Menu
KAHVECİNİN DERDİ
Öykü • KAHVECİNİN DERDİ

KAHVECİNİN DERDİ

Yakacıkta otobüsten inince, çınarlı meydancığın sağındaki dar yokuştan çıkıp yürüyünüz. O yol, sizi, ağaçlıklı bir çeşme başına, Yakacığın meşhur ayazmasına götürü.
Burası, Aydosun en yakın eteği, en yüksek ve en hâkim tepsidir. Suyunun şifaî hassaları olduğu iddia edilen çeşmenin, kimin hayatı olduğu malûm değildir; üzerindeki taşın kitabesi, hiç mi yokmuş, sonradan mı ortadan kaldırılmış, o da meçhuldur.
“Hadikatülcevami”le “Mir’ati İstanbul” yanımda olmadığı için, Ayazma hakkında, size tarihî malûmat veremiyecegim.
Bu çeşmeyi, çocukluğumda da görmüştüm. Askerliğimde, uzun zaman, suyunu içtim. Sonbaharımızda da görmek nasipte varmış!
Yirmi küsur yıldan beri bu çeşmenin hâlâ aklımda oluşuna sevinmekle beraber, bir hayli şaşmaktan da kendimi alamadım. Çünkü Kartaldan Yakacığa yaklaşırken yol üstündeki hayrat çeşmeden birinin kurumuş olduğunu görürsünüz, ve köye girdiğiniz zaman, kitabeleri sökülmüş, yalakları kırılmış, muslukları koparılmış fayrat çeşmeler enkazı, raslıyacağınız tabiî manzaralar arasındadır.
Ayazma çeşmesinin üstü, “Dolaybağı”na kıvrılan yoldur. Çeşmeye, çimento sıvalı üç ayak merdivenle inilir; merdivenin sağ üst duvarı kenarına demir korkuluk yapılmıştır.
Yalak, ikidebir tıkanıp taştığı için, korkuluk küçük ölçüde banyo tehlikelerinin önünü alır.
Ayağına inmek için merdiven yapılan ve duvar çekilen bu suyun aktığı yeri, neden çirkin ve pis bırakmışlar?
Bunu, cömert insanlara karşı gösterilen lâübaliliğe, telifsizliğe benzetiyorum. Ayazmanın eski hali, vaziyeti, neymiş? Fazla tafsilât, “hadikatülcevami”de ve “Mir’atı İstanbul”da da yoktur.
Kartala, Pendiğe, Adalara ve Marmaraya bir kartal bakişile bakan bu tepeye, vaktile bir hayır sahibi çıkmış on on beş selvi dikmiş! Güzel San’atlar Akademisi bahçesine dikilen selvi fidanlarına da bakarsanız, artık selvinin, ağaçların bir nevi estetik sembolü sayıldığını kabul edersiniz. Ayazmaya selvileri diken zat ta, Yirminci asır estetiğinin havarilerinden olacak!
İhtimal göz alışkanlığı, ben selvi görünce mezarlık hatırlarım. Fakat Ayazma bir eğlence yeridir, ve selvilerin bulunduğu kenar da, tepeciğin en değerli mevkiidir. Selvilerin tarafındaki kahvenin kirası; arkaya düşen, çeşmenin sırasındaki kahvenin kirasından bir, bir buçuk misli fazladır.
Ayazmanın selviler tarafındaki kahvesinin yıllık kirası da, köyün en başta gelen ve münakaşası bitmeyen, modası geçmiyen meselelerinden biridir. Arka taraftaki kahvenin de pencere kepenkleri kapalı fakat kapısı açıktır. Müşteri gelmese bile, kır kahvecisi Mustafayı ahbapları gelir ararlar. Malûm ya, “gönül ahbap ister kahve bahane!”
Mustafa tam manasile “ehli dil”, “can” adamdır. Kapakları inik gözlerinin yorgun bakışlarına aldırmayınız; onun görünüşleri içten ve derindir. Pos bıyıkları, dudaklarının müstehzi gülüşlerini saklar; o tam manasile, bıyık altından güler.
Yaz başlangıcı... Ayazmanın da mevsimi yaklaşıyor.
—Yaza hazırlık var mı? diye sordum.
Yeni yeşeren çınarlara, ıhlamurlara baktı, gülümsedi. Bundan daha mükemmel cevap olr mu? Ağaçlar, yeşil şemsiyelerini açıyorlar. Kır kahvecisi de masalarını, sandalyelerini çıkartıp dizecek. Taze suyun şırıltısı da kulağı serin serin okşuyor...
Kendimi, serçeye benzetiyorum; güneşi gördüm mü büsbütün gevezeleniyorum:
—Eh, yaz geliyor; artık işler başlar.
Can Mustafa, güzlerinin yorgun kapakları arasından baktı; güldü mü, yoksa acıyarak dudak mı büktü? Pos bıyıklarının altından bunu görmedim; fakat sessizce iç çekişinden anladım ki o da dertli.
Kır kahvecisi, sigarasını yakmıştı.
—Allah eksik etmesin, yazın, iş olur, amma, işlerle birlikte dert de başlar.
Açık hava, temiz su... Göz alabildiğine engin çayırlar, bağlar, bostanlar, ağaçlıklar... Göz alabildiğine deniz...
Akar su, deniz, kaygu tutturmaz! Derler. Dağ havası sağ rüzgârı da gam, kesavet dağıtır. Fakat dağ başından duman eksik olmaz! Kır kahvecisinin de dumanı başından çıkıyor galiba!
Ben, oraya dinlenmeğe gelmiştim; şehrin gürültüsünden ve ışıklarından uzaktım. Nasibi dert olan, nerede olsa, nereye gitse, dert kovalıyor.
—Peki senin derdin ne?
Kır kahvecisi elliyle bıyıklarını sıvazladı, yorgun yorgun güldü:
—Dağda olanın yüreğinde dağı olmaz mı? Kaç senedir şu kahveyi işletiyorum. Az çok, neyse, şunun şurasında sebepleniyoruz. Fakat dırıltısı, gailesi de olmasa, gönül rahatile ekmeğimizi kazanıp yesek daha iyi değil mi? Rahat yok bu dünyada...
Sesi, içi kadar dertli değildi:
—Halimden şikâyet ediyorum, sanmayın... Yaş, altmışı geçmiş, artık şikâyet etsek te, nafile... Günlerim sayılı... Yalnız, diyeceğim şu ki, geri kalan üç buçuk günlük ömrünü insan dırıltısız, gürültüsüz geçirmek istiyor... Doğma büyüne bu köylüyüm. Herkes, kendininkinin hayrını görsün, ufak bir bağım var. Üç beş getirdiği kadar, beni oyalıyor da... Bunların hepsini bırak, bu köye hele buraya alıştım bir kere, kolay bırakamam ki... Yaz gelince, biraz yüzümüz güler...
Onun yüzü gülmüyordu:
—Havalar ısınınca müşteriler sökün ederler. Her türlü insan gelir buraya... Amma her çeşit insan... Burası, görüyorsunuz kır kahvesi... Kahve, lokum, çay, bir de gazoz... Vakit olur, kahveden başka bir şey bulunmaz... Buraya gelenlere kahve ile beraber, surahi ile, bardakla su veririz. Âlâ değil mi? Bunun bir derdi, sıkıntısı olur mu? Fakat buraya gelenlerin çoğu, beraberlerinde yemekler ve içkiler de getirirler. İşte, o zaman işin şekli değişir. Yiyecek getirsinler, yesinler, afiyet olsun. Gelgelelim, ceplerinden, yahut çantalarından rakı, şarap gibi içki çıkaracak olurlarsa, ben ne yaparım?
Kır kahvecisinin telâşını yersiz bulmuştum:
—Getirsinler, sana ne?
—Bana ne mi? kahve müşterileri oturup, beraberlerinde getirdikleri içkileri içerken, inhisar idaresinin bir müfettişi geliverirse, derhal zabıt tutar, bize ceza yazar.
—neden? İçkiler kaçaksa?
—Hayır! Kaçak değil, inhisarın malı da olsa ceza yazılır. Bir yerde içki içilebilmesi için inhisar idaresinden ruhsatiye alacaksın...
—Çok bir para mı?
—Hayır, çok bir para değildir.
—Madem ki usul böyleymiş, ruhsatiye al, sıkıntıdan kurtul!
—Bununla o iş bitmez. O zaman da Maliye memurları, içkili kahve, gazino addederek ona göre kazanç vergisi ister.
Hiç cevap veremedim; kır kahvecisi yorgun bir bakışla gülüyordu:
—İçki içmek yasak değil... İçilen içkiler de kaçak değil... Kahvemde ne kapalı şişe, ne de kapalı olarak bir katre içki yok... İçki kadehi, meze tabağı, meze çatalı gibi şüpheli alât, edevat da yok... Kahveme gelenlerin üstlerini, başlarını, sepetlerini, çantalarını kontrol edemem ya! İçkiyi onlar içiyorlar, neden cezayı ben vereyim? Su verdiğim mi kabahat?
—Burada içki satacak olsan?
—O zaman da kahve müşterilerini kaçırırım.
—Kahveciliği bırak.
—Dedim ya, alışkanlık var.
Bir müddet sustuk, sonra başka şeylerden konuşmağa başlamıştık. Kır kahvecisi, birdenbire cebinden bir kâğıt çıkardı:
—İnhisardan ruhsatiyeyi aldım.
Bir şey söylemeden yüzüne bakıyordum. O, devam etti:
—Vergi takdir ettiler, ona itiraz ettim.
—Bu yaza tamamile hazırlanmışsın? Ne diye şikâyet ediyorsun?
Diye artık sormadım; o teselliyi şikâyette bulmuş olacaktı. Teselliye bel bağlayan insanları kendi hallerine bırakmalı!

(*)Mahmut Yesari, Yakacık Mektupları, Yeni Matbaa, İstanbul 1961, ss: 31-36