Sus artık düşünme hiçbir şey. Yakalanma yeter.
Üşüyorsun sadece; o kadar. Gelecek, bineceksin ve gideceksin; gerisi yok.
Soğuk iliğimi kesti kesecek. Tren neredeyse gelmek üzeredir. Annem olsaydı, oğlum büyümüş de yolculuk yapıyor derdi. Der miydi? Demezdi. Babam olacak merhamet fukarası, kadıncağızda analık mı bıraktı? Evde ne olsa, “Höd sen karışma, höd sen elleme!”, “Sen anlamazsın; ver ben bakarım. Sen imza atma.” diye diye kadıncağızı, kendine güveni olmayan biri haline getirdi.
Biri çıkıp, “Kocan sana çok kızgın.” desin, akşama kadar elindeki bulaşık leğeni ile bir o yana bir bu yana dolanır dururdu.
“Anne ne oldu, neyini kaybettin?”
“Hiç. Ellerim çekildi.”
“O halde başını çevirme, bana bak” dediğimde, o yemyeşil gözleri, sabana bırakılan ot gibi sapsarı olurdu. Öyle ki karşısında konuşan ben değil babam olurdu.
Babam demişken, keşke evden çıkarken kalın kazağımı giyseydim. Gerçi o kargaşada üstümdekini çıkarıp nasıl giyebilirdim? Hem nefes alamayıp, hıncımdan duvarları pataklıyorken…
Zaten eline ne geçtiyse üzerime üzerime fırlattı. Hep diyorum: “Babam balçıktan çıkarken, merhamet tohumunu geldiği toprakta bırakıp öyle büyümüş.” Diye ama ben öyle değilim. Bana düşmanıymışım gibi davranması da bu yüzden…
Hem Allah’ın körebesi bir istasyonda, rüzgâr, elimdeki çatlakları acıtıyorsa, bunun sebebi, sonucu baba olan bir aile dramı yaşadığım gerçeğinden müstağni olmadığımdandır.
Geçenlerde annem anlattı; leğende bulaşık yıkarken: Babalar günüymüş. Zehra çiçek uzatmış. Sonra yanağında sıcak bir gürültüyle yere sendelemiş. “Parayı böyle şeylere mi harcıyorsun?” diye. O günden sonra babamdan konu açıldığında ondan nefret ettiğini söylüyormuş.
Mesafeli durduğumdan benimle pek konuşmaz zaten. Ama artık böyle olmayacak Zehra’yı sımsıkı kucaklayacağım. Bitti benim canım kardeşim. Bitti çilemiz. “Ben ağabeyinim ve sen ölmeden ben ölmeyeceğim.” diyeceğim ona. Anneme de, “Üzülme artık. Ben varım Serhat’ın var.” Diyeceğim.
Hele şu tren bir gelsin. Göğsümün kabartısı geçsin. Sonra kalacak bir yer edineyim. Elbet bir iş bulurum. Sonrası aş; ardı sıra annem ve Zehra…
Off… Annemi o adamla bırakmak hiç içime sinmiyor. Bir güvencesi ben kalmıştım. Kim götürür şimdi onu hastanelere?
Belki de kadıncağızı ayakta tutan bendim.
Bana, “Ablanın boşluğunu dolduruyorsun.” diyordu. Her akşam çizdiğim resimler için: “Oğlum, Hülya Abla’nın yaşadığı sokakları çiziyorsun.” derdi. Zaten elimden gelen de bir oydu ya!
İstanbul Balat’ın ara sokakları…
Ablam kışın gece vakti evden kaçtığı için mi bilmem ama resimlere çizdiğim kar tanelerini görünce, gidip köşedeki sobasız odada ağlıyordu. O günden sonra yaptığım resimlerde hiç kar çizmedim
Ama artık gelse şu tren… İnşallah Sedat’ın asker abisinin anlattığı gibidir: Askerden kaçarken, tâ Ankara’ya varana kadar, trenin tuvaletinde kaçak gelmiş. Tuvalete girmek için kapıyı tıklatanlara, “Dolu!” diyormuş.
Vaz mı geçsem? Hayır hayır. Hem artık eve de dönemem. Babam şimdiye tembihlemiştir herkesi: “O çocuğu eve alan bir daha bu kapıdan içeri giremez.” diye. Desin bakalım. Hem ben ablam değilim. Gittiğim eve dönmek için bir gün komşuda yatıp sabaha tekrar eve dönmem. Hoş, eve de almamış ya ablamı, ablamın evden ayrıldığı gece.
Ablam şimdi ne yapıyordur acaba? Nerdeyse on üç yıl oldu. Fuat’ın babası, gittiği gece onu bu garda görmüş, doğu ekspresi tarafında. O sebepten olsa gerek polis onu hep Sivas’tan sonraki illerde aradı, ama bulamadı. Evden gittiğinde, Zehra henüz annemin kucağındaydı. Kırkı ya çıkmıştı ya çıkmamıştı.
Şimdi Zehra büyüyor, annem küçülüyor.
Bize anlatmıyor ama Gülhan Abla’nın dediğine göre ablamın derdinden ötürü annemin sütü azalmış. Zehra’yı emzireyim derken kan kusmuş o sıralar. Memesi süte kesilmiş. Ne olduysa o sırada olmuş işte. Meme kanseri. Bu nasıl bir hastalık ki, “Anne hastalığın ne?” demeye bile utandım. Ne bilsin, okul mu görmüş? Doktorun o sene Zehra’ya yazdığı ilaçları, garibim, kendi de kullanmış.
Ah anne!
Ah baba!
Sen merhamet gurabası…
Şimdi anamı özledim diye hangi sigaraya lanet okuyayım, sana okuyamadığım… Yerin dibine batsın sigaran. Değer mi evladını bir sigara paketini aldı diye tartaklaman; ha, değer mi?
Şimdi ben otuz beş lira ile nereye giderim?
Şu garın ortasına asılı olan saat… Bu tren garı, neden bu kadar soğuk; neden insanlar bu kadar suskun. Ve neden herkes yalnız girmiş paltosunun altına?
Acele etme en son bin. Düşünme kaç saat yol gideceğini. Nasılsa uyursun bir şekilde. Evdekiler de uyur. Uyku acıyı uyutur. Hele sabah ola hayrola.