yüzüğünü koruyan Gollum gibi ben hiç bir şeyi değil, o andan itibaren sadece kendi kartlarımı istiyordum, bütün kartlar ortada kalakalmıştı, tuhaf bir şekilde bana bakıyordu tüm hepsi, kandıramadınız tabii yaa diyordum o an içimden... Kandıramadılar beni işte! Hani öyle bir an gelir de, beklemediğiniz bir tepki alır buz dağının içine gömerler sizi... İşte öyle... "Al len hepsi senin olsun o zaman gali, sen de ne uyuz çıkıverdin, de git bi daha gelme yanımıza, haydin çocuklar" Onlar gittiler; bütün kartlar benim oldu, ben ise mutsuz oldum... Bu değildi istediğim, hiç birini bir daha görmedim... Bana hayatımın en büyük dersini vermediler belki ama o kibrit kartlarının yeri bende ayrıcalıklı olmuştu... Geçen yaz eşimle tatil için ayarladığımız bir dağ evinde, şömineyi yakmak için hiç bir şey bulamayıp, tüm odaları arayıp tarayıp bir çekmecede bulduğumuz kibrite sığındığımızda, kibritle yaktığımız şöminenin başında yüzüme vuran sıcak dalga eşliğinde gözlerim daldığında aklımdan işte bu anı geçmişti, şimdi ise satırlara sığdı, çocukken gözyaşlarıma sığanlar...