Doğuştan balıkçıydı. Misinayı oltaya sarıp ucuna kurşun bağlamayı çok küçük yaşlarda öğrenmişti. Balık tutmak, daldan elmayı kopartmaktan daha kolaydı onun için ama derler ya, nasip... Nasibinde ne varsa onu kovasına yüklenip gelirdi yemese de.
Pek hayvan sever olduğu söylenemezdi. Çocukken duvara konan karasinekleri şeffaf bir kutunun içinde hapsedip onların havasızlıktan ölmesini izler, daldan dala konan kelebeklerin kanatlarını koparır ve yerde gördüğü karıncaları ezmekte tereddüt etmezdi ama balık deyince akan sular dururdu.
Denize âşıktı. Mavi rengi kutsal bellemiş, uğurlu saymıştı. Rüzgârları tanırdı. Dalganın rüzgârda nereye kadar yükseleceğine dair bahse bile girerdi. Karayelin kar getireceğini, poyrazın fırtına yaratacağını, lodosun azının yarar çoğunun zarar olduğunu yaşadığı onca tecrübeden sonra öğrenmişti.
Denizi bildiği gibi balıkları da iyi tanırdı. Havaya göre istavriti, akıntıya göre mezgiti, sıcak ya da soğuğa göre hamsinin nereye sığınacağını sezerdi. Denizkestanelerinden ve midyelerden yem yapardı. Bazı zamanlar ekmek içi kullanırken bazı zamanlarda kaya balıklarını oltanın ağzına takardı.
Sarı renkli oltasına ‘’Şampiyon’’ adını vermişti. Eski oltayı - çoktan miadını tamamlamasına rağmen- elinden bırakmazdı. Bir kaç tane daha oltası vardı ama Balıkçı, en çok bu sarı renkli oltasını severdi. ‘’Tam elime göre‘’ derdi. Oltayı denize sallamadan önce bir ‘’Bismillah’’ çeker oltayı başını üzerinden savurup denize atardı. Kurşun dibe battıktan sonra beklerdi, ne ki olta başını oynatınca Balıkçı, telaşlanmadan usulca su altı dünyasından balığı koparıverirdi. Kıyıya çıkardığı balığın can çekişmesine dayanamadığından balığı hemen su dolu kovasına atardı. Balık kıvrılır, sağa sola ötelenir ve hayatının son noktası olan anları beyaz kovanın içinde soluma sıkıntısı çeke çeke bitirirdi. Balık bir kaç dakika içinde ağzından köpükler çıkararak can verirdi. Hayvanın ölmesine emin olamayan Balıkçı, asla kafasını kesmezdi. Mutlaka ölmesini beklerdi. Can çekişen balığın kafasına bıçak vurmak hiç tarzı değildi.
Balıkçı sahile yanaştı. Uzun Ege kumsalının üzerindeki hava titriyor, buharlaşma çöldeki seraplara benzer yanılsama yaratıyordu. Plajda yarı çıplak güneşlenen insanların üzerinden atlayarak hızla gemi barınaklarına doğru ilerledi. Sırtında çantası ve elinde su kovasıyla,şezlongların üzerine sere serpe serilmiş insanların şaşkın bakışları altında gemi barınakları için kullanılan küçük bir koya geldi. Burası derindi. Üstelik rüzgâr bu yöne doğru esiyordu ve akıntı yakayı vuruyordu. İçinden bir ses ’’Doğru yerdesin ‘’diyordu.
Büyükçe bir kayanın dibine oturdu. Sırt çantasını açtı. Oltasını ve misinalarını çıkardı. Kancanın başına irice bir midyenin hafif kurumaya yüz tutmuş sarımtırak etini koydu. Midye ‘’lap’’ diye oturdu oltanın kancasına. Sırt çantasından şapkasını çıkardı ve hemen başına taktı. Üzerindeki gömleğin düğmelerini çözdüğünde lacivert deniz atleti güneşe karşı tek koruyucu nesne olarak tenini sıkı sıkı sarmıştı. Su şişesini ve ekmeği de çantasından çıkarıp yanına koydu.
“Bismillah’’ diyerek oltayı denize doğru fırlattı yine. Kol kasları gülle atan sporcuların kasları gibi geliştiği için hiç zorlanmadan olta ileriye doğru gitti. Mavi suların içine gömüldüğünde Balıkçı beklemeye başladı. Plajda üstsüz Alman turistleri güneşlenirken o denizden gözlerini ayıramıyor dipte gördüğü her gri parlaklığı balığa benzetiyordu. Bekledi. Yılmadan usanmadan...
Derken oltaya bir şeyler vurdu. Olta ileri geri hareketlenmeye, başını sağa sola döndürmeye başladı. Aslan gibi yere eğildi. Oltanın makarasını yavaş yavaş sarmaya başladı. Balığı ürkütmemesi gerekiyordu. Ağır bir balığa benziyordu. Misina, tam yüzeye çıkacakken güçlü kol darbesiyle oltaya asılıp balığı sudan çıkardı. Hemen arkasındaki kayanın üzerine ‘’şak’’ diye düştü balık. Orta büyüklükte uskumruydu. Kanca ağzındaydı. Balık, dudaklarını kocaman yapmış içine saplanan kancanın acısıyla debelenmeye başlamıştı. Balık kurtulmak istedikçe kanca ağzının içine daha fazla gömülüyordu. Ağzının içi kan dolan balık debelenmekten vazgeçti. Solungaçları yere düştü. Pulları güneşin altında pırıl pırıl parlarken katilinin elleri yetişti. Kancayı çekip çıkararak balığı beyaz kovanın içine koydu. Bu balık, günün ilk siftahıydı. Gerisi gelir ümidiyle tekrar saldı Şampiyon’u mavi sulara. Çok geçmeden bir kefal daha oltaya takıldı. Kocamandı. Nerdeyse dört kişiyi doyururdu. Balıkçı, sanki ilk defa bu kadar büyük balık bulmuşçasına sevindi nice tuttuğu balığı unutarak. Kovada aslan gibi bir kefal ve uskumru duruyordu. Balıkçı ise avlanmanın keyfini sürüyordu.
Güneş, lacivert atletinin açık yerlerinden tenine nüfuz ederken bronzlaşmaktan Kızılderili’ye dönen derisi balık pulları gibi parlıyordu. ‘’Bugün iyi günümdeyim’’ diyen yüz halinin verdiği mutluluk iştahını açmış olacak ki yanındaki ekmekten koca bir parçayı koparıp ağzına attı. Güçlü çeneleriyle ağzını dolduran ekmeği sindirmeye çalışıyordu. Sıcak, tüm hararetini üzerine kusarken orta yaşın verdiği yüksek tansiyonun etkisiyle başı dönmeye başladı. Kurulduğu kayanın üzerinden toplanması gerekiyordu. Ağzı açık boş duran sırt çantası bir anda dolup şişti. Beyaz kovayı da eline alıp kayalardan ayrılırken tekrar şezlonglar üzerinde güneşlenen turistlerin arasından geçti. Plajın yanına tezgâh kuran bir dondurmacının yanında durdu. Bulabildiği adamakıllı tek gölge dondurma tezgâhının üzerindeki şemsiyenin gölgesiydi. Bir kaç dakika gölgelendi. Elindeki balık kovasını fark eden dondurmacı;
—Ne kadar balık tuttun bey amca?
—Bir kefal, bir uskumru... İkisi de kocaman.
—Ooo iyiymiş. Bakabilir miyim?
Beyaz kovayı dondurmacıya gösteren Balıkçı, henüz ölmüş balıklara bakarken;
—Al, bunlar senin.
—Anlamadım, dedi dondurmacı.
—Anlamayacak bir şey yok. Kısmet seninmiş.
—Almayayım ağabey sağol. Bugün işlerim kesat. Başkasına sat.
Balıkçı kalın kaşlarını çattı.
—Bunlar satılık değil evlat! Ben sana veriyorum, al!
Dondurmacı, Balıkçının dediğinden hiç bir şey anlamamıştı. Balıkçı devam etti.
—Ben çok iyi balık tutarım lakin bir huyum var sorma gitsin. İyi balık tutarım ama tuttuğum balıkları asla yiyemem. Boğazımdan geçmez. Acımdan ölsem de yiyemem.
—Sahi mi! O zaman ne diye kıyarsın balıklara?
—Zevk be yavrum. Avlanmak hoşuma gidiyor. Nasip seninmiş evlat. Çoluk çocuğunla yersin, dedi ve boş geldiği beyaz kovasıyla yine boş olarak evin yolunu tuttu.
Elinde, çikolatalı dondurma dolu bir külah vardı.