Menu
GÜL MIZRAP
Öykü • GÜL MIZRAP

GÜL MIZRAP

Bir yumak inci, parmaklarının arasından aynanın önünde duran teneke kutunun içine aktı. Artık bir ağaç kabuğunu andıran avuçlarını onların üzerine kapadı. Taksim beklemelerinde tek tek parmak uçlarıyla parlatılan bu bal tanelerini yoklayıp, "Hem eskisi kadar parlamıyorlar." diye düşündü. Sabahın çok erken bir saati. Musaver hanım, (biz de onu merhum Ekrem Paşa'nın çağırdığı gibi çağıralım) Musko son yıllarda çok az uyuyor. Zamanının çoğunu uykuda harcamama düşüncesiyle değil, hayata bağlılığını göstermek için hiç değil. Musko son yıllarda uyuyamıyor. Her sabahki gibi aynaya bakmadan aynanın önünde oturdu. (Nedenini bilmediği bir bekleyiş demek daha doğru olur.) Teneke kutunun üzerindeki çayır resmini ve pembe şemsiyeli kadını, yüzünde ne sevgi, ne sevgisizlik olmadan seyretti, inci kolyesini ağır ağır kaldırdı, boynuna taktı. Beyoğlu'nun elalığıyla meşhur Musko'su, yeni bir güne böyle başladı.
Musko, balkonda oturmaya bayılır. Pencere kenarlarında büyüdüğünden alışıktır ışığa. Yoksul sesiyle hazin bir nihavendi mırıldanmaya başladı yine bu sabah. Çarçabuk kavrardı duyduğu bütün şarkıları Zefir radyolarında, şimdi ise değil sesi, aksak adımları bile zor uyuyor nihavent makamına. Balkon korkuluğunun yanındaki iskemleye ilişti ve,
"Eskisi kadar rahat değil bu yeni marokenler..." diye düşündü.
Ankara'da bir kış sabahı. Gün, yalnız bu evin balkonunda başladı. Ankara uykuda. Soğuğa aldırmadan, Beyoğlu'nda elalığıyla meşhur Musko, inci kolyesi ve sızılı sesiyle sahipsiz bir sarmaşık gibi kuruldu tahtına.
"Kimbilir kaç yıldır oturuyorum bu balkonda, yüz yıldan beri mi? Kalbimde birini karşılama sevincini kimbilir kaç yıl¬dır duymadım, yüz yıl oldu mu? Yakında bahar gelecek ve ben yine bu balkonda oturup, yine bu kuru bahçeye bakarak, terennümle toplayacağım hatıralarımın menekşelerini. Kimbilir kaç yıldır söylüyorum bu şarkıyı, dünden beri mi? Dün ne zamandı?"
Musko, Ekrem Paşa'nın ölümünden sonra kalamadı İstanbul'da. Ankara'ya yerleşti. Kısa sürsün istiyor bu sürgün. Beton balkona eğreti ilişmiş inci kolyeli kadın, kısa sürsün diye dua ediyor bu son sürgün.
"Ne dersin kızım, birbirimizden maada kimsemiz olmadığı doğru değil mi? Dur bakayım, neden büktün boynunu?"
İki adım ötesinde kurumaya yüz tutmuş bir kaktüs, balkon demirine dayanmasa devrilecekti. Musko eğildi, onu dinledi.
"Demek bu sabah da aynı soru. Gövden hiç de kalın ve çirkin değil. Derindeki suya erişmen için bu şart. Efendim? Şimdi de neden diken içindeyim diye mi soruyorsun?"
Engin bir saygıyla kaktüse doğru eğildi. Elinden gelse onu her zaman sıcak olan göğsüne bastıracaktı.
"Bak sorduğun şeye... Tabii ki vahşilerden korunmak için kızım. Gelinlerin başına da taç koyarlar, tacın kenarı seninki gibi dikenlidir. Korusun diye gelinleri. Ablamın da düğün gününde başındaydı tacı... Sonra düğünden caydı, mendireğe koşmuş, suya atmış güzelim tacı... Öyle olmuştu galiba. Konuş benimle kızım, hiçbir şey saklama benden. Bir hususta istidadın varsa açıl bana. Sonra bir gün gergef işlemek için geç kalmış olabilirsin ya da bakarsın ki, ud çalmak istemiyor sen aşıkken parmakların..."
Gülkurusu atlastan sabahlığına sarındı ve upuzun bir an, kulaklarında acıyla dalgalanan udu dinledi. Yalnız ölüm döşeğindeyken ve yalnız ablasına vereceği büyük sırrını, karşısında duran kurumuş kaktüse fısıldamak için yüreği yandı. Sadece ölüm döşeğinde söylemek için kendine yemin etmişti. Ama vakti denk düşmemişti. Hayalini kurduğu gibi ellerini ince parmaklarıyla sıkan ablası olmayacaktı başucunda.
"Katlanırdım senin kısık gözlerinin verdiği acıya. Abla, abla... Dünyada senden daha zavallı insanlar da var demiştin bana. Ama ben o zavallıların en tesellisiziyim..."
Ayağa kalktı. Otuzbeş yıl öncesinin mülteci buluşmalarından geriye kalan, gül dalından mızrabı bulmak için sendeleyerek odasına yürüdü. Düşmemek için kapıya tutundu, tekrar oturdu iskemleye.
"Kuruma n'olursun kızım..." diye mırıldandı. "Benim ölülerin arasında yerim yok. Sen kurursan, canlıların arasında da yerim kalmayacak. Yaşayamıyorum ve ölemiyorum kızım, kuruma..."
Gözyaşları yanağını yakarak ağzının kenarındaki derin izlerde kayboldu. Azıcık saçlarını geriye attı, çenesi titredi. Onun dünyaya dair bağları uzun yıllar önce esneyip, gevşemişti. Ancak gergin olan bir bağ kopabilir, Musko bu yüzden Ölemiyordu. Cebinden çıkardığı kenarı mavi kukayla işli ipek mendile yanaklarını sildi. Parmaklarıyla mendili küçük küçük çekiştirirken, gözleri bir boşluğa daldı.
"Ne zaman biter abla? ne zaman kesilecek, bitip tükenmeden acılarıma akan çağlayan? Bu ne ağır mağlubiyetmiş, bir lahza unutmadım? Kapılarımı sıkıca kapatıyorum da pervazlarımı nasıl parçalıyor o sedef ud? Hala gölün üstündeki su ürperir gibi sızlatıyor içimi o gül mızrap. Ne büyük bir suçmuş bu abla, derin uykuların ıstırabını yaşattı bana uyanıkken..."
Bir boşluğa takıldı kaldı. Hafifçe soluyarak başını demir korkuluğa dayadı. Mendilini yere düşürdü. Yüzü, soğuk bir güneşle bezendi, dudaklarında duru beyaz bir gülüş belirdi. Yavaşça bütün sınırlar üstüste yıkıldı, çiçekbozuğu sayfalara yazılmış hatıralar yakıldı. Uzun zamandır beklenen sessiz yenilgi geldi, karşısında durdu.
"Benim yüzümden mi attın o güzel tacını suya ablacığım? O kısık gözlerinle tek bir kelime bile etmedin ama beni affet¬medin. Ve kalbim, yıllarca, affımı reddettiğin anın iştiyakiyle dolanıp durdu."
Soluğu göğsünde asılı kaldı.
Gülkurusu atlastan sabahlığı, mülteci buluşmaların acılı günahkarı; merhum Ekrem Paşa'nın zevcesi Musko'nun yüreğinden akıp giden bir nihaventte eridi, ayrılık izdırabı.
(1979 / Şubat)

(*)Yeşim Dorman (Müderrisoğlu), Merdivenaltı, İletişim Yayınları, İstanbul 1991, ss: 51-55