Menu
KALDIRIM TAŞI
Öykü • KALDIRIM TAŞI

KALDIRIM TAŞI

Gün ışıkları, doğan bebeğin gülümsemesi gibi ısıttı içimi. Sonbaharın son gününde hafta boyunca yağan yağmur durmuş, güneş masmavi gökyüzünden el sallarken aynı zamanda kara bulutları da kovmuştu gökten.

Otobüsle, evimden iki saat uzaklıkta olan Kadıköy'e gidiyordum. Hem de sırtımda kemanım, ayakta gidiyordum. Bu sefer denizi görmek, kuşları izlemek veya kitapçıları dolaşmak için değil, bu seferki gidiş amacım yıllardır görmeden, sarılmadan sevdiğim çocuğu görmek, sarılmak... ''Nasıl?'' demeyin! Bilmiyorum.

Yıllardır bugünün hayalini kurdum ama bugün kurmuyorum ve gelmesini de beklemiyorum buluşmamıza. Zaten işim olmasa, sırf o gelecek diye de iki saatlik yolculuğa çıkmam. Sırf o gelecek diye de gitsem, gelmez, biliyorum... Elim boş dönerim iki saatlik yolu. Beklemiyorum... Sait Faik'in ''Beklemediğim zaman umut vardır.'' sözüne uyuyorum ve beklemiyorum. İşim var, demiştik. Kemanım da sırtımda... Kemanım bozuldu kardeşler, fiksleri tutmuyor, akord olmuyor güzelim keman, onu tamir ettirmeye götürüyorum Kadıköy pasajına. Birkaç da malzeme alacağım.

Otobüs, durağına yanaşıyor, son yolcularla birlikte ben de artık tutmayan bacaklarımla inmeye çalışıyorum otobüsten. Deniz kenarına doğru yürüyorum, hava o kadar güzel ki... Gökyüzündeki martılar sevinçle çığlık atıyorlar; sanırım ''Yaşasın güneş, yaşasın güneş!'' diyorlar. Onlara da ziyafet var bugün; balıklar bir yana, vapura binen insanların attıkları simit bir yana. Yahu; bu martılar etçil değil mi? Neden simit yiyorlar? Türk insanı, diyorum sonra, yapamayacakları şey yok bu insanların.

Rıhtımda, herkesin ortasında öylece dikiliyorum. Yan tarafımda bir simitçi, işlerinin bugün iyi olduğunu her haliyle belli ediyor. Arkamda akbilini doldurmak için bekleyen sıra, halinden bir hayli şikâyetçi... Akbil dolduran adam, sevgiliyi beklerken geçen zaman kadar yavaş nedense.

Sevdiğimi bekliyorum, benim sevdiğim onu sevdiğimi bilmiyor. Bilse sevdiğimi bu kadar yakın olur mu bana? Hoş, yakın da değil aslında, gelmedi daha. Hele bi gelsin... Telefonumdaki isimlerden onun ismini ararken ellerim terliyor, kalbim hızlı hızlı atıyor, çevredeki sesler birden kısılıyor ve o telefonu açıyor.

-Alo Esa, nerdesin?

-Rıhtımdayım, seni bekliyorum. Geliyor musun?

-Geliyorum, tam olarak nerdesin? Seni nasıl bulabilirim?

Düşünüyorum, nasıl fark eder beni? Kemanım sırtımda. Etrafıma bakıyorum, sırtında keman olan başka insan yok.

-Sırtında keman olan tek insanım ve Kabataş iskelesinin önünde, simitçinin yanındayım.

Telefonun diğer ucunda güldüğünü hissedebiliyorum.

-Tamam bekle, geliyorum.

Geliyor, gerçekten geliyor... ''Beklemediğim zaman umut vardır.'' diye geçiriyorum içimden. Artık gelmesini bekliyorum, denize bakıyorum ve kokusunu içime çekiyorum. Mis gibi mavi kokuyor, mavi nasıl kokar? Anlatamam ki... Martılar bayram ediyor, onlarla birlikte ben de. Martıların beklediği güneş, denizin beklediği martılar, mavinin beklediği deniz, benim beklediğim sevdiğim geldi. İyi havalarda gelen, her zaman keyif verir.

Keyif almak... Keyif vermek... Evet, üç noktalar bu ifadelerin hep sonuna gelmeli, bu ifadelerin devamı olmalı, biliyorum insanlar bunu yaparsa başarılı olabilir. Bunu biliyorum.

Ben etrafımdaki güzelliklere bakıp düşünürken kolumda bir sıcaklık hissettim. Arkamı döndüğümde siyah atkıyı gördüm ilkin. Kafamı kaldırdığımda da siyah atkının sahibini... Ayak uçlarımda yükselip sıkıca sarıldım sevdiğime. Sarılmak ne güzel şey... İnsan vücudu ikiye bölündüğünde her iki tarafta da birer göz ve bununla birlikte kirpik ve kaş, burnun yarıları, dudakların yarıları, birer kulak, birer kol, birer ayak, birer akciğer bulunduğunu görürüz. Bölünemeyen tek şey kalptir, simetriğimizin sağ tarafında kalp yoktur. Oradaki boşluk ise sarıldığımızda, sarıldığımız kişinin kalbiyle dolar. Kalp atışlarımızı hissederiz ve iki kalpte tek vücut gibi aynı ritimde atar. Bu yüzden sarılmak çok güzeldir. Sevinçlerimiz, üzüntülerimiz sarıldığımızda, kalbimizle birlikte paylaşılır. İnsanlar sarıldıkça güzelleşir. İnsanlara sarılın; üzüntüyü, mutluluğu hissetmelerini sağlayın. Mesut olmanın tek yolu bu...

Sevdiğime sarılmayı bırakıp, gerçek olup olmadığını düşünmeye başladım. Kolumu uzatıp;

-Çimdiklesene, dedim.

Bir kahkaha attı. Çimdikledi, acı var, demek ki gerçek.

-Çok mu şaşırdın?

Cevap vermeden yürümeye başladık. Nereye gittiğimizi bilmiyordum ama pek de önemli değildi; çünkü şu an yanımda yürüyen insan benim yıllardır görmek istediğim kişiydi ve onunla her yere gidebilirdim. Onun yanında kendimle konuşuyordum, oysaki onunla ilgili hayaller kurarken söyleyecek çok şeyim vardı, o yoktu; şimdi o var, söyleyecek hiçbir şeyim yok.

Bütün gün boyunca öylece yürüdük, yemek yedik, kemanımı tamir ettirdik; ama pek konuşmadık. Ondan tarafa da bakamadım zaten… Kaybolur, birden yok olur korkusuyla inceleyemedim yüzündeki çizgileri.

Sonra ağaçların ve bankların olduğu büyük bir parka geldik. Kahverengi, sarı püsküllü yaşlı ağaçlar göğe kavuşuyorlardı. Bir günün renkleri bu kadar muazzam olabilir miydi? Bu kadar tatlı soğuk, güzel renkli bir güne ne kadar da yakışıyorduk. Yan yana bir bankta oturuyorduk, kafamı ondan tarafa çevirdiğimde yaşlı ağaçların arasından süzülerek gelen, günün son ışıklarının yüzüne dokunduğunu gördüm. Güzel gözleri gelen ışıkla birlikte öyle güzel parlıyordu ki, kendimi güzel bir maceraya davet edilmiş gibi hissettim. Ona olan hislerim gözlerini bu kadar yakından görünce daha da kuvvetlenmiş gibi hissettim ama hiçbir şey söyleyemedim. Orada ona bir şeyler anlatabilirdim veya onu ne kadar çok sevdiğimi, kendimi ne kadar çok güvende hissettiğimi söyleyebilirdim ama susup onu izlemeyi tercih ettim.

Günün renk değişikliğini fark ettiğimde güneşin batmaya, günün bitmeye başladığını anladım. Yanımda oturan güzel gözlü çocuk kafasını bana çevirdi. Kahverengi gözlerim, onun ela gözleriyle buluştu. Gözlerimin güldüğünü hissettim, mutluluktan öleceğim.

Gözlerini ayırmadan:

-Kalkalım mı? dedi.

Hayır, gitmek istemiyorum, bu kadar güzel bir gün bitemez, renkler tükenemez. Biraz daha yan yana hiç konuşmadan oturamaz mıyız? Oturmalıyız, diye düşündüm içimden.

-Tamam kalkalım.

İstemeye istemeye kalkmayı kabul ettim. Bankın yanına bıraktığım eşyalarımı alıp yürümeye başladık. Kemanım elimde ve artık bozuk değil. Rıhtıma doğru yavaş adımlarla yürüyoruz, ışıklarda bekliyoruz sonra tekrar yürüyoruz, sessizliği bozarak:

-Benim için birkaç cümle yazar mısın? dedim.

-Tabi yazarım.

Deniz kenarına vardığımızda yolumuza bir çingene çıktı,

-Bu güzel ablama bir gül al bea.

Duymamış gibi yürümeye devam ettik, sessiz sessiz gülüyorum. Kara ablam peşimizi bırakmıyor.

-Al bea! Bi gülü çok mu görürsün be!

Uzun ısrarlardan sonra güzel gözlü çocuk iki tane gül aldı, kırmızı ve pembe. Güllerinin taze olmamasına karşın kara ablama minnet dolu gözlerle baktım. Sağ olasın güzel ablam, günümü gülleştirdin!

Kaldırıma oturduğumuzda karşımızdaki manzarayı hafızama kaydetmek için uzun uzun baktım. Haydarpaşa, deniz, vapurlar, kuşlar, ufukta tükenmekte olan renkler, yanımda sevdiğim çocuk. Bu gün bitmemeli, şu an zaman durmalı. Tam da burada, tam da şu anda... Ne yazık ki zaman durmuyor, usulca ilerliyor.

Defterimi uzattım; fakat kalem bulamıyorum. Nasıl olur da kalem bulamam diye düşünürken defteri elimden alan çocuk yazmaya koyuluyor. O yazarken ben de etrafıma bakıyorum ve düşünüyorum. Öyle şeyler düşünüyorum ki bu güzel güne hiç uymuyor. Onu bir daha görememek... Gerçek dünyaya dönüp beni hiç hatırlamayacak olması... Neden sonra kafamı ona çevirdiğimde gözüme boş omuzları takılıyor. Başım oraya ne de güzel yakışır, diye düşünüyorum. Sormak için kendimle cebelleşiyorum, en sonunda ''anı yaşamak'' diyorum, sonra keşke dersin, zararı yok sor.

-Omzuna başımı koyabilir miyim?

Tuhaf bir şekilde bakıyor bana, cevabını kestiremiyorum gözlerinden, biraz mahcup olup boş ver gitsin, diyecekken,

-Soruyor musun? diyor.

Sevindim, mahcup oldum, utandım ancak bir dakika sonra başım onun omzuna yapboz parçası gibi oturdu. Sanki başım için yaratılmış. Daha mesut hissettim kendimi. Şimdi her şey daha net... Deniz, martılar... Sessizliği bozan yine ben oldum.

-Kuşlar, sanıldıkları kadar özgür değiller.

Baktı ama cevap vermeden kafasını çevirip yazmaya devam etti. Neden diye sormayışı, bunun nedeninin her zaman sadece bende kalacağını düşündürdü. Sonunda defteri kapattı. Gitme vakti olduğunu, ayrılık vakti olduğunu anladım ve durağa kadar birlikte yürüdük.

Durunca dönüp birbirimize baktık, bütün gün ne kadar az konuştuysak da birçok şey hissettik. Şimdi parmak uçlarımda yükselip kollarımı boynuna doluyorum ve uzun süre sarılıyoruz. Mutluluklarımızı paylaşıyoruz.

-Bekleyeyim mi? diyor kızarmış burnunu çekerek.

Beklemeni çok isterim, birkaç dakika yanımda kalsan kâfidir ama üşüdün de, diye düşünüyorum.

-Git sen, bekleme.

Son kez kısa bir veda sarılmasından sonra ayrıldık, uzaklaşırken ona baktım. Gözden kaybolana kadar gözlerimi ayırmadım. Sıramda beklerken güllerimi kokladım, otobüs durağa yanaştı ve uzun, trafikli bir yolculuğa çıktım. Yolda giderken yazdığı yazıyı okuyup, yaşadığımız günü gülümseyerek düşündüm.

Özgürlük, özünün sözüyle gürlemesiyse Üstadım, bugün ne kadar özgürdük? Peki yarın kuşlar kadar mı özgür olacaktık? Söylenemeyen kelimeler, yaşayamadığımız anlar engel değil miydi özgürlüğümüze..? Seni her hatırladığımda sevgi üflesem havaya özgürce ulaşır mı sana? Ya da takılır mı hayatının bensiz noktalarına..? Düşüncelerim düşlerime girse, sustuklarımı fısıldasam kuşlara... Sözcüklerimi özgürce getirebilirler mi sana..?

Gerçekten özler misin beni? Özlediğini söyler misin bana? Gerçi, özlemek, insanın özünde var, sözünde varsa yalandır... Umutlarımı alsam karşıma, yüreğimdekilerle yüzleştirsem gizliden gizliye... Bizden bir şeyler kalır mı avuçlarımda... Bizden... İkimizden... ''Umut''tan başka bir sözcük var mı ''biz''i anlatabilecek. Başka bir deyişle bir sözcüğün tüm anlamları aynı insana çıkar mı? Beklesem yine yıllarca, oturduğumuz kaldırım taşında, özgürlüğü hatırlasam tekrar tekrar... Umutlarımı da toplayıp gelir misin bana?