Menu
KAVANOZ DOLARKEN
Öykü • KAVANOZ DOLARKEN

KAVANOZ DOLARKEN

Hırıltılı nefesiyle hatırlıyorum, yanımdaydı, koltukta . Yolda görüp onu almakla iyi mi ettim bilemiyorum ama başına bir gelecek vardıysa bunu çoktan yaşamış olmalıydı. Kendimi, bile bile hiç tanımadığım birinin yazgısının parçası haline getiren şu iyimserliğim. Ama başka türlü davranamazdım.

Radyo istasyonlarını kurcalamayı bıraktığım sıraydı, dikiz aynasından
gördüğüm şeyi düşünerek geri dönmüş ve onu yol kıyısında beklerken bulmuştum. Camı araladım gideceği yere bırakabileceğimi söyledim. Fakat oralı olmayıp bana sırtını döndü.

Ne vardı, sırası mıydı şimdi endişenin. Tekrar seslendim.

Elinde çantası böyle sabaha dek beklese, hadi buz kesip heykele dönmedi diyelim, yardımına kim koşacaktı onun.

Aşağı indim, park lambalarını kontrol edip bir sigara uzattım. Çakmağa doğru eğildi, tutuşan bir tutam saç telinin kokusunu duydum. Kumral ya da siyah ateş için hiç fark etmiyordu.
‘Bırakın inadı’ dedim... Durumu açıklayacak bir şeyler söyleyebilirdi ama o öksürmekle yetindi. Sonunda ikna olmuş içeri geçmişti. Kapıyı üstüne kapatırken gökyüzünde asılı gibi duran ayın o solgun yüzünü görüyorum. İçine iyice sindiği bulut katmanından ancak dikkatle bakıldığı zaman seçilebilen bu yüzün beni tedirginliğe ittiğine yemin edebilirim.
Etrafı son kez kolaçan ettim. Gecede canlılık belirtisi olarak şu öksürükler dışında hiç bir şey yoktu, ben de hemen direksiyona geçtim.

Geri dönüp onu en yakın şehre bırakabileceğimi ve sorun neyse isterse bunu orada birlikte çözebileceğimizi söylüyorum. Anlıyor. Fakat ben sola sinyal verince, daha önce değil.
Gözleri faltaşı gibi açılıyor bir an. Sonra yine sessizliğine gömülüyor. Ona derdimi kuracağım cümlelerle anlatamayacaksam durum gerçekten kötüydü demek. Zavallı kim bilir neler yaşamıştı Öğrenmek istiyorum.

Bence yaptığı şey yanlış. Oraya dönmeli. Kendi gerçeğiyle yüzleşmeli. Çünkü bu yapılmadığında korku daha derin bir yerine çörekleniyor insanın. Kuyuya taş atmak gibi. Taş hızla düşerken bize ait şeyleri nasıl alıp götürüyorsa, aynen öyle.
Şimdi yolculuğun yalnızca keyfini sürebilsek ne iyi olurdu bu. Motorun uğultusuna kulak verse. Şu kar yığınına, anılarına ya da kendi cinsine özgü başka başka düşüncelere dalsa. Ama gergindim, yorgundum. Günlerce direksiyon başındaydım. Ve sessizlik belirsizlik iyice bunaltıyordu beni.

Dakikalarca dolaştıktan sonra kanalın birinde karımın sevdiği şarkıya rastlıyorum. O ses bir çeşit bağımlılığa dönüşmüştü, ister istemez kulak veriyorum. Yanımdaki çoktan uyumuştu.
Önce iyi bir dinlenmeli, ilk molada hikayesini anlatır belki. Şarkı hüzünlü bitiyor. Telefona uzanıyorum. Gecikeceğimi söylemeliyim. Fakat bir türlü elim tuşlara gitmiyor. Şarkıya sırf onun hatırı için katlanırdım. Hezeyanına çoğu kez yenilirdi. Ve zamanla karşıma bambaşka biri olup çıkacağını o günlerdeyken bilemezdik. Evden uzakta kalışımın nedenini biraz da kendinde aramalıydı, buna gerçekten değmişse eğer. Kadın uyuyordu ve acınacak haldeydi. Sanırım yol ortasına öylece bırakılmıştı. Kolunda mor lekeler, belki yara izleriydi.
Sıcaklığın etkisiyle o iyice gevşemiş bense çeşitli düşüncelere dalmışken, ama epey bir süre böyle yol almıştık
arkamızda beliren araç bir uzun bir kısa far yakıp kendisine yol vermemi istiyordu.

Yavaşlayamazdım. Başıma bela sarmışsam henüz çok erkendi. Araçtaki yaptığı şeyi tekrarlayıp durdu. Pedalı dibine dek kökledim ben de. Ama araba ensemdeydi. Böyle durumlarda ne yapılır fikrim yok, kenara yanaşıp yavaşladım. Hatta pencereyi araladım, gerekirse konuşacağım. Araçtaki el kol işaretiyle yanımızdan geçip gidiyor.
Beyaz renk bir araba. Plakasını hatırlayabilirim. Geçen yıl, alacağımdan değil sırf satıcı kıza yakınlaşmak için fiyatını sorduğum da küçük dilimi yutacaktım duyduğum rakam karşısında. O modelden ve unutması güç. İçindekiyle görülecek hesabımın olmaması beni rahatlatmıştı.
Öte yandan kadının gerek üst baş seçimindeki özeni ve gerekse bu türden pahalı elbiseler alabilmesi bana belki akla en son gelecek olasılığın bu olayla ilişkisi bulunduğunu düşündürüyor.

Öyle arabaya ancak böyle bir kadının yakışabileceğini. Karşılaşma rastgele olmayabilirdi.
Öfkesi yatıştığı için geri dönen, olup biteni saklandığı yerde izleyen ve utancından bir türlü ortaya çıkamayan koca tarafından takip edilmiştim belki.

Sayıklıyor kadın. Bölük pörçük söz dizimi şeklinde. Hem anlaşılmaz hem de zaman aralığı kestirilemeyen bir periyotta tekrarlardan ibaretti bu. Hiç açık vermemişti. Aksanı sadece, dikkatimi çekiyor. Bir de kimi sözcükler. Başından sonundan rastgele diğerine eklemlenirken yabancıydılar bana.

Kasıt yoktu elbette. Tamamen rastlantısal bir karşılaşma bizimkisi. Adam için de öyle olmalı. Bilmeden fena halde işi bozmuştum sanırım, araya girerek. Hani ikisi bir olup yoldan gelip geçene bu şekil tuzak kuruyorlar desem, olmayacak. Çürük bir gerekçeyle vicdanımı rahatlatamam ki. Ama kadın öksürüyor. Tamam, yolda bunu bilerek durmadım. Ve tamam kadın başına öyle yerde yapayalnız olamazdı, bir düşüncesizliktir ettim.
Hırıltı, öksürük nöbetleri geliyor peşi sıra. Bu iyiydi bir taraftan yoksa ben de uyuyacaktım. Parfüm kokusunu farketmemişim, ılık ılık genzime doluyor başını yaklaştırınca. Çakmağım normalden uzun yanıyor. Ve tekrarlıyorum bunu, defalarca. Gözleri hep kapalı kadının. Kucağına bıraktığım çantası yumuşacık, deriden. Usul usul deri çantanın fermuarını çekiyor elimi içine sokuyorum.

Gözümüz açıkken dahi göremediğimiz onca şey var. Körlükse eğer, bir biçimde bize dayatıldığını bile bile bunu kabullenişimizin yanında şu yaptığım pek çirkin sayılmamalı, yokluyordum içindekileri. Not defteri sandığım nesneyi çekip ışığı açıyorum.
Ciltli kapağı yeşil. Bir pasaport bu. Sayfayı çevirince vesikalık fotoğrafı, güleç yüzü ve en az beş yıl öncesinin gençliğiyle o çıkıyor karşıma. Bir sürü damga. Farklı tarihler, mürekkep lekeleri.
Ve bunlardan birine odaklanıyorum , kargacık burgacık damganın ortasındaki mor yazıya. Şekline değil ama. Bende çağrıştırdığı olumsuzluğa. Bir yer adı bu. Tamam da, nereden takılmıştı aklıma. Hangi belaya yataklık etmiş, ne tür sansasyonel olayla çalkalanmıştı da haberi bunca ülkeyi, sınırları aşıp buralara kadar ulaşmış ve belleğime böylesine saplanıvermişti.

İlk sözcük, Sierra... Peş peşe aslan figürünün dizildiği küçük yol resmi kalan kısmı örtüyor , harfleri okumak dahi mümkün olmuyor. Fakat kolayca hatırlanır böylesi. Yakın zamanlı gazete manşetlerini, eğip büktüğü ağzıyla şu spiker kadının sunduğu haber akışını düşünüyorum, yoktu bir iz.

Çantaya tekrar bakacaktım ki...Ama şimdi ona nasılsınız demem gerekiyor. Gözler çakmak çakmak. Tepeden tırnağa beni tararken yüzüme sabitleniyorlar. Elimdekini vermek istiyorum, kendi uzanıp alıyor. Ne istersem çekinmeden sorabilirmişim. ‘Türkçe’yi’ dediğim de ben daha sözümü bitirmeden konuşabildiğini söylüyor cevap olarak. Bir de dil kursunu, iki yıl önce falan. İstanbul muydu. Değilmiş. Neresiyse neresi, umrumdaydı sanki çok.

Öksürüklerini cam aralayıp sigara yakışım karşılıyor. O çanta bu kez diz üstünden kapı tarafına alınıyor, eldeki mendil önce alında sonra daldığı boyun yakasından aşağı uzanıp orada iyice bir hareketleniyor. Yaraymış gördüğüm leke. Kabuk bağlamış. Çatlak çatlak. Gerginleşmişti cildi. Kimi yer iltihap yüzünden şişkinleşip bezeye dönüşmüştü. Patlayacak, pisliğini dışa akıtacaktı. Çünkü olgunlaşmış yaraydı bunlar. Işık açıktı. Uzanıp kapatıyor. Kusura bakma dedim, unutmuşum. ‘Evet’ dedim sonra yine, ‘ben de rahatsızım ışıktan’, dalgınlık işte.

El bir kaç kez daha gitti geldi; bazen saçları geriye atmak için, bazen küpe düzeltme bahanesiyle. Ama her defasında mendille. Karanlığı delip hızla ilerliyoruz. Farlar önümüzü aydınlatırken ay ışık huzmesiyle sağlı sollu çizikler atıyor geceye. Geniş kavisli, dar. Beni dolunayına yakınlaştırırcasına kimi yükselerek. Ya da şimdiki gibi hep ama hep öteye uzanırken yitip gittiği yeri bir türlü aydınlatmayı başaramayarak. Kimbilir nasıl düşüyordu oralara. Yorulsa koca dili bir karış sarkmış, göz çukurları iyice pörtlemiş olacak.
Kimi kez bir güzel eriyip incelir, bunu zaten biliriz . O hantallığından sıyrılarak üstündeki tüm ağırlığı atar. Yola kuş gibi koyulmak, yeni menziline rahatça kavuşabilmek içindir bu. Ama ilerleyişindeki yeknesaklığa bakınca ve çoğumuzun bir an yanılıp kendisini bu çekime kaptırdığı gerçeğini hatırladığımda ürperti duyuyorum. Nereye gidiyorduk böyle. Ve hangi şartlardaydı yolculuğumuz.

‘Depo dolacak mı abi?’. ‘Evet’. ‘Arka camı da silersin, iyisi mi dur sen baştan aşağı yıka arabayı’ diyorum... Orada, park alanına sıralı araçların biri tıpa tıp benzerliğiyle o olmasın. O, evet. Adım kadar eminim bundan. Adama parayı uzatırken arabayı gösterip ikimizin on yıllık kazancını bir araya koysalar bunun gibisini almaya yetip yetmeyeceğini soruyorum. Sürücü nasıl biriydi. Orta yaşta, genççe biraz. Uzun ya da kısa. Görmüş müydü içindekini. Gülümsemesi kesiliyor pompacının. Sırtını dönüyor, bunu hatırlamıyormuş. Bir kadın çıkmış içinden, kesinmiş ama yalnız mıydı değil miydi orasını bilmiyormuş.

Elde pompa yine o gülümsemeyle bir araca doğru ilerliyor, ben de diğerine. Eğiliyorum camına. Lüksünün dışında içinde dikkat çeken hiç bir şey yok.

Fakat camda bir amblem. Onda da aslanlı yol var. Ve bir dergi, koltuğa öylece bırakılmış. Üzerinde çeşitli yazılar. Sonra maskeli bilim adamlarına ait bir fotoğraf. Kapakta, hemen ortaya yakın yerinde, bakmaya bile değmez.

Oyalanmıştım ama o da işini görüp yemek salonuna belki ancak geçmişti. Masaları geziniyorum, alışveriş yapanlara bakıyorum. Kadın yok ortalıkta . Düşündüğüm şeye bak, ne duruyordum çek git dedim kendime. Biri çıkar onu farkederdi. O yüzden içim rahat arabaya doğru ilerledim. Hem araçtakiyle tanışıyorsa bu daha iyiydi. Başbaşa verip sorunu nasılsa çözerlerdi.Yorgun yüzü, mendili, bu kez elinde küçük pet şişesiyle ki biraz azalmıştı, beni beklerken buldum onu. Kapı kitli olduğu için kadın soğukta kalmıştı. Aklıma takılanı soracaktım bir kere ve şimdi bunun tam sırasıydı. Elindeki yarayı işaret edip sana bunu biri mi yaptı dedim. Beni cevaplamadı.Yine de kapıyı açtım geçti içeri . Küllüğe uzanırken bu kez, peki dedim hiç değilse bana uyuşturucu falan kullanmadığını söylesen, sakın bu yaralar iğne yüzünden olmasın. Başı zaten eğikti daha da eğildi ve bir süre o şekilde kaldı. Kapı koluna uzanırken bak dedim, anlamaya çalış. Sorun yaşamak istemiyorum, hem de hiç. Bunu sen de istememelisin, daha gençsin çünkü. Işığı açtım torpido gözünde duran fotoğrafı uzatıp ailen var mı dedim, eve dönüşünü bekleyen bir yakının. Bakışı omzumu aşıp ötelere kaydı. Orada bir yerlere takılıp kaldı sonra, sanki karşısında hiç yokmuşum gibi.

Küllüğü alıp dışarı çıktım, yakındaki çöp kutusuna boşaltacaktım. Orada, park etmiş şu araç çıkıyor karşıma. Sürücüsü işini bitirmiş ayrılıyordu demek.

Tam önümden geçerken camda aslanlı amblemi tekrar görüyorum. Bunun benzeri pasaportta da vardı.

İster misin kadının bununla bir sıkıntısı olup peşimize düşsün . Bizi yol boyu bir durakta bekleyip sonra diğerine geçsin. Kıskançlık mı olurdu nedeni. Siyam ikizi değillerdi ki kader bağı ikisini zorlasın ve biri diğerinden hep böyle ayrışmaya çabalasın. Öyleyse sancı var demekti.

Her şeyi unut. Korkma seni bırakmayacağım, diyorum ama sen de bana güçlük çıkarmamalısın.Terini siliyordu. Ve bu giderek sıklaştı sonra. Gösterişli arabaya yakıştırdığım o kadın gitmiş yerine başkası gelmişti.

Lastikler yeni, depo dolu olduğuna göre yola devam edebilecektik. Bir sigara uzattım. Esnedim. Parmaklarımı kütürdetip direksiyonu kavradım. Yine radyo kanallarını kurcalıyordum. Bir haber kanalına gelince kaldım. Onca insan hayatını kaybetmişti. Soba zehirlenmeleri, trafik kazaları, göçükte ulaşılan cesetlerin kimlikleri.

Karantinaya alınan bir bölgedeki hastalık anlatılıyordu ki kadın kulak kesilmişti bu habere. Hepi topu birkaç cümle. Demek çoğumuz sancıyan tarafıyla bakıyorduk yaşama. Peki dedim bana hikayeni anlatmayacak mısın .Cevap vereceğine oturduğu yere gevşeyerek iyice yayıldı.
‘Bir keresinde şeker komasına giren birine iğne yapıldığını gördüm, ağzı köpük köpük olmuştu’ dedim. Sustum, ilgisini çekmemişti bu. ‘Güvenmiyorsun bana’, diye başladı kadın. ‘Biliyorum fakat yine de dinle . Ters giden bir şey olursa al bunu kullan’ dedi. Elindekini uzatmıştı. ‘Üzgünüm , hem de çok, böyle olmasını ben istemedim.’

Elindekini aldıktan sonra ‘neymiş’ dedim ‘seni bunca üzen, söyle ki bileyim’.

‘Şimdi’ dedim, ‘hemen’.

Gerginlik ter ter boşalıyordu vücudundan. Şakakları, çene altına dek yüzü ve elbiseleri hep sırılsıklamdı. ‘Bu’ dedi, ‘yaşamla ölüm arasında gidip gelinen o sınıra ulaştığında seni buraya , sevdiklerine biraz daha yakın tutacağı düşünülen bir karışım. Henüz test edilmedi , etkisi ise bilinmiyor.’

Yutkundum şöyle bir, ‘anlamadım’ dedim, ‘şimdi sen bana ölmekten falan mı söz ediyorsun?.’ Ona söylemedim ama solgun benzi, kolundaki lekeler, bilincinde gördüğüm açılıp kapanmalar kullandığı şu şey hakkındaki şüphemi iyice arttırmıştı. Kadın, artık Afrikalı olabilirdi ve buradakilerin ne tür olaylara karıştığıysa belliydi zaten. Yol sanki inadına uzuyordu, önümde hep kat kat kıvrımlar…

Olay bilmece olmaktan çıkmıştı artık. Akışa benim gibi o da uymuş taşıdığı gizemi her dönemeçte biraz daha yitirmişti. Direksiyon başında halüsinasyon görüyor gibiydim, üstelik yaptığını yapıp ilaç falan kullanmadan. Fakat asıl yanılsamayı, bunun ne menem şey olduğunu az sonra, o hiç beklenmedik gelişme ortaya çıkacağı zaman anlayacaktım. Onu gördüğüm an yoluma devam etmeliydim. Durmadan, dinlenmeden bir başıma. Açıkçası bu cesaretten hep yoksundum, bedeliyse şimdi katlanarak ödenecekti. Hem, feci şekilde. Ya da o sıra ben öyle sanmıştım.

Tepeyi aşmış, farların düştüğü her dönemeçte bize kendini nazlana nazlana gösterip vadinin derinliklerine çekilen yol girişine henüz varmıştık ki önümüzü kestiler. O sıra ne kadının söyleyecekleri, ne beni endişeye düşüren sorgulamaların bir anlamı kalmıştı. Işık çepe çevre kuşattı bizi.

Karşımızda önce bir siren lambasının sarı mavi renkte yanıp dönüşünü bulduk. Sonra arttı lambalı araç sayısı. Kavşağı dönen, diğerinin soluna ardına yanaştı hep. Biz daha olup biteni izlerken biri yanımızdan geçip arkamızda durmuştu. Kaportası kırmızı şeritli olan diğer ikisinden farklıydı bu. Bizi durduran araçtaki gibi kahverengi ve haki renklerde iç içe geçen damalı şekiller vardı üzerinde.

Ara ara korna çalındı. Durmamız için kısa uzun farlar yakıldı. Ve biz bu komuta sonunda uyabilmiştik. Artık geri dönemezdim. Aşağı inip çamur buz kaplı zeminde koşup uzaklaşmak için ne bir gerekçem ne de bacaklarımda buna yetecek bir güç vardı.
İlk şaşkınlık uzun sürmedi. Dışarı çıkmamızı isteyen o sese kulak verdik, ellerimiz ensemizde kadınla ikimiz bir araca doğru yaklaşmıştık. Astronota benzettiğim iki kişi gelip bize maske taktılar. Ama hızlı davranmışlardı, filmdeki gibi yavaş değillerdi. O tuhaf giysileri sarıydı hep.

Dikkat ettim, bizden yapılması istenene, ben harfi harfine uyarken, o çok rahattı. Mesela, yetkili kişiyle görüşmek istediğini, adamlara henüz bir şeyler için erken olduğunu söylüyordu, bir kaç sağlık kuruluşunun adını verip istenirse telefon edebileceğini. Biri koşup uzaklaşmıştı yanımızdan. Omuz başı apoletli başka biriyle geri döndü sonra.

Az öteye gittikleri için konuşmaları duyamasam da adamın baş sallamaları kadını onayladığını gösteriyordu.

Bir araca bindirilmiştim.Çok zoruma gitse de giysilerim çekip alınmıştı üzerimden. Lekeyi o sıra görmüştüm . Kesindi bu. Sağ kolumdaydı. Ve karşımda, o maskeli kişinin her eğilişinde okumayı sürdürdüğüm çerçeveli o yazı vardı.

Fakat, dilerim kimse okumaz bunu. Belki yalnızca kadın. Ya da işaretiyle yeri göğü oynatacağına inanan şu adamcağız. Hayır, iyisi mi kimse okumasın. Örtü çekilmişti üzerime ve yalnız kalmıştım. Ama benimle işleri daha bitmiş olamazdı, kavanoz dolmamıştı çünkü.

Hala nefes alıp verebiliyordum. Evet bunu yapabiliyordum. O giysiyle ben de astronota benzemiştim. Ama biri kalk diyecek bana, haydi göreve, şimdi yatmanın sırası mı.

Cama yapışan soluğum...

Sonra kat kat dumanlanması...

Diğer Yazıları