Menu
BİR SALKIM ÜZÜMLE GELEN
Öykü • BİR SALKIM ÜZÜMLE GELEN

BİR SALKIM ÜZÜMLE GELEN

Bugün iş çıkışı semt pazarına uğrayacağım. Uzun zamandır pazara gidemedim. Havada üzüm kokusu var, üzüm alacağım, balkonda büyük bir keyifle, koklaya koklaya yiyeceğim. Bahar ne güzel bir mevsim… Bitkiler, ağaçlar, hayvanlar bütün börtü böcek taze nefes alıyor sanki. Hatta hava bile derin derin soluyor. Pazarda bağırmak yasaklanalı beri, sessiz sakin, sebzesiyle meyvesiyle ilgilenen, insana ilişmeyen pazarcılarla alış veriş daha hoş. Gözüme kestirdiğim salkımları koyduruyorum kese kâğıdına. Biraz da can eriği. Fazlasını taşıyamam, çağımızın meşhur hastalıklarından fıtık benim de başımın belası.İyi ki taşınmışız buraya, Yenimahalle sakin bir semt, seviyorum sükûneti. Araba korkusu olmadan dalıp düşünerek yürümek dinlendiriyor beni. Gün boyu biriken stresim yürüdükçe dökülüyor her adımımda. Bugün her şey güzel görünüyor gözüme.

Balkonumuz biraz küçük ama olsun, demirlerine kadar uzanan çam ağacının salınışı bile öyle hoş ki, yanındaki huş ağacıyla sohbet ediyorlar her rüzgâr sesiyle. Elimde üzüm salkımı katılıyorum onların fısıltılı sohbetine. “Oğlumu özledim…” deyiveriyorum heyecanla. “Gözümde bir salkım üzüm oldu…” derdi babaannem, özlemlerini dile getirmek için. Buğulu, ferah, başka hiçbir nesnede olmayan yeşil rengi ve tatlı taneleriyle bir salkım canlanırdı zihnimde. Bu sözü en çok yaza doğru söylemeye başlardı babaannem, ta ki amcamlar yazın memlekete gelesiye kadar. Amcamlar bana göre de üzümdü artık, çünkü çocuk belleğimin kayıtlarında öyle yer etmişlerdi. Babaannem ilk ne zaman söyledi bilmiyorum, belki ben daha doğmadan da söylüyordu kim bilir.

Amcam o zamanlar ailenin üniversite okuyan tek bireyi olarak sayılıp sevilirmiş. Bu saygıyı ve sevgiyi elde etmek hiç kolay olmamış. Dedem zorla mahalledeki ortaokula göndermiş amcamı. Sınıfta kalınca da kaç kez anlatılmış olsa da miktarı hiç telaffuz edilmeyen, ‘adamakıllı’ denilip geçiştirilen bir dayak yemiş dedemden ve evden kaçmış. İstanbul’a gitmiş, oraya daha önceden yerleşen hemşerileriyle irtibat kurup iş bulmuş. “Ali amca, velim oldu, gidip okula yazıldım.” diye anlatırdı amcam. Birkaç arkadaşıyla bir oda kiralamışlar. Oda? Ev değil oda… Hem çalışmış, hem okumuş. Bir musibet onca nasihatten daha çok fayda etmiş. Dedem,  ancak birkaç ay sonra bulabilmiş amcamı. Hulusi Kentmen’in ikizi gibi olan dedem Halit Ağa, zamanın pehlivanı, varlıklı bir esnaftı o zamanlar. Okumaya değer veren, okumuş adamı el üstünde tutan biriymiş. Amcamı bulunca onun derme çatma düzenini hiç bozmadan geri dönmüş. Hatta onun bu gariban hali gizliden hoşuna bile gitmiş, fazla bir maddi yardım yapmamış. İnsanlar kimi zaman kendilerine karşı iyi olunmasından iyilik yapılmasından hoşlanmazlar, kendi kendilerine var olma savaşı onları daha güçlü yapar.

Üniversite öğrenciliği sırasında evlenen amcamın hanımı Müjde Ar’a benzetilse de çocuk muhayyilemizde bize daha güzel gelirdi. Çocuklar surete değil, gönle bağlandıkları için çok severdik yengemizi. Her yaz tatilinin kavurucu sıcaklarında, serin buğulu bir üzüm salkımını özler gibi babaannemle beraber biz de hasretle beklerdik amcamla yengemi. Bazen balkonun demirine konan saksağanları postacı yerine koyar “Haber var!” derdi babaannem dişsiz ağzıyla gülerek, gülünce çok tatlı olarak. Kız kardeşimle ben bilirdik haberin amcamlardan olduğunu. Babaannemin bu masalsı oyununa, gönüllü olarak katılırdık. Çok sürmez amcamlar da gelirdi.

Mahallemizde hiç görülmemiş, süslü başlıkları olan kurşun kalemler, boyalar, boncuklu tokalar ve topuklu terlikler getirirlerdi bize. Annemin gizlice giydiğimiz dönemin modası apartman topuklu ayakkabıları da rahat ederdi biraz.

Ay ışığının, gecenin, yıldızların güzelliğini o vakit henüz anlamasak da bir arada olmanın adsız neşesini, balkonda annemin yıkayıp getirdiği su damlacıkları hâlâ üzerinde küçük mumlar gibi duran üzümleri, yıldızlara bakarak yerdik. Yengem İstanbul’u, komşularını, denizi anlatırdı. Ara sıra kanımızı emen sivrisineklerden en açgözlüsünü yakalayıp şeffaf karnındaki bir damlacık kırmızı kanımızdan ne anladıklarını sorardık. Annem “Öyle yaratılmışlar.” derdi. Sivrisineğin üzümün enfes tadından mahrum oluşuna üzülürdük. “Şükredin halinize!” diyen annemin dilinde koca kitapların anlatmaya çalıştığı onca şey, kısa bir cümleye dönüşüp bir lamba gibi karanlık odamıza sızardı geceleri. “Uyuyan büyür.” derdi bizi yatırırken. Abla olarak kardeşine örnek ol, demeyi de unutmazdı. Abla olmak güzeldi de neden yanlarında oturacak kadar büyükten sayılmıyordum anlamazdım. Hem bir an önce büyümek isterdik hem de uyumamak… Yengem fincanlarla balkona giderken yine kahve içip fala bakacaklarını ve yalnız kalmak istediklerini anlardım. Bunu söylemezlerdi, çoğu şeyi söylemezlerdi zaten, ama anlardım. Aylardır evde olmayan babamın nerede olabileceğini anlamak için fallardan medet uman anneme üzülürdüm. Çocuklarına dair her bir şeyi bilen annem, babama dair hiçbir şey bilmiyordu. Dedem babamı aramaya gitmiyordu,ben doğduğumda da anneme küsüp bir kez daha gitmiş yaramaz babam. O zaman dedem arayıp bulmuş. Şimdi ayağı sakat olduğu için gidemiyordu. Dedem her alanda adını duyurmuş bir kahramandı gözümde. Askerde çavuş, sporda pehlivan, çevresinde ağaydı. Okul ödevlerimizde yardım edecek kadar da bilgili. Ne zaman öğrenmişti bunca şeyi? Ne kadar büyüktü dedem, bir de babamı bulup getirseydi… Babam da kendisi dönecek kadar büyüseydi…

Babaannem, ilk defa o yaz babam için de “Bir salkım üzüm oldu gözümde.” deyip bize sarılıp ağladı. O yaz, babaannemin boyu daha da kısalmış gibi göründü gözüme. Ağlarken sarıldığında aynı boydaydık. Annem sonradan “Boyun uzamıştır.” demişti. Kız kardeşimin “Şiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiişt!” sesiyle ağlamayı kestik, balkon demirindeki saksağanı gösterdi. Babaannem sevindi “Haber var, gelecek!” dedi. Gözlerimiz ışıl ışıl anneme koştuk, yengemin valizlerini hazırlamasına yardım ediyordu. Babaannem “O gelecek!” diyordu, saksağan gelip öttü işte gelecek, diyordu. Amcam “Mesaim başlayacak anne.” diyordu. Yengem “Dinlenmeye toparlanmaya zamanımız olsun.” diyordu. Babaannem laf anlamaz yaramaz bir çocuk gibi ısrar ediyor, babamla amcam gitmeden görüşsünler istiyordu. Değil mi ki yılda bir görüşülüyordu, birkaç gün geç gidip abisini görmeliydi. “Hurafe bunlar hanım, bırak işinden olmasın.” demişti dedem. Babaannemin yalvarmalarıyla biletlerini iki gün ertelediler. Yengem bize hurafenin ve mesain ne olduğunu anlattı. Hurafe’li mesai’li cümleler kurup konuştuk kız kardeşimle, annemle yengem gözleri yaşarıncaya kadar güldüler. Allah ağlatmasın, diyerek gözlerini sildiler. Yanaklarındaki yaşlar üzüm taneleri kadar büyüktü. Kelimeler olmasa da ağlayacak kadar hüzünle dolu olduklarını anlıyordum.

Ertesi gün babam geldi, evde yine bir bayram havası. Meğer dedem buldurmuş babamı. Evden kaçan bu koca çocuğa küsmüş dedem, elini öptürmedi, bir süre hiç konuşmadılar. Amcamlar annemin onlar daha gelmeden onlar için hazırladığı ev salçası ve fasulye konservelerini alarak gittiler. Yeniden bir üzüm görüntüsünü de zihnimize bırakarak… O yıl ortaokula başlayacaktım. Yazın geri kalanı çanta, forma, eşofman beğenmekle, okul kaydı için uğraşmalarla geçti.

Balkonda yaz güneşine nazır küçük masamda buğusuyla bir küre bilgiçliğiyle duran üzüm, özlemekti. Çocukluğumda fark etmeden zihnime nakışlanan özlemin sembolü… Semt pazarından aldığım, bu sarı yeşil arası rengiyle beni çocukluğuma götüren üzüm, özlemlerin somutlaşmış hali gibiydi. Uzun saçlı oğlum bir salkım üzümdü gözümde, şimdi İstanbul’da üç arkadaşıyla kaldıkları evde ne yapıyordu acaba? Müzeyyen Senar dinlerken yandaki dut ağacına konan saksağan sevindiriyor beni. “Gelecek!” diyor çocuk yanım. Yakında gelecek. Birazdan dernek toplantısından gelecek olan eşime anlatsam saksağanı “Hurafe bunlar hanım.” der eminim. Erkekler daima histen yoksun, salt gerçekliklerle hayatın yalnızca kıyısına değerken; kadınlar yaratılan her şeyle iletişim kurarak hayatın bizzat içindeler. Hem de tüm zerreleriyle her sese her kokuya her bir ayrıntıya anlam katarak içindeler.

Telefon... Radyoyu kısmadan açıyorum, oğlum… Final haftası öncesinde üç günlüğüne gelmek istiyor. “Tabi.” diyorum, heyecanımı gizlemeden. Müzeyyen Senar “Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime…” diyor. Ben altın küre gibi geçmişi gösteren üzüm salkımında babaannemle beraber, kısacık kadife saçlarıyla yerde emekleyen oğlumu görüp gülümsüyorum. Yanaklarımdan şeffaf üzüm taneleri kayıp gidiyor...