Yükselmenin en alçakçası, zayıfların sırtına basarak yükselmektir.
Schiller
Tozlu raflardan aldığı eski kitaplardan birisini açtı. Sayfaları hızlı hızlı çevirmesiyle etraf dumana boğuldu. Gözlerini kapadı ve usulca sayfanın üzerine doğru üfledi. Altın yaldızlı harfler yavaşça parlamaya başladı. ‘Bırakınız girsinler!’ yazılı levhaya takıldı gözleri, daldı. Hayallerine sihirli bir değnek dokunmuştu.
San Francisco’da görkemli bir sarayın yemek odasına ilk adımını attı. Asil küçük kız salonda kendisine ayrılan yere kibarca oturdu. Gözler üzerindeydi kalbi serçe kadar ürkek titriyordu. Görenlere cesur ve dimdik bir asker imajı veriyordu. Kendinden emin bu hali soylu bir hanımefendi olma özelliğini yer yer yitirse de samimiyetine asla gölge düşürmüyordu. Söz ondaydı. Sesini kontrol etti, yutkundu ve ayağa kalktı. Elinde üzüm suyu, tüm bakışlar onunla yükseldi kısık bir çığlık:
—Aklın egemenliği ruhlarımıza girdi, şerefe!
Kopan alkış tufanıyla sendeledi bir ara oturdu bir yudum alır gibi yaptı. Vicdanı haykırıyordu, sızlıyordu. Lakin akıl egemendi, ahit gerçekleşmişti. Biliyordu ki bu acı hepsinin yüreğinde bir yerlerdeydi. Kimi tarlada çalışan esmer tenleri, kimi her gün bisikletiyle gazete dağıtan çilli çocuğu, kimi de dadısını anımsadı o an. Alınlarından düşen damlaları ve emeği hatırladılar en çok da. Üzerine serpilen bir kaç damla suyla söner miydi yüreklerindeki kor?
Dünya aydınlanırken bir yerler hep karanlıktaydı. Işık huzmesinden görünmüyordu evren. Kalbi boyanmış çehreler ışığı görünenden ibaret sanıyordu. Hisleri karanlıkta bıraktılar, fırça değemedi bir türlü. Endülüs gönülden semaya bakarken Rönesans’a uzak kaldı. O karanlık devri reformla aydınlatmaya çalıştılar. Bir ara -Ona giden- ipi bulur gibi oldular. Her sarılışlarında uzadı yol, kıvrıldı, inceldi. Sonu gelmez bir yolculuk oldu gitti. ‘O, bilinmeyen şey’ olarak adlandırıldı.
Kraliçe vardı şimdi karşısında. Önünde eğilen halka gururla bakıyordu, net olan kraliçeydi gerisi donuk buzlu bir cam. Herkesin tahayyülünde dolaşan bir sual vardı. ‘Tanrı’nın istediği dünya böyle miydi acaba? Bir ses duyuldu ürkek, içten, acınası. Hızla doğrulduğu tahtından ileri atılan kraliçe yeryüzüne bir haykırışta bulundu;
—Hayatımızda mahremiyet yoktur!
Küçük kız okuduğu masala inanıyordu artık. Oturduğu masada başını elleri arasına aldı. Vicdanına saplanan her bir acıyı, sahte nazarları, kuytularda kalan ne varsa bir bir atmaya başladı mahremsiz olana kadar...
Çığ gibi büyüyen bakışlar gözlerini ufaltıyor vicdan aforizmalarını zabtediyordu. Dayanılmaz bir işkencenin ortasında yüreğinin çırpınışlarına bir el uzandı;
—İlk dansı lütfeder misiniz?
Salon açılıyor pembe beyaz mor etrafı renk cümbüşü sarıyor. İhtişamlı matmazeller, lord’lar, subaylar bir bir kenarlara çekiliyor. Bir ateş çemberi ortasında ilk dans başlıyor. Prensesin yaptığı her bir hareket piyano çalan, resim çizen parmakları dahi büyülüyor, gözler kamaşıyor. Kızlar pervane olmuş etrafa saçılıyor. Ortalıkta dönen rüzgârı durduran, izleyenlerin başını döndüren kadife elbiseli kız yüreklerin üzerine her salınmayla bir akis bırakıyor. Dizler çözülüyor, vicdanlar gömülüyor. Bir milletin kaderi daha imzalanıyor. Alta düşülen not; biz aydınlıktayız, sizler karanlıktasınız!
Dönüyordu. Şimdi döndükçe kendinden geçiyor, ayakları ritimle paralel ilerliyor arada bir adeta göğün maviliklerine doğru uçuyordu. Müziğin en hareketli kısmında gözler aynı noktada buluştu. Dans devam ediyor gözlerse aynı noktada, bitmese bu dans, bu rüya, bu an. Ülke, vezirler, işçiler, yoksullar, sarayın içi, sarayın dışı, komşu ülkeler; bir eli yukarıda, bir eli belinde dönüyor, hızlanıyor.
Tebessümünü acıya çeviren düşüncelerden lâyemut âleminde bir rüyaya atıyor kendini. Sessizliğe, uykuya. Uyanmanın vakti gelmiş geçiyor olan bir zamana. Rahat döşeklere, kuş tüyü yastıklara, kadifemsi yumuşaklığa aldanıp uyuyanların mekânına. Çıt çıkarmıyordu uyanıklar, ses çıkaranın boyunu vuruluyordu. Ayak direyenin diyeti canıydı. Kadehlere atılan hapları fark etmediler dansta. Bir asır uyutuldular. Asil kız uykunun içinde seziyordu etrafında olup bitenleri. Bir sabah sessizliğine uyandı, bir adım attı yere, çığ gibi ses duyuldu, irkildi. Birazdan etrafını sardılar birileri masallar anlatmaya başlıyor, birileri tekrar yatırmaya çalışıyor, birileri de kadehleri uzatıyordu ağzına.
Elinin tersiyle itti her birini, çevresi bir anda boşaldı. Şimdi kırmızı mavi kostümlü 50 yıldızlı nişaneliler sardı çevresini. Birisi kalbini dinliyor hasta muamelesi yapıyor, kimisi de oturmuş hesaplarla uğraşıyor. Bir an kurtuluyor ellerinden ve koşmaya başlıyor, herkes şaşkın.
—Uyurgezer, çekilin! Diyorlar, uyandığına inanan kimse kalmıyor. O ise saatine bakıyor vakit gelmiş, sağ sola koşuyor. Aniden durup arkasına bakıyor, tüm saray halkı peşinde. Asil kız önce duruyor, soluklanıyor sonra derin bir nefes alıp, aklını alıyor sağ eline. Sol eline ise kalbini koyuyor. İkisini de vicdanına yerleştirip nefesini rahatça veriyor. Her bir hareketle bir adım geri atıyorlar, ortalıkta kimse kalmıyor. Esneyenlerin sesleri duyuluyor uzaklardan, uyuyanlar bir çözülüyor.
Dans bitmek üzereydi. Aklı ise bu kurtuluşun serüvenindeydi. Düşünceler ve dans, korkular ve dans, kaçmak evet kaçmak hızlıca tuttuğu eli sıkıyor. Yavaşça eğiliyor kulağına fısıltıyla;
—Yaşamak ve yaşamamak aynı şey değil mi?
Bir an düşünen lord elleri yukarıda şaplatırken topuklarını yere vurarak yanına yaklaşıyor;
—Şu halde evet! Diyerek cevaplıyor.
Tebessümle prenses bir eliyle eteğini toplarken diğer elini lorda uzatıyor.
—Öyleyse hürriyet bizimle!
Feryatlar kadeh tokuşturulduğunda duyulmuyor. Dans bitiyor. Hafifçe eğilip selam veriyorlar ve karmaşık hareketler arasında gözlerden kayboluyorlar.
Özgürlük; kendi toprağı üzerinde gökyüzünü düşlemek isteyenlerindi. Kendisi gibi davranmak, gözyaşlarına boğulmak ya da dilediğinde kahkahayla gülebilmekti yaşamak için hayal edilen yer.
Düşleri, gözleri ve elleri sarmalanmış bu ışığa terennüm ediyorlardı.
Aşkın zülfünden selsebil yıldızlara yakın, aya uzak koşuyorlardı. Geceye meczolan acı ağırlaştıkça, gözlerde buluşuyor hisler. Sinelerine düşen her bir katre aşkı kora dönüştürüyordu. Semanın arâm ve yalnızlığı altında iki el huzura koşuyordu. Öfkeye, hırsa, kine boyanan çevrenin içinden ulviliğe adanmış sükûnet dehlizlerineydi yönleri.
Binlerce zerin yıldız kuşatması altında iki çift göz yürekte kavuşmanın coşkusuyla soluk soluğa kaldılar. Sessizliği giyinen ağaçlar pusula oldu, namütenahi rüzgâr eşlik etti çığlığıyla. Kıskançlıklar, zulümler, ayrımlar saray içerisinde kaldı. Dışarıda kalanlarınsa payına aşk düşüyordu.
Aniden bastıran yağmurdan kaçan iki küçük, sığınacak delik arıyorlar. Islandıkça ağırlaşan elbiseleri hızlarını yavaşlatıyor. Çamurlara bata çıka yola devam ediyorlar, bağırıyor kız;
—Ey özgürlük yağmurlar kabullenilişimizin nişanesi, aldırma çamura! Batsak da çıkış yakınımızda bu seller ki gökkuşağına gebe, bu gece ay parlamasın, güneşi ağırlamasın gündüz ne çıkar ellerimiz sımsıkı kenetli...
Maskeli baloydu bu gece.
Saat 12, at arabası kabak oluverdi.
Kabağın kokusunu duyan kurtulanlardı.
Aşka kaçanlardı...
(Ay Vakti; Kasım- Aralık Sayısı 2008)