El bileklerinden omuzlarına kadar dizili bilezikleri vardı, boğum boğum. Ayak bileklerinden dizlerine, bir o kadar da halhallar bezeli bacaklarının, o kadarını görebiliyordum sadece. Şortu vardı çünkü üzerinde, donsuz popoya geçirilivermiş. Onu çıplak görebilseydim, her halde, ziynetlerin sadece kalça kemiğine kadar değil; bütün vücuduna yayıldığını görürdüm. Poposunun donsuzluğunu anlamak içinse, çıplak olması şart değildi zaten. Bir o taraftan bir de diğer yandan sıkıştırılıp, eğrilip bükülmüş çatalı hep ortada, ortalıktaydı onun. Donsuz ama ziynetlerle donatılmış, çocukluğa yeni yeni evrilmiş bu geçkin ve tombul bebek, görüş alanıma ve gönlüme gireli birkaç hafta oluyordu. Sevdanın en yoğun halinin, kara değil; bir tatlı bebek mavisi renginde olduğunu öğretmişti bu defa da bana hayat; ezberleri hep bozan huyundan yine vazgeçmeyerek.
O ziynetleri ‘bozup’ satın almaya hiçbir kuyumcunun parası yetmezdi. Gençliğin, tazeliğin, yeniliğin bilezikleri, halhalları, halkaları… Zaman, satın alınmayacak kadar tahamsız ve tenezzülsüz bir zengindi. Ne bedenine ne de ruhuna -haşa- sahip olamayacağımız bir yüce. Ekonomi derslerinin hemen başında da öğretilen bir şeydir, hayatın hep bir kısıtlar ve kıtlık yumağı olduğu ve hepimizin de aslında ‘sefilleri oynadığı’. Kendiliğinden zengindi o da; zamanın henüz dokunup da mücevherlerini üzerinden çıkartıp çalmadığı. “3 yaşında falandır” demiştim, çocukların yaşları hakkında hiçbir zaman doğru tahminlerde bulunamayacağım bir tecrübesizlikle. Eh, henüz bir anne değildim, ne de olsa. “5 vardır, baksana dişlerine” dediler, anneler. Hoş, 3 5 tahmin onu gözümdeki kundaktan çıkartıp alamazdı; bence o ‘geçkin bir bebekti’ işte sadece. Gerçi, ayakkabılarını hep ters giyebilecek kadar da çocuktu bir yandan. Benim mavi sevdam…
Sorup soruşturmama hiç gerek kalmadan, “Bunlar buralı değiller” dedi sokağın sesi, herkesin sesi. ‘Sokağa salan anasızlığın’ ve babasızlığın da tırnak içine giremeyecek kadar gerçek halinin içinden geliyorlardı. İşte onlar oralılardı. Tırnak içi anasızlık ve tırnak dışı babasızlık ülkesinden, kimilerine göre ‘gelmiş’, kimilerine göre ‘kaçmış’lardı. Peki ya, bana göre neydi, bu yaptıkları? Artık bir önemi var mıydı o eylemlerine bir isim koymamın? Artık… O mavi sevdanın gönül tahtımdaki bu hakimiyetinin otoriter hatta diktatör siyaseti, diğer tüm düşüncelerin ve fikirlerin ipini çoktan çekmiş bir zorbaydı; bana bir çare, ya da, söz bırakmayan. Yaptıklarının ismi ne olursa olsun, “iyi ki” idi o fiilin başına konulacak edat. “İyi ki gelmişler”, “İyi ki kaçmışlar”. İtirazı olan? Başka hiçbir şey, onun boğumlarından, ziynetinden ve hatta çatalından daha önemli olamazdı artık benim için.
“İyi ki kaçmışlar” sözüne itirazı olanlar, “Aferin” dediler bana. “Ne büyük sevaba giriyorsun, gelen bu yetimlere bakarak, vallahi cennetliksin!”. “Cennetlik olan ben değilim ki, baksanıza şu çocuğa bir, asıl kendisi cennetten gelme” dedim onlara. “İyi ki gelmişler” denmesine itirazı olanlar da, “Hata ediyorsun” dediler. “Kendi vatanlarına vefaları olmayan, kaçan bu hainlerden her şey beklenir; yarın senin de başını belaya sokarlar bunlar”. “Kendi ayaklarıyla gelmemiş ya, muhtemel gelirken ters giyilebilecek ayakkabıları değil de, patikleri vardı daha” dedim onlara da. “Aslına döner, soyuna çeker” dediler gerçi, ona da. Desinler. İster itiraz etsinler, ister alkış tutsunlar. Kahverengi gözlerim mavi mavi bakıyordu artık sevdadan. Mavi, hüznün rengidir, hem. Göz demişken… Onun gözlerinden bahsetmiş miydim, peki? Bir bakışıyla, şehirde betonarme olan ne varsa hepsini yıkabilecek kadar çevreci ve yeşil gözlerinden? Hoş, az bulunan kıymetlidir kara gözlü ülkemizde ama onu, herkesin yeşil gözlü olduğu bir ülkeye alıp koysaydık da, az bulunur olacaktı o yine, bana kalırsa. Her rengin sayısız tonu elbette vardır da, ondaki yeşil, diğer yeşilleri farklı tonlar olmaktan çıkartıp başka bir rengin ismine bürürdü gibi geliyor bana. O, yeşil gözleriyle bana bakarken, kahverengi gözlerimin mavi bakışlarını görebiliyor muydu acaba? O da beni seviyor muydu?
Bir gün onun ve diğerlerinin elinden tutup, kenarında evi olduğu mahalleye girer girmez, o öyle bir telaşlandı ki... Adımları ve nefesi hızlandı geçkin bebeğimin ya da küçük çocuğumun. Muhakkak, kalbi de hızlanmıştır. Koşarken, bilezikleri iyice şıngırdadı. Halhallarını da özgürlüğüne koşan bir köle gibi, sağa sola savura savura koşmasına, benim adımlarımın hızlanışı yetiyordu, gerçi. Onun, “Bunlar buralı değiller” denirken ‘bunlar’ da çoğalmasına sebep olan, hepsini de sırf ayıp olmasın diye sevdiğim kardeşlerinin hiç biri, onun kadar telaşlanmamışlardı oysa. Açık ara en sevilen ve en telaşlı olan mavi sevdamın, evine yaklaştıkça böyle heyecanlanması ve telaşlanması, hayra alamet değildi. İçime sonsuz ve müphem bir korku düştü. Yoksa… Yoksa, başka bir kadına mı koşuyordu bana hiçbir zaman böyle koşmayan, benim için ziynetlerini hiç bu kadar şıngırdatmayan?
Kara çarşaflı, ufacık bir kadın belirdi sonra, kulübeden bozma bir evin önünde. İçimdeki o sonsuz ve şüphe dolu korkunun rengi, son ve kesin halini almıştı artık: kara. O şıngırtının en merhametsiz, zalim tonuyla ve gürültülü sesiyle, ellerini ellerimden hızlıca çekip, o kadının boynuna atıldı, sonra. O ‘başka kadın’ dediğim, belli ki ‘tek kadın’ dı, onun için. Karşılıksız, kara bir sevdaydı bendeki de, demek. Sokağa salsa da, donunu giydirmese de, ‘ana gibi yar olmaz’ dı demek. O çarşaflı, ufacık kadının bana gülümsemesinin içinde, bir zafer sevinci gizlenmişti bir de sinsice. Ya da, bana öyle gelmişti. Olası 20 sene sonrasının kaynanasını, kaynar kazana atmalıydı tam o anda belki de. Oğlunu kucağına alıp, başını göğsüne gömmesi ve onu bana o an tekrar göstermeden alıp içeriye taşımasından sonra, öyle parçalandım ki, gönlümdeki o diktatör devrilip düştü bir ihtilalle. ‘İyiki’m, ‘keşke’ye döndü. Bu çocuk, evet evet, kesinlikle bir haindi.