Başını kaldırıp gökyüzüne bak! Orada kendi göğ yüzünü göreceksin. Korkma! Hadi kaldır. Kaldır, daha yükseğe. Çünkü son kez göreceksin yüzünü…
Birden korkuyla irkildi, kalktı yataktan. İki eliyle yüzünü kapatıp rüyasına anlam aradı.
“Orada kendi göğ yüzünü son kez göreceksin!”
Umut, uzak yıldızlardan gelen bir ziya, acılarsa tarifsizdi. Yeniden başlıyordu her şey. Aynanın karşısına geçti. Yüz yüze geldi kendisiyle. Aynada gördüğü, kendine hiç benzemeyen o münzevi gözlerden kaçırdı kendini. Daha önce de defalarca yaptığı gibi, sağ elinin parmaklarını gezdirdi yüzünde. Sonra o parmaklar sağ kaşının üzerindeki yaradan hızla geçti. Acıyı hissetti yine de.
Bugün küçük saksısında sıkışmış, katmerli mor çiçekler açmış bir Afrika menekşesiydi.
Geçen günler ona, yılların bile hiçbir hükmünün olmadığını öğretmişti. Şimdi boşa harcanmış bir ömre hayıflanıyordu. Bu onu daha aceleci yapıyor ve üzüyordu. Oysaki yapacak daha ne çok iş vardı. Ama nafile. Koca ve hoyratça harcanmış bir ömürden geriye, zamanın berkittiği bir kalp, derine düşmüş bir çift göz, teninde derin yarıklar ve belli belirsiz morluklar kalmıştı.
Birkaç zeytin koydu tabağına. Pencerenin önüne çekti sandalyesini. Elinde çaydanlık vardı. Gözü yağan karın altında servis bekleyen çocuklara takıldı.
“Çoğu daha uyanmamıştır bu yavruların.”, diye söylendi. Büyüdüklerinde onları da kendi akıbetine benzeyen bir son mu beklemekteydi! Yarı uykulu, oyunlarla geçen bir çocukluk, sonra bulanık bir sel gibi etrafını yıkan ilk gençlik çağları... Küçük isyanlar, büyük isyanlar, tavır koymalar, kimlik arayışları, ilk aşklar... Sonra bir sabah uyandığında artık büyüdüm sanmalar... Bu yollardan o da geçmemiş miydi? Birden irkildi. Çay bardağı taşmış, beyaz mermerin üzerinde kendine bir yol çizerek akıyordu.
‘Kendinden çıkan, tavrını koruyan bir yol çizmek ve akmak!’ dedi ama kimse duymadı onu. Önce refleks olarak kaldırdığı çaydanlığı tekrar bardağın üzerine eğdi, sanki bu fikrini selamlar gibiydi...
Çocukluğu, komşu kızlarla beş taş oynadıkları eski mahalleler, ilk gençliğinde gittikleri yazlık sinemalar geçti gözünün önünden. Akşam serinliğinde, tozmasın diye matineden az evvel sulanmış sinemanın ön koltuklarında yer kapma telaşları, bozuk bir hoparlörden çıkan anlaşılmaz ve dağınık sese aldırış etmeden filmi içselleştirdikleri ve ondan bir parça oldukları günler geldi aklına.
Nasıl da sonunu önceden bildikleri bir aşk hikâyesi için içli içli ağlar, esas oğlanın attığı bir yumruğu deliler gibi alkışlarlardı. Sonra matine aralarında sucuk ya da çemen ekmek yemek hatırlanası güzel günlerdi.
O sinema akşamlarında neşeden yarı sarhoş, salına salına eve dönerken, gazete kâğıdından külahlara konulan sütle kavrulmuş kabak çekirdeğinin keyfi de bir başkaydı.
Bu dönüşlerde kimi kızlar Belgin Doruk’tan, kimi Türkan Şoray’dan rol çalar, yüksek topuklu ayakkabılarıyla yürüyüşleri değişirdi. Aslına bakılırsa apartman topuklu ayakkabılar, topuz yapılmış saçların ön tarafı açık bırakılarak bağlanmış eşarplar ve üzerlerine sinen ağır çemen kokusu yaşantılarındaki alaturkalığı ne de güzel anlatırdı.
Erkeklerse ayrı bir dünyaydı. Bu sinema geceleri neredeyse günlerce sürerdi. Yastıklarına başlarını koyduklarında göz tavana dikilir ve filmin en güzel sahneleri bir de tavanda seyredilirdi. O an yüzlerdeki tarifsiz haz resmedilebilse ne ölümsüz ifadeler çizilirdi.
Bu matinelere, günler öncesinden dolmalar, sarmalar, poğaçalar yapılır, et suyuyla çemenler karılırdı. Eğer bunlar yapılmazsa, sinemanın önünde tezgâhını açan arabacıdan alınan turşunun yanında yenen içli ketenin de tadı bir başkaydı. Kimi haylaz çocuklar yerlere yatar, bağırır çağırır, illaki alınacak o kete! Anneler baş edebilmek için çocuklarını çimdikleyerek azarlasalar da, dayanamayıp yine alırlardı o keteden. Anne yüreği işte, ama söylenmeye de devam ederlerdi. “Ömrü kesilmeyesice, evde ye dersin yemez, burada rezillik çıkaracak ya, kıymete biner kötü kete” der dururlardı.
Kimi akşam ansızın bastıran yaz yağmurlarına yakalanırlardı. Herkes kaçacak bir yer ararken onlar ellerini ve ağızlarını göğe açarak oldukları yerde dönerlerdi. Sonra bazı gençler onlara katılır, ağızlarıyla yağmur tutarlardı.
Hepsi yaşanmış ve bitmişti işte. Şimdi yapayalnızdı. Aylardır çocukları kapısını çalmamıştı… Hüzünlüydü. Bu sabah nereden dolanmışsa diline: “Mümin çile terzisidir, ateşten gömlek biçer.” diyordu.
O camdan dışarıya uzun uzun bakarken, camın önünde duran fotoğraf albümü kayarak düştü. Resimler saçıldı her yere.
Durakta servis bekleyen kız döndü, el sallayıp, öpücük gönderdi. İkisinin de yüzünde eşsiz bir gülümseme belirdi. Titreyen eliyle, önce gözlerinin sonra camın buğusunu sildi.
O, eski fotoğraflardan, anılardan ve ona el sallayan çocuklardan yeni bir dünya inşa etmişti kendine. Huzurevinde yalnızlıkla ancak böyle baş edebilirdi.