İçime ateş düştü, boğazım düğümlendi.
O yazıyı görünce… “27 Kasım 1991, elektrikler kesildi.” Gece de beynim zonkladı. Tarifsiz uğultular içinde kaldı kulaklarım.
Akşamın alacasında ulaşmıştık köye. Dağların görkeminden, güneşin ürperdiği saatler… Arabanın altını taşların delmiş olmasından korkarak çeşmenin başında durduk. Yamaçta taş evler, yangından çıkmışçasına isli. Küçücük pencereler, perdesiz mi yoksa hepsi koyu perdelerle mi kapatılmış? Gün görmüş, yaşamdan yorgun düşmüş kır insanının bilge bakışları asılı kalmış camlarda. Yosun yeşiline dönmüş kiremitler yer yer kırık. Gedik dişli ihtiyarlara benzemiş.
Kayalıklardaki ağaçlar, yaşam için direniyor. İncirlerin bolluğundan yere sürünen dallar toza bulanmış. Çatlayan olgun meyveler tüm anaçlıklarıyla kurtlara kuşlara kucak açmış.
Kimseler yok ortalıkta. Canlılık belirtisi, yalnızca yoldaki taze hayvan pislikleri.
Bizi getiren Selami, köyün içlerine ilerleyerek bağırmaya başlıyor:
“Ahmeeet, Ahmeeet!”
Dağlarda yankılanıyor ses, ormanda yitiyor sonra. Yanıt gelmiyor. Otların arasından hışır hışır böcek seslerine, derinden bir at kişnemesi karışıyor. Birbirimize bakıyoruz. Sevinçten ne diyeceğimizi bilemiyoruz.. Selami el ediyor, o yöne yürüyoruz biz de.
Küçük bir kız çocuğu koşarak geliyor. Ahmet’in kardeşiymiş.
Altı yedi yaşlarında. Ayağındaki kara lastikler bozarmış. Iğıl ığıl tişörtünün üzerinde sapsarı zincirli bir kolye. Keçeye dönmüş saçlarında kırmızı kurdele. Bir gelinin gayret kuşağından yeni kesildiği besbelli. Parlak, bir ucu kertilmiş. Bu ıssız köyde son günlerde bir düğün mü olmuştu? Bu cansız sokaklar, davul zurna sesleriyle mi sarsılmıştı? Bunu düşünmek bile zordu. Soruyorum kıza, “Kurdeleni kim verdi, çok güzelmiş?” Utanarak yere bakıyor. Dudaklarını oynatmadan, “Annem sandıktan çıkardı,” diyor. Demek ki annesi beyaz gelinlik giymiş ve kırmızı kuşak takmış. Kaç yıl önceydi acaba? Yıllar sonra özenle sakladığı kuşağını kızının saçlarına bağlamak nereden aklına geldi? Adını soruyorum, Sevda’ymış. “Sevda, sevda, sevda…” Kadın kocasına mı sevdalıydı, bir kız çocuğu sahibi olmaya mı? Kızının bu adı alınca, güzel bir geleceği olacağını mı ummuştu?
Selami, “Abin nerede?” deyince, “Beygirlere odun yüklemeye gitti,” diyor kız. Bunu da dudaklarını açmadan söylüyor. Sanki sesler burnundan çıkıyor. “Anam, misafirleri al da gel, dedi.”
Kız önde; Selami, ben ve Güliz arkada yürüyoruz bir süre. Örenliğe dönmüş evlerin önünden geçiyoruz. Duvar diplerini ot bürümüş. Sevda, sektirerek yürüyor. Eli kolyesinde. Arada kaldırıp göz ucuyla bakıyor. Belli ki yabancı birilerinin yanına gelirken takmış.
Bahçe kapısı kırık, alçacık bir yapı önündeyiz. Çatı aralarında kuş yuvaları. Sahipsizliği her halinden belli. “Bakın,” diyor Selami, “şu bahçede çay içmesi amma olurdu ha!” Güliz, “Yıllar önce burada kimler otururdu acaba?” diyor. “Kaçı yaşıyordur şimdi?”
Tam karşıdaymış Sevdaların evi. Kız, yüksekçe basamakları çıkmaya başladı bile.
Merdivenin alt başına yalınayak oturmuş ihtiyar adam, “Hoş geldiniz,” diyor. Kalkamayacağını bildiğinden, göstermelik olarak da bunu hiç denemeye yeltenmiyor. Paslı demir gibi duruyor çürük dişleri. Gömleğinin kol ağızları parmak uçlarını da örtüyor. Burnuna konan sinekleri kovup arada eliyle yüzüne yel yapıyor. Bakışları donuk. Gözlükleri dar, çizgi gibi. Simsiyah.
Güleç yüzüyle, orta yaşlı bir kadın duruyor yukarıda. Bakışlarındaki ışıltı bir genç kızı andırıyor. Tiz sesiyle, “Hoş geldiniz, hoş geldiniz,” diyerek sevindiğini belli ediyor. Bu kuş uçmaz kervan geçmez köye yolu düşen her yabancı, köy dışındaki bir dünyadan coşku getiriyor onlara.
Sırayla el sıkışıp sundurmadaki sedire oturuyoruz. Kadın, gevşeyen yemenisini çözüp yeniden bağlarken, “Tekrar hoş geldiniz, nasılsınız bakalım?” diyerek yerdeki minderi kendine çekiyor. “İyiyiz,” diyoruz. Hiçbirimiz onların hatırlarını sormuyoruz. Bizleri görünce gerçekten çok sevindiler.
“Köyünüzde pek kimse kalmamış galiba, kaç hane var?” diyorum, birer birer sayıyor kadın. Muhtar ve kendileri dahil altı hane! Zaten iki evde yaşlı birer kadın varmış. Sevda da köyün tek çocuğu. Nasıl okuyacağını soruyorum. “Ya beş kilometre ötedeki köye gidecek taşımalıyla ya da kasabaya teyzesinin yanına göndereceğiz. Damat biraz huysuzdur. Bakalım artık, bir çare yoluna bakacağız,” diyor.
Umudunu hiç yitirmeyen gözleri sürekli parlıyor. Oturduğumuz sedirin altından, arap kızı desenli, teneke çay tepsisini, sürüyerek çıkarıyor. Bardakların sarı yaldızları tozdan zor seçiliyor. Kadın yan odaya girdiğinde, Sevda da annesinin peşinden gidiyor.
Altta oturan ihtiyar adam gelmedi. Belki varlığımızı bile unuttu. Hava kasvetli. Karşıki dağların gölgesi köyün üstüne düşmüş. Güneş de mi bu köyü zamansız terk ediyor? Temiz havayı bulmuşken ciğerlerimize çekiyoruz.
Kadın, ayranlarımızı sol elini göğsüne tutup eğilerek ikram ediyor. Kapının eşiğinde duran kızına da, “Hadi gel, sen de iç Sevda!” diyor. Kızın yine utanması tuttu, gelmiyor.
Bir köşeye çekilip tepsiyi de önüne koyuyor kadın.
Karşı binanın çatısında, elektrik direğine asılmış yazıyı fark ediyorum o anda.
“27 Kasım 1991 Elektrikler Kesildi.”
Kafamdan titreşim halinde bin bir düşünce geçerken kadın, “Şelaleye mi geldiniz?” diyor. Selami tam, “Evet!” diyecekken “Hayır!” diyorum. Bu dediğime kendim de inanamıyorum. “Yani aslında şelaleye gitmek için geldik de sizin dostluğunuzu görünce... Zaten geç de kalmıştık, daha erken gelmeliydik şelale için, gitmesek de olur...” Kadın çok seviniyor. Bu sevinçle kalkıp ayran bardaklarını topluyor.
Tam benim bardağımı alırken, “Şu karşıdaki yazı nedir?” diyorum. Önce ne diyeceğini bilemiyor, içindeki nefesi boşaltarak, “Bizim Viran’nın işi bu,” diyor. Gözlerinin ışığı gittikçe sönüyor, bardakları içeriye götürüyor, bir koşu.
Selami ve Güliz de gördü. “Çok ilginç, çok ilginç,” deyip duruyorlar.
Gözlerim direkteki yazıya mıhlandı.
Demek ki bu, Viran’ın işi. Viran kim? Yıllar önce kesilen elektrikler, Viran’ı bu kadar etkiledi de, bu yazıyı dama mı astı. Yoksa elektriklerin kesilmesiyle birlikte başka şeyler mi oldu? Bu teneke parçasını, boyayı hemen anında buldu da mı yazdı? Hiç üşenmeden de dama çıkıp elektrik direğine bağladı? Öyle sağlam bağlamış ki yıllardır orada duruyor, yüzyıl bile geçse, yine de duracak gibi.
Kadın geri geldiğinde, bizim, hâlâ Viran’nın yazdığı yazıyla ilgilendiğimizi görünce, açıklama gereği hissediyor ama kısaca... “Viran, benim adamdı!”
Susuyoruz. Çok soru var sorulacak da... Ne demeli, hangisinden başlamalı? Ya da kadına zaman vermeli. Anlatacaksa da.... Anlatmalı, ne olursa olsun anlatmalı. Viran da ilginç bir isim. Kendi ismi mi; yoksa sonradan mı “Viran!” olmuş?
Suskunluğumuz uzadıkça tedirgin oluyor kadın.
Aşağıya sesleniyor.
“Baba, sen ayran içecek miydin?” Belli, laf olsun diye soruyor. Yaşlı adam yanıt bile vermiyor. Çaresiz, yine “Viran”a gelecek söz. Bu kez Sevda’ya, “Hadi kızım, abine bak da gel, fazla yüklemesin atları, birlikte gelirsiniz.”
Sevda, hepimizi bir kez daha süzüyor. Çantamdaki bir paket bisküviyi uzatıyorum. Nazlansa da, aldığı gibi koşup gidiyor. Bacak kadar boyuyla dik merdivenleri öyle bir iniyor ki şehirdeki annelerin çocuklarına gereksiz düşkünlüğü aklıma geliyor.
Kadın sıkıntılı, konuşmaya başlıyor. “Ben,” diyor. “Buraya gelen her yabancının, Viran’dan haber getirdiğini sanırım nedense. Viran, benim Viran, nereden bileceksiniz? İçim öyle demiyor işte. Aha, yaşadığımız köyü gördünüz. Dağın tepesinde. Arabamız neyimiz olmayınca da nasıl inersin kasabaya. Bazen muhtar gider, gönlü olursa beni de alır. Senede ikiyi geçmez bu da.”
Yemenisinin ucuyla, istese de ağlayamadığı, zamanında ağlamaktan kurumuş gözlerini siliyor, alışkanlık...
“Viran, o zamanlar ‘Viran’ değildi. Taa eskilere gidecek olursak, bizim köyde gelinler al yeşil urba giyerlerdi. İlk ben giydim beyaz gelinlik. Tutturduydu, “seni beyaz gelinlik içinde görmek isterim,” diye. Kasabada okumuş ortaokulu. Şehir hayatını görmüş. Dedim ya, o zamanlar daha, Viran olmazdan önce... Mustafa’m bu hallere düşecek adam değildi.”
Duyguları tazelenmişti. Geçmişi hatırladığından, daha anlatmaya bile başlamamışken sesi titrer olmuştu.
Susuyoruz. Yanı başına geçip, ellerimi dizine koyuyorum. İyice cesaretleniyor.
“Yabancım değildi zaten, amca oğlu. O, kasabada okurken, tatillerde köye gelirdi. Ben o zamanlar, bizim Sevda yaşlarındayım. Sonra okuyamadı. Aşağıda babamı gördünüz işte. Mustafa’nın babası, amcam. Daha o zamandan bir dert vermiş ki Allah, ne olduğunu bilemedik hiç. Bayılıp bayılıp gider oldu. Şimdi yaşlandı artık. Bayılmaları azaldı ama erken bunadı.”
Aşağıya, yaşlı adamın hâlâ yerinde oturup oturmadığına bakıyor kadın. Ellerini açıp çaresizliğini savarcasına boşlukta sallıyor. İlk cümlelerle birlikte çıkıyor içinde tuttuğu nefes.
“İşte, o zaman köye geri döndü Mustafa. Hep şehirde kaldı gözü. Asker çağı geldiğinde, beni beğenirmiş meğer, istetti. Konuşmasını bilir, güçlü kuvvetli delikanlı. Eee, akrabayız da... Ben de istedim. İşte böyle evlendik. Askere gideli altı ay olmadı, Ahmet’im dünyaya geldi. Çocukta bir tuhaflık var olmasına var da, benim küçükken doğum yapmama verdi yaşlılar. Babası yok… Yaşlı, hasta kayınpeder başımda… Cahilim, nereye giderim? Kendi anam babam ilgilenseler... O zamanlar ayıptı kız tarafının ilgilenmesi. Oğlan tarafı dururken... Doktora da götüremedik işte. Mustafa da askerden gelince, ha deyince götüremedik gene. Şu anda yirmi iki yaşında Ahmet’im. Beş yaşındaki çocuğun zekâsında kaldı. O da bazen işlemiyor. Ne diyeyim işte, bacım.”
Dalgın, gözleri yerde. Eski dokuma kilimin bir ucunu kıvırıp duruyor. Pislikten rengi kaçmış, kısa püsküllerini düzeltiyor ardındın. Birkaç yerinden delinmiş, rengârenk jarse şalvarına yapışan ot, çöp, iplik eline ne gelirse toplayıp parmaklıkların arasından aşağıya atıyor. Kirli ayaklarına gidiyor gözü bir ara, paçalarını çekiştiriyor, uzatmak için. Bu konuşma kesilmesin istiyoruz. Çıt çıkmıyor. Dizine koyduğum elimi yavaşça bastırıyorum. Aldığı derin soluk ıslıklaşarak çıkıyor.
“Sözü Viran’a getirecektim. Bizde olaylar çoook! Viran, bir gecede ‘Viran’ olmadı ya bunu demek isterim. Lafı uzatmayayım, Ahmet’im böyle oldu. Kader, neylersin? Bak yıllar sonra kıt akılla da olsa evimin direği...”
Yaşlı adamın hiç sesi çıkmazken varlığını hissettirmek istercesine, “Kız geliin, susadım,” diye seslendi. Arkasından bir öksürük nöbeti tuttu ki gelinle birlikte Selami de koştu gitti. Adam sakinleşince döndüler. Kadın, adamın duyamayacağı kadar alçak sesle, “Bunun da bir faydası yok ya, ne edersin bu dağ başında karşıdan gören adam sanır hiç olmazsa.”
Kadın, yıllar önceki hikâyesini anlatacak, onun derdini dinleyecek birilerini bulmanın da erinciyle, içine gömdüğü ama artık varlığına katlanamadığı dertlerini anlatmaya devam ediyor.
“Köylü çok laf etti beyni hasarlı çocuk doğurdu diye, ne yalan söyleyeyim, Mustafa’m kapattı ağızlarını. Sonra Necat’ım dünyaya geldi. Nur topu gibi, gözleri ışıl ışıl bir çocuktu. Akıllıydı da. Babasının eli ayağı oldu. Kır işine, hayvanlara hep babasının yanında koşar oldu. Karşıki bina köyün kahvesiydi. Mustafa’m işletirdi. Yine yanında Necat’la. Nazara geldi yavrum. Bu kadar güzel çocuk anası olmaktan övünürdüm de.”
Selami ve Güliz birbirlerine baktılar. Az önce, bahçesinde oturmanın keyifli olacağını düşündüğümüz binaya bir kez daha bakmak için yerinden kalktı Selami. Tahta tırabzanlardan sarkarak çevrede gezdirdi gözlerini. Tozlanan ellerini belli etmeden pantolonuna sürerek oturdu yerine. Şaşkınlık okunuyordu yüzünden. Birkaç kez bu köye geldiğini söylemişti. Ahmet götürürmüş patika yollardan şelaleye. O da böyle bir hikâye beklemiyordu anlaşılan.
Kadın Necat’tan söz ederken gürleşiyor sesi. Göğsü kabarıp kaplan kesiliyor.
“Babasıyla ormana odun kesmeye gittikleri bir gün, akşamın karanlığına kalmışlar. Önlerine dev gibi bir ayı çıkmasın mı? Bizim buralar dağlık. Tüfeksiz zaten gezilmez. Hele karanlıkta vahşi hayvanlar parçalar Allah korusun. Nasıl olduysa olmuş işte, Mustafa’m ayıya ateş etmiş. Ayı geldikçe geliyormuş üstlerine, yaralı da olsa. Boşaltmış bütün mermileri o da. Hem gerisin geriye gidiyor hem ateş etmeye devam ediyormuş. Sonunda ayıyı öldürmüş öldürmesine de…”
Birden durdu kadın. Kurumuş göz pınarlarından gelen birer damlayı elinin tersiyle sildi. Şaşırmışçasına ıslanmış elini uzaklaştırıp şöyle bir baktı. Daha fazla ağlayabilmek için biraz zorladı. Yok, gerisi gelmiyordu. Burnunu çekti. Kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
“Saçmalardan ikisi Necat’ıma denk gelmiş. Necat’ım babasının kucağında geldiğinde sapsarı kehribar kesilmişti. Bahçenin ortasına yatırdı Mustafa’m. Avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. ‘Elektrikler kesildi, elektrikler kesildi.’ Bunca yıllık kocamdan korktum ben. Ortada yatan Necatım’a mı yanayım, Mustafam’ın bu hallere düşmesine mi, bilemedim.”
Anlattıkça olayları yeniden yaşıyor, mimikleri, içinde kopan fırtınalarla şekilleniyordu. Donup kalmıştık. Tabeladaki tarihin tam da o tarih olup olmadığını düşündüğüm anda. Sanki sezmiş gibi...
“Daha o gece, bu yazıyı yazıp asmış Mustafa, dama. Tarihi doğrudur. Yaşasaydı yavrum… On yaşındaydı öldüğünde, hesap et işte...”
Kısık gözleri, karşıdaki yazıda. Umutsuzca başını sallıyor. Bu kez dağın büyük gölgesi kadının yüzüne düşmüş. Dudaklarını pembe bir titreme alıyor.
“Sonrası, Necatım’ı toprağa verdik.”
Kadının dizinden, eline kaydırıyorum elimi. Dostça sıkıyorum. Anlatmaya başladığından beri ilk kez gözlerime bakıyor, gözlerimize... İçindekileri anlatmanın verdiği rahatlık geliyor yüzüne, aydınlanıyor.
Bu kez fısıltıya dönüyor sesi, daha sakin.
“Köylü, ‘Adam yıkıldı, viran oldu.’ diye diye adı, ‘Viran’ kaldı. Jandarmalar anlamış zaten halini, akıl hastanesine yatırmışlar. Arada iyileşir, gelirdi. Bazen de biraz iyi olduğu görülünce izinli çıkardı. Buraya gelmediği de olurdu. Nereye gider, ne yapardı, bilinmez. Mezarlığın başında bulurduk kimi zaman, kuşları kovalarken. Kuşlardan bile zarar gelsin istemezdi Necat’ıma.”
O arada bahçeye odun yüklü iki at girdi. Kadın, fırlayıp indi aşağı. Birer hamlede aldı odun yüklerini. Atları bağladı. Bir kucak odunla çıktı yukarı. Köşedeki ocaklığın başına koyarak üstünü silkeledi. Ahmet ile Sevda geldiler sonra. Ahmet’in üzerinde asker giysileri. Üstelik komando. Kadın, “Hadi elinizi yüzünüzü yıkayın da öyle gelin, bak misafirlerimiz var!” diye seslendi.
“Sevda’nın babası da Viran mı?” dedim. “Viran ya, başka kim olsun,” dedi, sürdürdü, “Yine biraz iyileşmişti, birkaç ay kaldıydı burada. Gebe kalmışım. Geldi mi, hiç gitmeyecekmiş gibi gelirdi bana. Aynı ev, aynı ortam… Geçmişi hatırladıkça depreşirdi yine derdi. Götürür, yatırırdık.”
“Peki şimdi nasıl?” dedim. Boşlukta kaldı bakışları. Fısıltıyla, “Artık yok,” dedi. “Nasıl yok?” dedim gözlerimle. Fısıltısını daha da kısmaya çalışarak, “İki yıldır ne hastanede bulabildik ne de başka yerde, yok!” dedi. “Yine de muhtarla giderim arada, ziyaret ederim Viran’sız hastaneyi.” O sırada çocuklar da geldiler. Belli ki, Ahmet ile Sevda, babalarının hâlâ hastanede yattığını sanıyorlardı.
Ahmet’e takıldı Selami, “Ne o Ahmet, asker mi oldun?” Ağzından taşan köpükler ve burnundaki hırıltıyla, “Almadılar beni, bunları komutan hediye etti.” Selami, “Şapkan nerede?” diye sürdürdü konuşmasını. Ahmet kısa kesti, “Yasak!”
Kadın tekrar geçiyor iç odaya. Tencere, tabak sesleri geliyor, belli ki yiyecek bir şeyler hazırlayacak. Selami ile Güliz, Şelalede yemek için hazırladığımız piknik sepetini almaya gidiyorlar, arabanın bagajından.
Ben, kadının arkasından giriyorum mutfak olarak kullandığı odaya. Arada bir kapı daha var, diğer odaya açılan. Kapalı değil…Tam karşıda çift kişilik bir yatak. Üzerinde beyaz etamin üzerine kırmızı iplikle işlenmiş yatak örtüsü. Yatağın başucunda asılı beyaz gelinliğin etekleri görünüyor, üzerine turuncu çizgili çarşaf geçirilmiş. Kırmızı kuşağın kesilmiş yarısı çiviye ardılmış, sarkıyor.
Başka ayrıntılara bakmaya yüreğim elvermiyor, ara kapıyı usulca kapatıyorum.
“Yanımızda yiyecek her şey var; yalnız az önceki ayran çok güzeldi, yoğurt varsa biraz daha yapsak?” diyorum.
Kadın çevik bir hareketle, poyraz penceresinden aldığı yoğurt bakracını elime tutuşturuyor. “Adın neydi senin?” diyorum.
“Yıllardır adımı soran da olmadı, adımla seslenen de. Mustafa’m bana ‘Gülüm,’ derdi.”
“Bana bir çukur kâse ile kaşık verebilir misin, Gülüm?”
diyorum, boynuma sıkıca sarılıyor. Sarsıla sarsıla ağlamaya başlamışken utanarak uzaklaşıyor. Islak gözlerinde gizleyemediği coşkuyla bakıyor.
Titrek, sevinçli bir fısıltıyla dökülüyor dudaklarından:
“Hemen Ablacığım!”
(VİCDAN EFE, TAMBUR AĞITLARI, ŞENOCKA YAYINLARI, İZMİR 2008)