İki bin dokuz yılı Eylül ayında İlahiyat Fakültesi’ne bir kız çocuğu geldi. İmam Hatip’i yeni bitirmişti.
Kayıtlarda görevliydim ve onu görür görmez enteresan bazı şeylerin olabileceğini, en azından küpelerinin birisi kuzeye gidince diğer güneye yönelen iki ayrı bulut kümesi şekillerinde olduğunu tahmin etmiştim.
Çünkü sıkı bir dinleyiciydi, ağzından çıkan sözü emiyordu ve bu sözleri anında aslına uygun kalıplara dökebiliyordu.
Ustaca bir kriter öne sürüp belirlenen kuralları ihlal ederek danışmanlığını kendi üzerime aldım.
Garip garip kıyafetler giyiyor acayip acayip kitaplar okuyordu. Bir kıyafeti üç günden fazla giymiyor, yediğini bir daha yemiyor, giydiğini bir daha giymiyordu.
Bir kitabı dört günden daha fazla ve daha az elinde bulundurduğuna şahit olmadım.
Okul başladığından yedi ay geçtiğinde yoklama listelerini karşılaştırdım. Bir kere attığı imzayı bir daha atmamıştı ve yerine başkasına imza attırmak gibi olasılığı da yalan söylemesi mümkün olmayan nesillerce bizzat reddedebilirdik.
Bütün sınavlardan 81 alıyordu. Şüphelendim. Sisteme giriyor dedim. Gittim bütün hocalara bir bahane ileri sürerek sınav kâğıtlarını kontrol ettim. Evet, hepsinden 81 almıştı.
Üstelik yorum ağırlıklı ve test sınavlarının hepsinden bu notu almıştı.
Bir keresinde sisteme kasıtlı olarak hak etmediği başka bir notu girmeyi denedim.
Fakat sistem kendisinin daha üst bir sistem tarafından kontrol edildiğini, şartlarının bu notu girmeye müsait olmadığını, kızın sağ elini kullanmak konusunda bu asrın en maharetlisi olduğunu ayrıca üzgün olduğunu belirten Arapça bir uyarı verdi. Doğrusu afallayıp kalmıştım. Ben de uyarıyı dikkate aldım.
Benim rivayetime göre dersin bir bölümünde sınıfta var diğer bölümünde yok oluyordu diyemeyeceğim bulunamıyordu. Fazla konuşkan değildi ama arkadaşlarından birine bir gün bir arısı olduğunu ve onu çok sevdiğini söylemiş. Söylemiş değil sıkıştırınca bizzat bana da itiraf etti bunu. Bu sırra vakıf olunca çaktırmadan bir gün derste bal arısının mı yoksa eşek arısının mı daha makbul olabileceğini sınıfa sorduğumda herkesten önce “eşek arısı hocam” diye atıldı ve sararak birdenbire mahcup oldu. Bundan sonra ne oldu? Yarım saat boyunca pencereleri yatay geçen milyonlarca bir arı göçüne şahit olduk ve çocuk bundan çok mutluluk duymuştu. Tehlikenin farkına varmıştım. Ertesi gün çocuğun bulunduğu sınıfa dersim vardı.
Bütün tedbirleri aldım. Pencereleri dışarıdan kelepçelettirdim. Ben derse girdikten sonra kapıyı dışarıdan kilitlemesi için müstahdeme talimat verdim. Yalancıktan yapılan dersin tam ortasıydı ki birdenbire bütün öğrenciler kaos içinde oraya buraya koşuşturmaya, bağırmaya, çığlık atmaya başladılar. İnanılmaz bir şeydi. Sanki pencerelerin dış yüzeyine arılardan perdeler çekilmişti.
Bu kargaşa bir süre devam etti. Kimse ne olduğunu hatırlamıyor ama bir süre sonra topyekun kendimizi bahçede bulduk. Sınıfta durumu oldukça soğukkanlı bir şekilde karşılayan o çocuk kalmıştı ve bir daha onu hiçbirimiz göremedik ancak haberlerini alabildik. Yıllar sonra sınıfı müzeye dönüştürdük ve kapısına şunu yazdık. “O kız bu sınıfta üç yıl boyunca öğrencilik yapmıştır”. Rivayete göre kız hafızdı, hatta Lokman Suresi’ni bir solukta ezberlemişti.
Yine, öğrendiğimize göre, en güzel kıssa diyebileceğimiz Yusuf Suresi’nde zorlandığı kadar başka hiçbir bir yerde zorlanmamıştı. Annesi bu sureye balkonda çalışmaması konusunda sıkı tembihler yapmasına rağmen, kız bu inadında ısrar etmişti. Ancak ne yaparsa yapsın bir türlü bal arısı kelimesinin geçtiği ayeti ezberleyememişti veya bu ayeti ezberleme sırası ev ve yurt arasındaki gel-gitlerde sürekli yurtlara denk gelmişti. O meşhur son sahnede ise yıllarca beklediği o müjde zihnine doğmuştu. Ayeti ezberden ve eşkereden okuyunca takdiri-i ilahî bal arılarını içeri almıştı bizi de dışarı. Bu bağlamda yıllarca sabırla beklenen bir şölen havası tahayyül edebiliriz.
Bugünlerde okyanustan mektuplar yazan bir kardeşiyle çölde dolaştığına dair rivayetler buradaki gençlerin arasında abartılı öykülere dönüştürülerek dilden dile dolaşıyor.