Gece lambasının loş ışığı gözümü alıyordu. Koltukta rahatsız kıpırdanışlarla uyumaya çalışıyordum. Oldum olası severim bu koltukta uyumayı, uykum olmasa da uyumaya çalışmayı. Yatak bana rahatsızlık veriyor niyeyse. Çocukluğumda da böyleydi. Annem uyuyakaldığım kanepeden kaldırıp yatağıma yatırır, üzerime yorganı örttükten sonra gece lambasını yakıp giderdi. O gittikten sonra yatağımdan usulca kalkar salondaki koltuğun üstüne kıvrılıp yatardım. Aslında hiçbir özelliği yoktu bu koltuğun. Her evde bulunabilecek, sıradan bir koltuktu işte. Aksine, iyice eskimiş, tahtası çıkmıştı. Annem-babam öldükten sonra bana miras kalan evi satmış, o evden yalnızca bu koltuğu almıştım. Yüzü sigara yanıklarıyla yer yer delinmişti ama atmaya kıyamıyordum. Böyle bir isteğim de yoktu zaten.
Susadığımı hissettim. Ama su içmemekte diretiyordum. Annem çok inat olduğumu söylerdi. İnat değildim; uyuşuktum, daha doğrusu tembeldim. Bazen sırf tembelliğimden sigaram bittiği halde apartmanın altındaki bakkala gitmeye üşenir, nikotin krizleri geçirirdim. Durağanlığı seviyordum. Değişen hiçbir şey ilgimi çekmiyordu. Aynaya baktığımda yüzümü hep aynı görmek istiyor, dökülen saçlarıma, kırçıllaşan sakallarıma hırçınlıkla bakıyordum. Gitmek istediğim bir yer yoktu doğrusu. Olduğum yer merakımı daha çok cezbediyordu. Herkes kendine, ‘’Bundan on yıl sonra nerede olacağım acaba?’’ diye sorarken, ben on dakika sonrasını bile düşünmekten imtina ediyordum.
Uyuyamayacağımı anlayınca koltuktan kalkıp masanın üstündeki sigara paketinden bir sigara çıkarıp yaktım. Ağır adımlarla pencerenin önüne geldim. Perdeyi hafifçe aralayıp sokağa baktım. Herkes uykunun kollarında, bilmem kaçıncı rüyalarını görüyorlardı kim bilir. Aklıma bir anda Bayan Ç. geldi. Sarı saçları, kemerli burnu, dolgun dudaklarıyla bir afet-i devrandı bana göre. Nurettin’e göreyse çirkindi. ‘’Ne buluyorsun bu kadında Allah aşkına? Ağzı bozuk, pavyon karısının teki. Lan dünyada başka kadın mı yok?’’ diye söylenip dururdu. Kendine has bir büyüsü vardı Bayan Ç.nin. Sol yanağındaki ben gül gibi görünürdü gözüme. Kahkahası dünyaya bedeldi. Öyle bir kahkaha atardı ki, içim bir garip olur, iki yetmişlik devirmişim gibi sarhoş olurdum. Mavi Pavyon’da konsomatristi. Olsun, iyi insanlar iyi meslekler edinecek diye bir kural yoktu ya. Mezopotamya gibi geniş yüreği bereketli tarlalara benzerdi. Bir çocuk görünce ağlar, çocuğa şeker alıp verirdi mesela. Merhametli kadındı vesselam. Pavyonda kullandığı adı Yeliz, gerçek adı Naciye’ydi. Yakın arkadaşları Bayan Ç. diyorlardı. Takma adını sevmiyordum, gerçek adını yakıştıramıyordum bu güzelliğe. Bu yüzden ben de Bayan Ç. diyorum. O böyle dememi sevmezdi ama sesini de çıkarmazdı.
Yavaş adımlarla odanın içinde volta atmaya başladım. Duvardaki saatin sesi adımlarıma yön veriyordu. Bayan Ç.ye gitmeliydim. Bugün izinliydi. Uyuyor olmalıydı. İzin günlerinde bütün günü uyuyarak geçirirdi. Nasıl olur da bir insan gözkapaklarına dibek taşı çökmüş gibi uyuyabilirdi? Yıllar vardı ki, uyumak bana acı veriyordu. Bölük pörçük uyuyordum. O anlarda da uykunun koridorlarında sıkışıp kalıyor, 12 Eylül’ün darbeci generallerinden biri olan dedemin hizaya getiren bakışlarıyla karşılaşıyordum rüyamda. Dedemle ilgili pek güzel anım yoktu doğrusu. Bayram sabahları, nizami bir şekilde ip gibi sıralanır, sırayla elini öperdik. O da bir çocuğun hayalini aşacak kadar harçlık verirdi bütün torunlarına. Dedeme dair tek güzel anım buydu. Onun dışında hep resmî, hep asık suratlı bir adamdı. Dedemin yüzünden devletle ilgili işleri hiç sevmedim. Çünkü dedem devletin asık yüzünü temsil ediyordu benim nazarımda. Sarsılarak, zehirlenmiş gibi kıvranarak uyanıyordum.
O kadar güçlü bir istek duydum ki Bayan Ç.ye gitmeye, genzimden aşağı bir alev topu yürüdü sanki. Bu böyle olmayacaktı. Gardıroptan ceketimi alıp sokağa çıktım. Nisan ayının üşüten serinliği havada dolanıyordu. Şehrin üstüne çöken sessizlik bir kuyunun dibine çekiyordu her şeyi. Sokak lambasının titreşen ışığı sokağı tamamen aydınlatmaya yetmiyordu. ‘’Ne olur sanki şu sokağa bir direk daha dikseniz,’’ diyerek belediyeye sunturlu bir küfür salladım. Belimdeki silahı yokladım. Ne olur ne olmaz diyerek almıştım; iti var uğursuzu var. Şehrin en kötü mahallesinde yaşıyordum. Haraç istemek, adam yaralamak, hırsızlık olağandı bu mahallede. Bayan Ç.nin evi dört sokak aşağıdaydı. Hızlı adımlarla yürümeye başladım. Penceresi açık evin birinden Mark Eliyahu’nun bir şarkısı duyuluyordu. Böyle bir mahallede kim dinlerdi ki böyle bir şarkıyı? Üstünde fazla durmanın manası yoktu. Adımlarımı sıklaştırıp yürümeye devam ettim. Sokağın köşesini dönmek üzereydim ki bir sarhoşla yüz yüze geldim. Leş gibi şarap kokuyordu. Yüzümü buruşturdum. O ise ağzını yayarak gülümsedi. ‘’Ben senin peygamberinim, yüzün gözün ayrı oynamasın,’’ dedi kelimeleri ağzının içinde gevşek gevşek dolaştırarak. Bir an kan beynime sıçradı. ‘’Allah’tan korkmayacaksın, sıkacaksın kafasına,’’ diye öfkeyle söylendim. Ayakta durmakta zorlanıyordu. Sol kolunu duvara dayamış hâlâ suratıma bakıyordu açık tutmakta zorlandığı gözleriyle. ‘’Hadi işine hemşerim,’’ diyerek itekleyip yürüdüm. ‘’Ah ulan karı, senin yüzünden gecenin şu vakti iş alacağız başımıza,’’ diye Bayan Ç.ye söylendim.
Boş sokakta ayak seslerim yankı yapıyordu. Tak tak tak… Sevmiştim bu sesi. Ayak sesleri olmasa insanların bize doğru yürüdüğünü yahut bizden uzaklaştığını nasıl bilebilirdik ki. Ayak sesleri yaşayan bir şeydi. Yere daha sert basmaya başladım. Gülümsedim. Bir kedi önümden aheste adımlarla geçti. Sonra bir çöp tenekesine vücudunun yarısını daldırarak karıştırmaya başladı. Yırtılan poşetin hışırtısını duyabiliyordum. Kediyi korkutmak geldi içimden. Sonra aklıma nerde duyduğumu bilmediğim bir söz geldi. ‘’Rızıkla oynayan rızkından olur, bu hayvanın rızkı olsa da.’’ Vazgeçtim. Bayan Ç.nin evine yaklaşmıştım. Soluma düşen sokağın girişinde bir arabanın ön kısmını gördüm. Dikkatimi çeken araba değildi tabi ki. Arabanın camında gördüğüm ‘’olur’’ kelimesiydi merakımı o tarafa yönlendiren. Garip bir istek duydum. O kelimenin öncesi neydi acaba? Hızlıca birkaç adım attım. Camda yazan cümleyi okumamla içime tuhaf bir sızının düşmesi bir oldu. ‘’Allah’ın dediği olur,’’ yazıyordu arabanın camında.
Bu sözü ilk kez babaannemden duymuştum. Şehirden yirmi-otuz kilometre uzaklıktaki baraja arkadaşlarıyla balık tutmaya giden amcamın barajda boğulduğu gündü. Uzunca bir süre bulunamadı cesedi amcamın. Akıntıya kapılıp yaklaşık üç kilometre sürüklenmişti. Dört saatlik bir aramadan sonra bulunabilmişti. Cenaze eve getirildiğinde babaannem bembeyaz yüzüne yakışan bir metanetle, ‘’Allah’ın dediği olur,’’ demişti. Daha on iki yaşındaydım ama bu sözdeki derin tevekkülü, razılığın getirdiği demirden sabrı hissetmiştim. İnsan taş olsa çatlardı bu olay karşısında ama babaannem, kesilmiş dallarına yeniden can vermeye hazırlanan dev bir çınar gibi dikilmişti ölümün karşısına. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da o sözü imanını sağlamlaştırmak ister gibi huşu ile tekrarlayıp duruyordu. Ne büyük bir cümleydi o.
O günü bir kez daha yaşamıştım. Olduğum yerde kasılıp kalmıştım. Birileri ayaklarımdan çivilemiş gibi hareketsizdim. Vücuduma bir uyuşukluk çökmüştü. Amcamın acısıyla babaannemin dağları sırtlayan metaneti arasında gidip geliyordu kalbim. Nice zaman sonra yürüyebildim. Bayan Ç.nin apartmanından içeri girip oturduğu dairenin kapısının önüne geldim. Bir an zili çalmakla çalmamak arasında tereddüt ettim. Beni sarsan, amcamın acısı değildi; Bayan Ç.ye dert yanmaktan, ağlamaktan korkmuş falan da değildim. Yalnız kalma isteği içimi kasıp kavuruyordu. Babaannemin metanetiydi kalbimin ortasına mızrak gibi oturan.
Kısa bir tereddütten sonra zile bastım. Beş dakika kadar bekledim. Tahminim doğru çıkmıştı, Bayan Ç. uyuyordu. Bir kere daha ama bu sefer parmağımı zilden çekmeden bastım. Bayan Ç.nin yaklaşan ayak seslerini duyabiliyordum. Anahtar mekanik sesler çıkararak kilidin içinde iki kere döndü. Kapıyı hafifçe aralayıp gözünün biriyle dışarıya baktı. Kapının zincirini çıkarmamıştı.
‘’Aa sen miydin?’’ dedi uykulu bir sesle.
Kapının zincirini çıkartıp kapıyı açtı. Ben kapının önünde dut yemiş bülbül gibi susuyor, içeri girmeye yeltenmiyordum. Uykudan şişmiş gözlerle bana bakıyordu. Üstünde kısa, siyah, göğüs dekolteli geceliği vardı. Bu hâliyle o kadar çirkin göründü ki gözüme, yüzümden simsiyah bir bulut geçti.
‘’Ayol ne dikiliyorsun be kapıda, girsene içeri. Sabaha kadar orada mı bekleyeceksin?’’ dedi.
Yorgun adımlarla salona doğru yürüdüm. Kanepeye oturup ceketimin iç cebinden sigaramı çıkarıp sehpanın üstüne koydum. Paketten bir sigara alıp yaktım. Bayan Ç. meraklı gözlerle kapının eşiğinde dikilmiş bana bakıyordu. Gelip yanıma usulca oturdu.
‘’Neyin var senin, suratından düşen bin parça? Kiminle takıştın yine?’’ dedi.
Ağzımdan çıkacak laf mermer zemine düşse paramparça olurdu. Kelimeler buz kütlesi gibi çıkardı ağzımdan. Bayan Ç. yüzüme endişeyle bakıyordu. Etli elleriyle saçlarımı okşadı. Parmaklarıyla enseme dokundu.
‘’Meraktan çatlamak üzereyim. Ne oldu söylesene,’’ dedi endişeyle.
‘’Allah’ın dediği olur,’’ diyebildim sadece.
Anlamamıştı. Endişesi giderek artıyordu. Parmaklarımın arasındaki sigaradan derin bir nefes çektim. Şampanya rengi boyayla boyanmış duvara bakıyordum. Sarsılmıştım ama huzur bütün zerrelerime yayılıyordu. Etimden kemiğe geçiyor, yakarak ama kanatmadan sessizce içime işliyordu. Gözlerime hücum eden yaşları engellemeye kalkışmadım. Yaşlar yanağımdan usulca akarken tıpkı babaannem gibi metanetle, sabırla ve huşu ile mırıldandım. ‘’Allah’ın dediği olur.’’