Menu
KARARTI
Öykü • KARARTI

KARARTI

İlkbaharın sonlarıydı. Gökyüzünde bulutlar, bir tarafta uzunca bir süredir konakladıktan sonra diğer tarafa gruplar hâlinde göç ediyordu;  bulutların renk tonlarına koşut olarak, aralıksız renk değiştiriyordu yeryüzü.

Şehir, adını ‘kent’e devrettikten sonra kent de yerini çaktırmadan sefer tası gibi üst üste dizili betondan müteşekkil yerleşkelere terk etse de; gördüklerine iki yüz yıldır sabreden barok binalar yerini zevksiz motellere; içinde bir uygarlığın özetini barındıran konaklar ‘rezidans’a; onlar da aynalı camlarla pencerelerini dışarıya kapatan büyük iş saraylarına dönüşmemişti henüz. Dönüşümün mimarî yapıları bulundukları yerde, hizasına ulaşamayan kadim cinslerine caka satıyor ve tepesine binercesine onlara diklenip duruyordu.

İlkbaharın sonu….Ağaçların, betonlaşan şehirde yaşamanın ne çetin bir iş olduğunu derinden hissettikleri, bazılarının yapraklarının, uğradıkları kıyıma dayanamayarak vaktinden önce yüksekten inip çukurlara yürüyüşü… Kentin terk edilmiş antik mekânlarına derin bir ıssızlığın çöküşü… Yaşanacak yeni bir günü dokumaya hazırlanan şehrin itilmiş sokaklarında herhangi bir teneke parçasının ya da başka hafif bir maddenin rüzgârın önünde bilinmeyen yöne sürüklenişi… Sokaklarda terk edilmiş birkaç köpeğin sığındığı kuytulardan birer ikişer rızkını aramaya çıkışı…  Güneşten önce doğanlar, güne tekbirle başlayıp mesai saatini güneşin önüne alanlar; öte yanda güneşi üzerine doğmuş bulanlar… Biraz sonra Bizans arenasına dönecek olan soğuk sokaklar… Terasları kollayan ürpertici bir rüzgâr ıslığı… Güneşe epeydir hasret bir günün başlangıcı… İnsan seli kaldırımlar, anlamsız uğultular, zamanla kavgalı olanlar,  koşar adım yürüyenler, acelesi olanlar, yürürken bir çıkıntıya dolaşıp düşenler… Sonra vapur sesi… Vapuru kaçıranlar, uyuklayarak yürüyenler; simitçiler, işportacılar, dolmuş taksiler…

Gün başladı.

Büyük kentle barışık olmadı bir türlü. Veren ama ağır bir bedel ödeten kentin resmî tavırlarına, soğuk bakışlarına, asık yüzlü ve merhametsiz yüzüne bir tülü alışamadı. Kentin güler yüzlü tarafları da vardı; bunun ayırdındaydı ama o yüzüyle karşılaşmamıştı ve buna imkân da yoktu. Liseden mezun olup da bir yıl çalıştıktan sonra becayiş yoluyla memuriyetini öğrenim gördüğü İstanbul’a aldıran Bekir, emsallerine göre daha şanslıydı. Çalışarak okuyordu; ama bu, onun okul çevresindeki sosyal konumunda bir değişiklik de yapmamıştı: O evliydi ama öncelikle bir öğrenciydi. Kendisini; kentin, dışına ittiği, toprakla bağlantılı, yüzünde çilenin şaplak izleri bulunan itilmiş insanlarda buldu; üstü çizik, varlığı örselenmiş ve yok gibi yaşayan yoksul öğrencilerdi bunlar.

“Gitme oğul! Sen yeni evlisin Bekir’im! Gelini evde bırakıp okula nasıl gideceksin? Büyük şehirlerde başına bir hâl gelir Gülüşan gelin’imin Şimdi çok kötü büyük şehirler; görmüyor musun vaziyeti?”

O yıllarda henüz hayatta olan ‘evin efendisi’nin, Bekir’in ortaöğretime devam etmesine bile çekinceleri vardı; fakat onun çekincesi başka nedenlere dayalıydı. Adam, okullarda verilen eğitimin insana olumlu ve güzel şeyler kazandırdığını düşünmüyordu. Okullardan yetişen gençlerin büyük-küçük bilmediklerini, yeni yetişen çocukları kumar ve içkiye yönlendirdiklerini iddia ediyor ve genellemeci bir yaklaşımla okullardaki öğretimi ciddiye almıyordu. “Besmelesiz mekteplerden ne alacaksın ki oğlum?” diyor; Bekir’in ortaöğretim isteğine tümüyle karşı çıkmasa da çok da sıcak bakmıyordu. O yıllarda, çocuklarını, özellikle kız çocuklarını okutmak istemeyen bazı ailelerin yaklaşımı buydu. Sonra Bekir, yalvarıp yakararak anne babasının gönlünü etmiş; derken, tereği kırık ve kenarları buruşuk şapka, dizleri kabarık gri pantolon, üzerinde emanet gibi duran lacivert bir ceket, ayağında ‘Tozan’ marka kara lâstik ile bir ortaokul öğrencisi olup çıkmıştı. Orta öğrenim yıllarında elektriksiz, toprak zeminli, suyu ev sahibiyle ortak,  tek odalı, hücre gibi bir evde üç arkadaş bir arada kalmışlardı. Hasırı kilim, yorganı soba, pantolonu pijama yerine kullanarak geçirilen o yıllar kolay geçmemişti.

Büyük düşleri vardı: Doktor olacaktı. Bu hedefe o kadar kilitlenmişti ki daha lisede, ara sınıflarda iken bile ders defterlerinin karalama sayfalarına, bazen isminin başına “Dr.” unvanını yazdığı olurdu. Bunu gören muzip arkadaşlarının takılmalarına hedef olmaktan kurtulamamış ve “Hangi Bekir?” sorusuna “Doktor” cevabı verilecek kadar adı “Doktor”a çıkmıştı. Liseyi bitirdiği yaz, tarladan, bağdan, bahçeden soluk soluğa gelirdi eve. Gecenin geç vakitlerine kadar adayların aldıkları puanlar ve kayıt tarihleriyle ilgili radyo haberlerini dinler; çok zaman da radyo açık hâlde uyuyakalırdı. Hayalindeki üniversiteli “büyük ve önemli bir adam”dı; başarılı, ayrıcalıklı ve müstesna bir insandı: Hâki parkalı, kalın bıyıklı, kirli sakallı, botlu bir üniversiteli…” (Yıllar sonra kendilerini bir öz eleştiriye tâbi tutan Bekir’in dönem arkadaşları, bu kıyafetleriyle ilgili “Kılığımızla, kıyafetimizle, çocuklarımıza sünnet merasimlerinde aldığımız kıyafetlerle biz bayağı militaristmişiz be.” diyeceklerdir.) O yıl üniversiteye yerleşemeyince yaşadığı büyük hayal kırıklığını, girdiği memuriyet sınavını kazanarak gidermiş; o bir yıl içinde ortaya çıkan boşlukta annesinin bastırmasıyla da evlenivermişti. O arada ertesi yılki öss’yi, vefasız bir sevgiliyi bekler gibi sabırla beklemişti. Bu hareketli geçen sürede daha fazla bilenmiş ve hazırlanmış; umduğunu bulamadıysa da bulduğu bir bölüme yerleşmişti; ama doktor olamayacaktı.

Bulutlar iyice yoğunlaşmıştı; alnına birkaç damla düştü. Adımlarını sıklaştırdı. Geniş bir caddeden karşı kaldırıma geçti. Görkemli döşenmiş vitrinlerin önünde yürüdü. Önünde gevşeyen düğmeyi ilikleyip parkasının yakasını kulak hizasına çekti. Yer yer sıklaşan kalabalık içinde ancak kıvrımlı zikzaklarla yol alabiliyordu. Ağız kenarını çekiştiren çizgi istikametinde gülümsedi. Babasının bir sözü düşmüştü aklına: “Gökten adam yağmış gibi… Nereye gidiyor bu kadar insan? İşleri güçleri yok mu bunların?...” Tekrar tebessüm etti.

Bir kırtasiyecide, dükkânın dışına taşan döner ayaklı sergide bayram tebriği kartlarını inceledi uzun uzun;  sonra üzerinde kurbanlık bir koç resmi olanda karar kıldı ve onu aldı.

“Bayramda yanınızda olmayı çok isterdim; fakat öyle zor ve dar bir zamana denk geldi ki… Yeni doğum bir yandan, sınavlar başladı öte yandan; üstüne üstlük bir arkadaşımıza da ev arıyoruz.”  Hayır, mektup gibi oldu; bunlar bir tebrik kartının hacmini aşar… Böyle değil şöyle demeli: “Bir bebeğimiz oldu. Çok mutluyuz Bu mutluluğumuzu anne ve babamla siz büyüklerimizle paylaşır ….”/ Yine olmadı. “Bebeğimiz oldu.” denmez ki anne babaya. Nasıl demeli? ‘Torununuz oldu’ demek daha uygun olur.”

Bir adama çarptı. Adam, ters ters baktı. Adama“özür” işareti verip uzaklaştı hemen.

Daha yaratıcı olması için çocuğun ağzından yazmalı; evet, evet en iyisi bu olacak: “Adım Berat. Berat gecesi doğdum. Ben, babam ve annem, bayramınızı kutlar; dedemin, babaannemin, amcalarımın, yengelerimin, teyzelerimin…” Yine olmadı. Bütün akrabalar da sayılmaz ki. Hayır, şöyle yazmalı:

“Adım Berat. 26 Mart günü Berat gecesi doğdum. Sağlıklıyım.  Ben, babam ve annem ailece Kurban Bayramı’nızı kutlar, ellerinizden öperiz. Berat.”

İşte bu kadaaar… Babasıgile de yazsam mı? Yazmalıyım. Onlar da ailemizin bir parçası. Biri, Berat’ın anneden dedesi; öteki anneannesi.

Döndü, aynı kırtasiyeciden yine üzerinde koç resmi olan ama daha farklı olan bir kart aldı.

Dönüşte sağ omzuna biri kuvvetle çarptı:

“Vay! Casim sen misin?”

“Çiğneyip geçiyorsun, ne bu lan? Etrafını gördüğün yok.”

“Vallahi görmedim! Bak bana yemin verdirdin yahu”

“Korktun ama…”

“Niye korkacakmışım?”

“Haydi canım, saklama! Yüzünü görseydin bir…”

“Eskisi gibi değil. Yanında biri çakmağı çaksa afallıyor insan. Gazeteleri görüyorsun. Dün bizim okul yine gergindi.”

“Ne biçim okul oğlum burası yav? İkide bir olay… Gitme bir süre! Ortalık durulsun bir.”

“Öyle yapacağım zaten. Sen ne yaptın; ev işinde bir gelişme var mı?”

“Olumlu bir gelişme yok. Nereye varsam en az iki aylık depozit istiyorlar.”

“Konuştuğumuz yere gittin mi?”

“Gidip baktım: Adam açık arttırmayla kiraya veriyor neredeyse. Kirayı ve peşinatı en çok veren tuttu. Bir yerde daha var ama öğrenci olduğumuz için geri çevrildik. Sınav kazanıp okula girmek bir dert; kazandığın okula tutunmak başka bir dert.

“Casim, “okula girmek bir dert” diye boşuna yakınmıyordu. Bu yakınma hem yüksek öğrenim puanıyla hem de bir yüksek okula yerleştirilmeyle ilgiliydi. Casim, ağırlıklı olarak din eğitimi verilen bir liseden mezundu ve o yıllarda bu okullara kuşkuyla yaklaşılıyordu. Bu bağlamda ikide bir okulun öğrencilerinin geleceğini ilgilendiren âni yönetmelik değişikliklerinde sakınca görülmüyordu. Puanı tuttuğu okula kayıt yaptırabilmek için akla karayı seçmişti. Mezun olduğu lisede fen bilimlerinin okutulduğunu ispatlamak için rektörün huzurunda, su, tuz ve şekerin kimyasal formülünü yazma testinden geçmesi gerekmişti. sıygaya çektiği öğrenci, ilgili elementlerin formülünü huzurunda yazdıktan sonra şaşkınlığını “Vay vay vay!….” sözüyle ifade etmişti rektör.

Şimdi de okula devam edebilmek için barınma sorunuyla karşı karşıyaydı; bu sorunu da bir halledebilseydi…

II

“Büyük oğlan ırak ülkelerde; ha deyince gelemez. Küçük, evlendikten sonra okul işi çıkardı; o da yok. Kızlar uzakta, el kapılarında; senede bir yol ancak gelebiliyorlar. Birini bulduğumda ötekini bulamadım. Biri geldiğinde öteki yeni gitmişti. Çocuklarımı bir arada göremedim ki bir türlü. Bayramlar, çocukları bir araya toplar diye umuyordum; nasıl da aldandım? Kendileri yerine bayram tebrikleri geliyor.”

Kış şartlarında ulaşımı son derece çetin olan ve hayvancılıkla geçinen köy, kasabaya oldukça uzaktı; dahası yüksek dağların eteğinde konuşlanmıştı ve ilçenin az sayıdaki mahrumiyet bölgelerinden biri kabul ediliyordu. Berat’ın doğduğu yıllarda aşağı köylerde görülmeye başlayan teknik tarım aletleri bu köye henüz girmemişti. İnsanlar, domates, biber gibi sebzeyi ancak mevsiminde görebiliyorlardı.

O bayram tebriği yazılıp gönderildikten sadece dört gün sonra Bekir’in kıyameti koptu: Gökyüzünde siyah bulutların kaynaştığı, havanın yağmur yağdı yağacak kıvamında tutsak olduğu gün, metnini, kalabalık bir caddede yürürken tasarladığı o bayram tebriği, gönderildiği adrese ulaşmadan önce; üzerine derin bir yasın abandığı köye, bir kamyonetin arkasında girdi Bekir.

O gün yöreye “ak bulut kızdırması” denilen bunaltıcı bir hava hâkimdi. Mevsiminden beklenmeyen yakıcı bir sıcakla iç içe olan gökyüzündeki bu beyaz hareketlilik, yağmur yüklü ala bulutların sağanağa hazırlık çalışmaları kabul edilirdi. Telâşlı bir gün geçirileceği günün başlangıcından belliydi: Sabahın erken saatlerinde birkaç kez gök gürültüsü işitilmişti. ‘Yağmur yağar da ot ıslanır’ kaygısının öne çıktığı, ellerin çabuk tutulmasını gerekli kılan bir gündü. Evin efendisi, bu telâşı, “Bu yonca var ya bu yonca; cenazene ağlatmaz.” diye özetlerdi. Yağmur yağması hâlinde mevsimin ilk ve en kaliteli yoncasına verilen emek heba olup gidebilirdi. Bu dikkatle o gün, ailece kalabalık olarak yonca toplamaya gidilmişti. Kara haberi akrabalardan biri tarlaya ulaştırdığında iş yarılanmıştı.

O tebrik kartı; o, Berat’ın doğum haberini de ileten Kurban Bayramı tebriği, babaanne Kalbiye Kadın’ın yüreğini yirmi yıl sonra ve şiddeti daha da artmış olarak; üstelik diğerini de depreştirerek yeniden kanattı: Olay, Kato dağının eteklerinde görev aracının, bir dağın yamacında pusuya düşürülerek taranması sonucu meydana gelmişti. Terhisine sadece dokuz gün kalmıştı “Gülüşan’dan doğma, Bekir oğlu, 1979 doğumlu Berat”ın.

Kara haber, yüzlerin sarardığı, kalplerin; mayası gelmiş hamur kıvamında pelteleştiği, seslerin yükseltilmediği, ruhların mayıştığı sıcak bir Ramazan günü, anne Gülüşan’ın iftar sofrası için hazırlık yaptığı, büyükanne Kalbiye Kadın’ın; yine aklı el kapılarındaki çocuklarında olarak, “çocuklar gelirse yerler” düşüncesiyle oval yer tahtasında aş kesiği günün ortasında ulaştı.

Haberi ulaştıranlar, kendi aralarında zamanlamanın tartışmasını yapmışlardı: İftardan sonra gitmenin daha uygun olacağı görüşü baskın çıkmışken, ‘iletişim araçlarının çoğaldığı; cep telefonlarının köylere bile girmeye başladığı, haberin başka kanallardan ulaşabileceği; kaldı ki nasıl olsa bu haberin er geç ulaşacağı, iyisi mi daha fazla bekletmemek gerektiği’ görüşünde ittifak edilmişti. İlçenin kaymakamı ve jandarma komutanı sıfatıyla bir üsteğmen, muhtarın refakatinde haberi getirdiklerinde köy halkının çoğu yine arazideydi.

Kaymakam, getirdiği haberin ezikliği altında kendisini kötü adam gibi hissediyor; ‘Allaha ısmarladık’ dese diyemiyor, ‘bize müsaade’ dese, sözü yerine oturmuş bulmuyor, yanındaki üsteğmenden medet bekliyordu. Durumu fark eden köyün yaşlılarından biri, gelenlere, içinde bulundukları zorluğu aşmalarına katkı sağlayacak bir şey söyledi:

“Bu haberi getirmek, sizin için gerçekten zor; zorlu bir görev bu yaptığınız yeğenler” dedi, adamları rahatlattı. Bunun üzerine kaymakam, tekrar baş sağlığı dilekleriyle ayağa kalkınca kendisinde mekândan ayrılmak için cesaret buldu.

Çocuklar, cipin ardından bakakaldılar.

Kalbiye Kadın, yetmiş üç yılın yükünü evin bir köşesine olanca ağırlığıyla bıraktı; boşaltmadı ama bıraktı. Taşıdığı yükle birlikte kendisini de bıraktı. Antik bir kenti andıran yüzündeki görünmeyen çizgiler de bir günde ortaya çıkmıştı. Şişen göz torbalarından süzülen yaşlar yüzünü yeterince yıkamıştı; şimdi göz pınarları kurumuş hâlde sadece ve sürekli susuyordu.

Ayak altlarında bir çocuk dolaşıyor; annesi veya babaannesinden hangisinin kucağına gitse ilgi görmüyor ve huysuzluk yaparak varlığının farkına varılmasını istiyor; bunu başaramayınca ağlamaya başlıyor. Bir başkası annesinin başörtüsünü çekiştiriyor, saçları görünen kadın, bir eliyle saçlarını kapamaya çalışırken diğeriyle çocuğu kucağında silkeleyerek azarlıyor. Olanları anlamaya çalışan az daha büyük olanları ise, annelerinin koltuk altlarına sığınmış hâlde, elleri ağızlarında tek tek baktıkları ve daha önce pek de öyle görmedikleri yüzlerin aldığı biçimleri okumaya çalışıyorlar.

Nefesler iniltili, göz kirpikleri ıslak, alınlar gergin, bet beniz soluk, yüzler meftur; yüreklerde ateş var: Bir değil iki ateş var; küllenmekte olan diğer ateş, Bekir’in bıraktığı ateş de yeniden harlanarak alevlenmiş durumda.

Kısa süre adımlar çoğalıp sıklaşıyor, gözyaşları ve feryatlar arşa ulaşıyor; Gülüşan Gelin baygınlık geçiriyor. Kalbiye Kadın, pencere camının kenarında; aynı yerde, saatlerdir orada…

Berat’ın düğünü…

Bekir’in gönderdiği bayram tebriği…

Tebrik kartının postaya verilişinden üç gün sonra, karttan önce gelen tabut…

O yıl yaşanamayan ve sonraki yıllarda da hep buruk geçen Kurban Bayramları…

Tekrar Berat…

Berat, son mektuplarından birinde, “Burası, insanların sustuğu, mermilerin konuştuğu, dağlarının çiçek yerine barut koktuğu, kuşların uçmaya, kurtların yaşamaya korktuğu bir yer. Can taşıyan her şey tedirgin ve korku içinde burada Dağlar, içinde barındırdığı görünmeyen tehlikeyi birazdan üzerinize boşaltacakmış gibi fırtına öncesinin sessizliği içinde. Korkuyorum. Ölümden değil; bu anlattığım ürküntü beni korkutuyor. Az kaldı; çoğu gitti azı kaldı. Olur da buradan sağ salim dönemezsem -ki bu ihtimal daima var- bana hakkınızı helâl edin.” diye yazmıştı.

Kendisiyle baş başa kaldığı cam kenarında, uğultuları, kaynaşmaları, kısık sesli konuşmaları işitmeksizin kendi dünyasının dehlizlerinde, -di’li ve -miş’li geçmiş zamanın hikâyesinin dilimlerinde yolculuklar yaptı kadın: Halalarının da geldiği bir bayramda hala çocukları Emirhan ve Zeynep’in oyuncağıyla sürekli oynamaları bir yana;  evde gördükleri ilgi tahammül sınırını zorlayınca “Babaanne, ne zaman gidecek Hasibe ememgil? diye sormuştu. Dedesiyle camiye ilk gittiği gün de “Allah burada mı oturuyor dede?” diye sormuştu. Bunu, bir süre çevresine gülerek anlatmıştı dedesi. Hiç görmediği babasının mezarına babaannesiyle ilk gidişinde babasının mezarlıkta ne yaptığını, eve niye gelmediğini sormuştu. Sonraki günlerde de “Sen” demişti babaannesine, “Niye burada ağlıyorsun hep? Babam, ağlamana üzülmez mi?” demişti. Baharın, köye gelen kavak yüklü kamyonlardan birine, aracın ardından sarkan ağaç dallarına asılırken yakalamıştı dedesi. O gün, dedesinin ilk kızdığı ve kendisini azarladığı gündü. Leylekler gelirdi her yıl mayıs aylarında; iki kişilik bir aileydiler. Pencereden de görülebilen dut ağacına leyleklerin yaptığı yuvayı, ‘evin efendisi’, hayvanlar gelmeden önce düzenler, hazırlardı; “Sevaptır.” derdi. Leylekler, yuvalarından ayrılırken yavrularıyla dönerlerdi. Berat, leyleklerin çıkardığı ‘lak lak lak’ seslerini çok merak ederdi. Hayvanların bu sesi nereden ve nasıl çıkardığını anlamaya çalışırdı. Babaannesine sormuştu bunu; fakat aldığı cevaba tatmin olmamıştı. Arkadaşlarına özenerek oyuncağını evin avlusunda kendisi yapmaya kalkıştığı bir keresinde de keserle çivi çakarken parmağını ezmiş, eve ağlayarak gelmişti. Sonra, dedesi ona üzerinde iniş aşağı kaydığı, tekerleklerinin dışı şifat kaplamalı bir araba yapmıştı. Berat, hüsranla sonuçlanan bu ilk girişimin ardından eşyaları söküp dağıtmayı; sonra takmayı öğrenmişti. Şimdi ardiyede olan eski radyoyu bu şekilde defalarca söküp takmıştı. Dedesi, torununun el becerisinden dolayı etrafına ‘havalanırdı’; “Kişi olacak bu çocuk canım.” derdi. Dedesi, mürüvvetini göremediyse de meslek lisesinde okuyup elektronik bölümünden mezun olmasında bu el becerilerinin payı vardı.

Sonra çıktığı yolculukta gelecek zamanın hikâyesiyle karşılaştı: Bayramlar gelecekti, bayramda çocuklar, dayılar, halalar, teyzeler gelecekti: Berat, yazmasını çekiştirecekti, sarılacaktı babaannesine, cıvıyacaktı; “Yeter hı, yeter! Deden gelir şimdi, ocağı yakmalıyım.” dese de Berat’ın sırnaşıklığa dönüştürdüğü eylemine devam etmesi üzerine “Lan oğul, diyecekti; biri gelir saçlarım görünür, yeter!” diyecekti. Berat, babaannesinin ocaktaki kızgın küle özenle yerleştirdiği ve üzerini iyice örttüğü patates ve sac gömbesini sıcak külden çıkarmaya çalışacaktı; babaannesi müdahale edecekti: “Etme lan oğul, pişmedi daha, az sabrediver; çatladın mı?” diyecekti. Berat bir başka zaman, babaannenin yağlı işkefe pişirmek için ocağa sac kapadığını görür görmez ağzı sulanmış olarak ocağın etrafında sabırsız hareketler yapmaya başlayınca; bu kez babaannesi “Tavukların tüneğine dadanmış tilki gibi dönenip durma! Kerim çağırıyormuş seni. Haydi; git dolaş biraz; yarım saat sonra gel.” diye başından savmaya çalışacaktı. (Sac yağlısına Bekir de dayanamazdı, o da böyle yapardı) Başka bir demde Berat’ın çardakta top oynamaya kalkışması üzerine annesi Gülüşan Kadın ağzında dili olup olmadığı konusunda tereddüde düşen dışarıdan birini şaşırtacak şekilde, yaşmağının altında uzlete çekilmiş olan sözcükleri, sesini yükseltmeden Berat’ı uyarmak için bir süreliğine denetimli olarak özgürlüğüne kavuşturacaktı: “Babaannen yorgun; dinleniyor. Yapma Berat!” diyecekti. Berat, dedesinin ceket aldığı gün yeni ceketiyle, dedesiyle serenin önünde çekindiği, yaklaşık on yıldır baca başında bir tutağa toplu iğneyle tutturulmuş hâlde öylece duran çocukluğunun soluk fotoğrafına bakarken yine dedesinin cep saatini hatırlayacak; çocukken sırlarla dolu olduğunu düşündüğü; o, arkasında tcdd treni resmi kazınmış olan serkisof marka saat aklına her geldiğinde yaptığı gibi, babaannesinden saati isteyecek; saati kurarak çalışıp çalışmadığını kontrol edecekti. Sonra, askerden ilk izne gelişinde yavuklusu ile nişanlanacak, tezkere alıp döndükten sonra da düğün yapılacaktı. Düğün sonrası, ilçede bir elektronik dükkânı açacaktı.

Bayramlar gelecekti; bayramda çocuklar gelecekti: Biri geldiğinde öteki gitmişti. Çocuklar kayboldu, çocuklar yitti. Haber salındı uzaklara, Büyük Eyüp, ortanca Ziya, el kapısındaki kızlar geldi; bu kez Bekir gelmedi. Bekir yirmi yıldır gelmiyor; şimdi Berat da gelmeyecek. Davullarla zurnalarla uğurlanarak giden Berat da, gittiği yerden, resmî aracın arkasında, bayrağa sarılı bir tabutla döndü.

Berat büyürken babası uzaklarda bir yerlerde yaşardı; o, orada baba olarak kalacaktı. Babalar hep uzaklardadır zaten. Uzaklar, evin hemen ötesindedir; ama ulaşılamayan bir yerdedir. Berat, babasının yanına gitti. Babası giderken Berat kundaktaydı.

Gülüşan Gelin, kırkına varmadan ağaran saçlarını yoldu, dizlerini dövdü; uğundu, çırpındı, ağladı, ağıtlar yaktı ve ağlattı.

Ortalıkta dolaşan çocuklardan biri annesinin eteklerini çekiştiriyor.

“Bu çocuğu götürün buradan!”diyor buyurgan bir kadın sesi.

Çocuğu oradan götürecek olan bir el onu kaldırıp kucağına alıyor.

Kadınların elleri burunlarına gidiyor, kadınların elleri eteklerine gidiyor.

Bu çocukları dağa kim götürdü; niye götürdü? Bu dağlarda daha ne kadar silah sesleri yankılanacak, kulaklarda daha ne kadar kurşunlar vınlayacak? Ne gelip duruyor bu tabutlar? Bu çocuklar o işleri bilmez ki… Böyleyken kim bu çocukları ateşe sürüyor? Bu yangını kim yaktı? Niye söndürülmüyor? Yangın söndürücü mevkiinde olanlar neden bu kadar konuşuyor? Mesafeyi iyice açmaya çalışan meş’um ağızların çenesi neden bu kadar düşük?  Duvarın arkasında kim var? Duvarın arkasındaki göz kim? Duvarın beri tarafındaki karartı ne?

Evin efendisi, uzun yolculukların insanı kıvamına erdirdiğini söylerdi.

Bunca yol alındıktan sonra bu neyin nesi?

Evin efendisi, ayak altına atılan karpuz kabuklarının kazaya sebep olabileceğini söylerdi.

Kim attı bu karpuz kabuklarını bu yola ve kim neden kaldırmıyor?

Evin efendisi, zamanında herk edilmeyen tarlanın ürününün çalık olacağını söylerdi.

Bu herk neden zamanında yapılmadı? Madem bu kadar geç kalındı, madem bunca sene çalık ürün devşirildi, olan geride kaldı: Neden zararın neresinden dönülürse kârdır denilerek yapılması gereken yapılmıyor?

Evin efendisi, “Hile katılan işin lokması boğazda kalır.” derdi.

Ne zamandır yediğimiz boğazımızda kalıyor. Kim hile kattı bu işe? Kim yaptı bu hayınlığı? Hayınların hayın olduklarını gösteren sayfa açılmadan; onların yapıp ettikleri işlerin, işledikleri şenaatlerin sayfası açılmadan nasıl çözülecek bu iş? Kibirleri bu sayfanın açılmasına rıza göstermeyenlerin oğulları nerede? Kardeş kavgasında ölmeyi ‘yüce makam’ ilân edenlerin semtine neden uğramıyor bu yüce makam? Bu yüce makam neden ikidir benim kapımda? Ben bu ülkenin en onurlu kadınıymışım; çünkü şehit anasıymışım? Ölümü kutsayanların karıları neden yüce makama talip değiller? Neden garip gureba anaları ödüyor hep bu ağır bedeli?

Nicedir yüzleri kağşatan, gözleri çapaklandıran, genizleri kurutan, kudurgan bir çıvgınla gelen bir filizkıran fırtınasının çocuklarımızı toprağa düşürmesidir yaşadığımız.

Nicedir gözlerimin kubbesini işgal eden bu akıntı ne zaman kesilecek?

Ne ölüp duruyor bu çocuklar?

Bana duvarın arkasından konuşup durmayın! Duvarın arkasında neler olup bittiğini söyleyin bana! Bana duvarın arkasını gösterin! Görmediklerime ve bilmediklerime karşılık bir bedel istemeyin artık benden.

Bana hangi gözünü kırptığının hiçbir anlamı da önemi de yok. Bunu bana bir daha söyleme; çünkü karanlıkta kırpılan göz kırpılmamıştır.

Söyleye söyleye beni bıktırdığın şeyleri tekrar edip durma bana; tereciye tere satma. Bana kendini methedip durma. Bana aynanı göster. Övünüp durduğun aynanın tozlu ve bulanık olması bir yana, üzerinde kan lekeleri var; Berat’ımın, Bekir’imin kanı var.

Beş gün önce İstanbul’dan yola çıkan bayram tebriği buraya kaç günde ulaşır biliyor musun?

Berat’la babası arasında 20 yıl var.

Sesim duvarın arkasına ulaşıyor mu? Geliyor mu sesim?

Bu duvarları Bizans surları gibi bu kadar kim kalın ördü? Hem neden ördü bu duvarları ören?

Evin efendisinin gittiği yıl tahıl ambarlarında güve olmamıştı. Kabaklar bahçe duvarlarından yollara sarkmıştı; çıtırmık erikleri çok yeğin olmuştu. Dahası, domatesler hastalanmadan mevsimi tamam etmişti. Domatesler, fabrika işi gibi yakışıklı ve pürüzsüzdü; ama tadı yoktu o yıl domateslerin. Geçmiş yüzyıllardan beri bunların hayra alâmet olmadığı yorumlanmıştır hep. Yine de öyle oldu; o yıl “herif” gitti.

III

“Bir yudum su iyi gelir”

Evin efendisi, Bekir’imi okutacağım diye orak tarlalarında, temmuz güneşinin altında yıllarca pişti; altmış yaşından sonra onun bunun kapısında ırgatlık etti; “Okusa ne alacak besmelesiz okullardan?” derdi. Hep çekinceliydi, mesafeliydi okutmaya; ama evde okuyan biri de bulunsun isterdi.

Nerede Bekir’im?

Berat’ın yollarını gözledi bir evin adamı bunca yıl… Bekir’imin kokusunu bulmuştum onda. Yetim büyüttüm onu ben; neliklerle büyüttüm ben onu? Bunu, çocukları öldürenler ve öldürtenler nasıl bilecek? Bir çocuğun gözünün önünde büyümesine tanıklık edenler bilir bunu ancak; anneler bilir. Yiğidimin terhisine az bir zaman kala neydi bu başıma gelenler?...

Nerde Berat’ım?/

“Uyuyor; dokunmayın!”

Akşam karanlığı çökünce ayaklar ses çıkarmadan ağır ağır çekildi. Akşam ezanı okundu; perdeler kapandı, lâmbalar yakıldı. Yakın akrabaların evinde televizyonların fişi ara kablolardan çıkarıldı.

Yaşanamamış iki ömrün tüm ağırlığı çöktü eve; birleşerek ve yenilenerek.

Gecenin ilerleyen saatlerine doğru evdekiler kendileriyle ve acılarıyla baş başa kaldılar.

“Kadinge! Ölenle ölünmüyor: İftarda da yemedin. Bir şey yemelisin artık. Olan oldu. Şu duvardan da beri yana çevir artık yüzünü!”

Duvarın arkasında kim var? Neden oraya bakıyorum? Bu olanlar ne olup duruyor? Bu çocuklar birbirini ne öldürüp duruyor? Kim yaktı bu ateşi ve niye sönmüyor?

Duvarın arkasındakine söyleyin; artık verecek kurbanım kalmadı. Başka kapıya da gitmesin, yetti gayri, bıçak kemiğe dayandı; anaların Tepegöz’e verecek oğulları kalmadı.

Ona söyleyin; onu sesimi duymaktan men eden şey nedir?

Ona söyleyin; paylaştıklarımız ortak değil.

Ona söyleyin; karnı doymuş çitanın ceylanlar arasında masum masum dolaşması gibi buralarda dolaşıp durmasın. Bana baş sağlığı için bekliyorsa beklemesin; cehennem olsun gitsin, işine baksın. Bari başka anaların ağlamaması için ne gerekiyorsa yapsın; bitirsin bu işi, toprak dışında her şeyi konuşsun onunla.

Ona söyleyin: Berat’ımın hukukunu ona bağışlamam yoktur.

Çocukları 30 yıldır dövüştürenleri bu çirkin işlerinden men ediyorum! İşiniz anaları ağlatmak mı sizin? Neslimi tükettiniz, kut’umu iliğimi kuruttunuz siz; çocuklarımın gençliğini yağmaladınız.

*

Ertesi sabah, kızlar, Rüveyde ve Aliye gittikleri uzak diyarlardan geldiler. Bayramlarda iki yakasının bir araya geleceği umulan çocukların mevcudu tamamlanmıştı: fakat bu kez bayram yoktu ortalarda.

Kalabalığı yararak ilerleyen kızları annelerine ulaşmak ve ona sarılmak istiyorlar besbelli. Bir çocuğu kolundan tutup kaldıran kadın, kızların yanlarına sokuldu, kollarına girip kulaklarına fısıldadı:

“Kalbine bir sükûnet geldi, şimdi yaklaşmayın!”

Nicedir, kalbim ismimle anlaşmazlık içinde. Kalbim sükûnet bulmadı bir türlü. Tam sükûnet bulacakken şu başıma gelene bakın! Başıma gelenler kaç annenin başına geldi? Ben yirmi beş bin kaçıncıyım acaba? Kalbi, annelerin kalbinin ritmini duymayanlar, ne kadar kolay baş sağlığı diliyorlar; onlar durmadan baş sağlığı diliyorlar, çeyrek yüz yıldır baş sağlığı diliyorlar.

“Başınız sağ olsun!”

Başım sağ salim değil ki 20 yıldır. Oğullarımın canı karşılığında benim başımın sağ olmasını dilemek çok kolay. Hani, yeter ki sen sağ ol; yine doğurursun, der gibi… En iyisi oğullarımın da başlarının sağ olması değil miydi? Doğmuş ve doğacak oğulların başının hep sağ olması için zamanında çaba harcansaydı bu felâketler gelir miydi yine de?

“Vatan sağ olsun!”

İkidir vatanı sağ ediyorum; bu vatan sadece benim mi? Bir de siz muktedirler sağ etseniz olmaz mı vatanı? Başkasının ‘sağ ettiği’ vatan üzerine nutuklar çekmek,  tuzu kuru olanlara çok hoş geliyor olmalı. Davulun sesi de uzaktan kulağa hoş geliyor.

“Açılın, açılın!”

Bu insanları, kımıldayamayacakları hâle kim getirdi; kim bu dar mekâna sıkıştırdı? Nereye ve nasıl açılacak bu insanlar şimdi? Niye ben burada bekletiliyorum bunca zamandır? Burada kim bekletiyor beni? Ne çok bağırıyor bu bağıran? Ne çok ölüyor bu çocuklar?/

Sesi buyurgan kadın, erkeklerin bulunduğu tarafa seslendi:

“Önce siz; erkekler! Size söylüyorum; önce siz kendiniz açın bulunduğunuz alanı; sonra insanlara yer açılacak göreceksiniz.”

“Hanımlar! Yüksek sesle ağlamayın; Efendimiz bundan men etmiştir.”

Kalbiye Kadın duvarın beri yüzündeki karartıya doğru yürüdü; onunla tartıştı:

neden ikidir çocuklarımı alıyorsun neden gülüşan’ımı on dokuz yaşında dul berat’ımı babasız bıraktın neden gülüşan’ımın yüreğini şimdi de yetim acısıyla dağladın neden beni yirmi yıldır öteki anaları yirmi beş yıldır ağlatıyorsun neden yakamdan inmiyorsun benden ne istiyorsun ha ne istiyorsun benden toprak istiyorsan bilesin ki binlerce canım olsa her gün birini alsan sana yine bir karış toprak vermem isteğin buysa ben de benden doğanlardan doğacaklar da ömrümüzün sona kadar savaşırız seninle bilesin

önce bir yanlışı düzelteyim bekir’in hesabını benden sorma onu duvarın arkasındaki göz’e sor ne istediğime gelince sesimin öncelikle duvarın arkasında yankılanmasını istiyorum sonra birlikte savaştığımız bu topraklarda seninle eşit olmak istiyorum

ben seni duysam ne olacak ben işinde gücünde zar zor geçinen yaşlanmış bir kadınım

sen duyunca herkes duyacak

sen sesini anaları ağlatarak bebeleri babasız bırakarak kundaktaki çocukları öldürerek mi duyurursun kanla şantajla tehditle iş görmek kötü insanların işidir sen çok kötü bir mahlûksun sana yakıştırabileceğim ve sana hitap edebileceğim kötü sıfatlar kullanıla kullanıla tükendi sana nasıl güvenebilirim vaktiyle toprak talebinde bulunduğunu unutmadım sen sözüne güvenilmez bir alçaksın söyle söyleyeceğini de işitecek olan işitsin kapıma musallat oldun gitmiyorsun oğullarımı aldın sen hayasız yirmi yıldır ağlıyorum yetmiyor mu verdiğim canlar akan gözyaşlarım ne zor büyüttüm ben onları biliyor musun sen

kaç kardeştim ben kaç kaldım biliyor musun sen benim de bir annem var ve o da ağlıyor bunca yıl üstelik senin çocuklarının bir adı var benim kardeşlerimin ve çocuklarımın bir adı bile yok.

nasıl yok

çocuklarıma bunca yıl senin istediğin isimleri verdim senin uygun gördüğün mekânlarda oturdum köylerime caddelerime sokaklarıma çocuklarıma kendi istediğim adı vermek istiyorum ve kendi ağzımla konuşmak istiyorum

bunca zaman başkalarının ağzıyla mı konuştun

senin ağzınla konuştum dilini kötü bir aksanla konuştum benimle alay ettin kendi dilimi konuşmak dilimde şarkı söylemek dilimde yazmak okumak istiyorum dilimi istiyorum bu son bakiyeyi yurt hâline getirirken ülkenin servetinden gelirinden payıma düşen dilimi yaptığın bir hile ile kendi hanene kaydırdın benim yaşadığım topraklar azap topraklarına döndü servet senin yaşadığın yerlere yığıldı bildin mi bunu

yoksulluğu ve yoksunluğu anlatma bana bu köyü görüyor musun yakın zamanlara kadar bu köyden kasabaya yaya gidilirdi bu köy başkente sadece birkaç saat uzaklıkta kışın zaman olur buradan hastalarımızı kızaklarda sedyelerle taşırız doktora sırtımdaki entariyi görüyor musun beş yıldır her gün üzerimde bu pazen altı ay çalışıp tarlamdan elde ettiğim ürün karnımı doyursa ayaklarımdaki lastiğin naylon oluşunu önemsemem satabileceğim tek ürün var o da elimde kalıyor bazen benimle eşit olmaktan söz ediyorsun ister misin bu şartlarda benimle eşitliği hı şu var bir de söylediklerinin muhatabı ben değilim duvarın arkasına git konuş diyeceğim ama insanlar konuşur sen insan değilsin

beni insanlıktan çıkaran duvarın arkasındaki o gözdür bu işleri plânlayan esasen odur onun ortakları var ve etkili ortağı yetmiş yıldır yerleşik güvenlik anlayışının sürmesini istiyor doğrusu bu bizim de işimize geliyor duvarın arkasındaki o göz üzerime eğitimsiz çocukları gönderiyor burada canı yanan hep sen oluyorsun bu dediğin doğru ama sen de bunu anla artık ve bana söylediğin kadar duvarın arkasındaki göze de söyle onu hesaba çek bana önerdiğin yöntemi vaktiyle denedim ama ulaşmadı sesim çok söyledim çok kan akacak dedim duymadılar kulakları da kafaları da çok kalın bunların

sahip olmadığını söylediğin şeyleri elinden ben mi aldım sen itilip kakıldın da ben birinci sınıf mı yaşadım sen gülüşan gelinimin berat’ımı görmek için gittiği nizamiye kapısından oğlunu görmeden döndüğünü yemin merasimine katılamadığını nereden bileceksin duvarın arkasındaki göz sana yaptı da bize yapmadı mı sanıyorsun onun yapıp ettiklerini bana mı ödetiyorsun bire azgın kan içici kapıma gelme artık

bana aynı şeyi söyletme kadın ona ulaşmam senin kapını çalmamdan geçiyor

kapımı kanlı ellerinle mi çalıyorsun hayatın düşmanı iştahı kabardıkça kan döken kanla beslenen etçil ve ısırgan bir karartısın sen döktüğün kanlar tutacak seni

başka bir elim yok benim olan bu

Karartı ile Kalbiye Kadın’ın bu konuşması böyle sürüp gitti ve bir sonuca bağlanamadı.

Sonra evin kadını ya da Kalbiye Kadın, duvarın arkasından gelen sese yöneldi:

başın sağ olsun

başın sağ olsun bu karartının son çırpınışları hiçbir karartı bizi kararımızdan vazgeçiremez bana 30 yıldır söylediğin sözler bu bana sürekli baş sağlığı mı dileyeceksin sen hem yanlış hem de kötü yaptığın işler yüzünden ağlayan analara baş sağlığı dilemek mi senin görevin bir kere de senin başın sağ olsa olmaz mı bekir’im ve berat’ım sağ olmadıkça benim başım sağ olmuş neye yarar

acın var seni üzecek bir şey söylemem doğru olmaz nankör olma beni kutsa duvarın arkasında bizi hep gözetleyen kendisine sağlığımızı varlığımızı ve topraklarımızı borçlu olduğumuz kutsal göz sağ olsun de büyük konuşma

seni bunca yıl kutsadım ne verdiğim oğullarım geri geldi ne karnım doydu kendini tanrılaştırarak benim varlığımı köleleştirdin kalın duvarların arasından baktın hep bana beni koruyamayan bu duvarları niye ördün söyle bana üstelik çerçilere bulgur verip karpuz aldığım en çetin zamanlarımda benden aldıklarınla ördün bu duvarları

kendimi korumak için ördüm ben olmazsam sen olmazsın unutma

ben olmazsam sen hiç olmazsın

demek ki birbirimizin varlığına muhtacız

bunu anlamış olman güzel benim varlığımın hiçbir önemi yoktu bunca zaman senin yanında

karartının sözlerine benziyor bunlar onun ağzıyla konuşuyorsun

söyleyen değil sözün kendisidir öncelikli olan sözün doğruyu ifade edip etmediğidir

topraklarını istemeye geldi buraya sana yalan söylüyor o melun

kimseye verecek bir karış toprağım yok sen aradan çekil ben korurum topraklarımı

canını koruyamayan topraklarını nasıl koruyacak ağzından çıkanı kulakların duyuyor mu senin saçmalamalarına gülecek durumda değilim

canımı koruyamayan sen mi koruyacaksın topraklarımı

sorduğun soruya bak sen yaşadığın acının etkisiyle ne söylediğini bilmiyorsun

beni topraklarımla tehdit eden sen misin karartı mı yoksa her ikiniz de mi

neler söylüyorsun be kadın sen bunları sana karartı mı söylüyor

yirmi beş yıldır canımı istiyorsun verip duruyorum can alarak can vererek bitseydi şimdiye bitmesi gerekti neden bitmiyor bu dövüş

bunu bana mı soruyorsun karartı elindeki sopaları bıraktı da dövüş bitmedi mi

öyle ben de bitiririm dövüşü bitirmekten söz edince aklına sopadan başka bir şey gelmiyor senin ne farkın var karartıdan bana onu söyle

dağlarında silahlı adamlar dolaşan bir toprağın insanı olduğunu unutmuş gibi konuşuyorsun

bu adamları ben mi çıkardım dağa onları dağa çıkaran neydi bunun çetelesini tuttun mu sağlamasını yaptın mı dövüşü bitirecek olan öncelikle sensin çünkü sen karartı değilsin açık ayan beyan bir gözsün sen muktedirsin büyük kararlar sana yaraşır iş bu söylediğin gibi olsaydı bu kavga biterdi şimdiye bu dert dertlerin en önceliklisidir yüreğim yanıyor ikidir; yüreği yanıyor anaların karartı senin ve ortaklarının çocuklarından birini veya birkaçını alsaydı böyle konuşmazdın işi çözüm üretmek olan sen gelmişsin bana burada dağda eli sopalı adamlardan söz ediyorsun bunları çeyrek yüzyıldır duymaktan bıktım git konuş onunla bitir bu işi artık bana yeni ve kir sökücü bir söz söyle sen sürekli şikâyet etmekten iş üretemeye vakit bulamayan beceriksiz adamlara benziyorsun görevlerini ya yapmıyorsun ya kötü yapıyorsun çevirdiğin fırıldakları geç anladım hay gidi

bana mı dedin

evet sana dedim sen görevlerini hakkıyla yapsaydın dürüst yapsaydın insanların hukukuyla sürekli oynamasaydın onunla bununla didişeceğine işine baksaydın kapının arkasında fırıldaklar çevirmeseydin bu gaileler başımıza açılmazdı

Kalbiye Kadın’ın duvarın arkasındaki gözle tartışması böyle sürüp gitti. İzleyen aylarda dönüşümlü olarak can yakan sonra canı yanan tarafların katıldığı dev bir buluşmada milyonlarca ses aynı anda aynı göndergeyi aynı hedefe iletti: Yıllar sonra acıların buluşturduğu yerde ortak çarpan yüreklerden taşan ortak duygular devasa bir nehire dönüştü: “dövüşü bırakın!”, “artık tabut istemiyoruz”, “hayatımız her şeyden değerlidir”

Kocaları kabile savaşlarından dönmeyen dölsüz kalmış siyah kadınların büzüşüp döşüne yapışmış memelerinde hayat arayan kara çocukların büyüyen gözleri gibiydi gözler.

İnsanların gaz çıkışlarını parlatan, ayakkabılarını ağartan aygınların nevri döndü.

Hoyrat ağızlar, kan almaya geldikleri evde ikramları höpürdeterek bir nefeste diktirdi önce.

Sonra genç kızların perçemleri yüzlerine bezek oldu; kem nazarlar yüzlerimizin kalayını çıkarttı.

Sepetlere sığışan nevaleleri sıçanlar talan ettikten sonra geriye burun sızlatan bir ufunet kaldı.

Şimdi, ortancası, iletken nalınlar üzerinde iletken bir zeminde enerji üretmeyi düşünüyormuş.

Bu süre zarfında da depozitosu maliyetini geçen bir handa kirada yaşamaya başlamışlar.

Siz, gerideki araçları ve yanınızdan yörenizden geçenleri kontrol eden dikiz aynalarını hiç kullanmadan ya da sürekli dikiz aynalarına bakarak yol alacağınızı mı düşünmüştünüz?

Gülüşan Gelin’in görünmeyen, kırkına varmadan aklaşan saçları ordu evi kamerasının görüş alanına girmiş ve durum derhal gereği için incelemeye alınmış. Bunu duydunuz mu?

Gün dağının meltemi, ardıç yaylalarından esen karayelle karıştırılırsa kış erken bastırabilir.

Folluklarda tavuklara tebelleş olan tilkinin yalazlar arasında evin köpeğiyle gizli muhabbetinin ifşasından sonra civardaki börtü böceğin de kulağına kar suyu kaçtı.

Kentin ayak değmeyen mutena bölgelerinde toprağa gömülmüş çok sayıda boru bulundu.

Yapılan aramalarda bazı kitaplar gözaltına alındı ve çok sayıda yasa dışı özlemlere el konuldu.

Sıvışık ve yapışkan bir yangı’nın sürekli tazelenmesi, aygıtın parçalarının sadece ve tek yöne dönmesini amir bir çakıldağın işi olmalı diye düşündü insanlar.

Bir yapağı yüne iki sahan alabilen kadınların koynunda sabahlayan adamların gözleri meymenetsiz bir çakıldağın ağzına bakıp duruyor nicedir âgâh ve müsterih olmadan önce müteyakkız olmayı öğrenen adamların oğulları, düğün alaylarıyla gittikleri yollardan tabutlarla döndüler

Varış çizgileri belirlenmemiş bir hipodromda, peşinden çatamadığı koşucuların arkasında, dili bir karış dışarıda, nefesi küçük dilinin altında gözleri alev saçan naçar koşucular gibi kaldık.

hayatıma atılan çentiklerin, büyüyerek kendisine narkozlu bir alan açmasından, bedenimden sonra ruhuma da sirayet etmesinden kaygı duyuyorum duvarın arkasındaki etobur çakıldağın sırtarırken ağız kenarından görülen altın dişlerinin renginde duygularım bunu anlatamıyorum çocuklarımı babasız bıraktın ne zor büyüttüm onları ben kapıma gelme artık tükendim tilkinin yalazlar arasında evin köpeğiyle gizli muhabbetinin ifşasını

duvarın arkasındaki göz bekir’imden sonra berat’ımı dilinin altında kaygı duyan çakıldak

buysa seninle savaşırım yankılanmasını istiyorum bu topraklarda seninle eşit yaşamak

sen duyunca unutmadım sen bir alçaksın kapıma gelme kanla şantajla nasıl olacak

bebeler yetim kalınca ağlatarak mı oğullarımı aldın canlar verdiğim akan kanlar

gözyaşlarım bunca yıl adı bile yok kendi ağzımla konuşmak kötü bir şey mi

azap topraklarına döndü servet senin yaşadığın yerlere yığıldı bildin mi

yoksulluğu görüyor musun hastalarımız kızaklarda gidiyor doktora

konuş onunla insan değilsin çok kan akacak akıyor bunca yıldır

ortakları var onun bekir’im ve berat’ım gittiler başım sağ

öncelikle beni kutsa canımı istiyorsun sen dövüşü bitir

kararlılığımız sürecek karartının son çırpınışları

geç anladım çevirdiğin fırıldakları hay gidi

niye bitmiyor bu dövüş kan akıyor hep

oğullarımı aldın hayasız karartı sen

başın sağ olsun acın var şimdi

dağlarında silahlı adam

kir sökücü bir söz

bir söz söyle

bana sen

sen

!